Bu seçim sonuçlarıyla ne yapılacağı önemli

Son on küsur yıldan beri AKP’nin inisiyatifiyle toplum bir seçimden ve referandumdan diğerine koşturuldu. Hepsinde oyun kurucu olan AKP idi. Amiyane tabirle, tezgahı iyi kurmuş olduğu için -bu sonuncusu hariç – hepsinden beklendiği gibi yengiyle çıktı.

CHP son seçimde beklemediği bir oranda başarı elde etti. Çünkü seçmen ağır ekonomi-politik koşulların baskısı altında bir tepki verdi.

Bu tepki içinde bulunduğu ağır koşullardan kurtulmak adınaydı. Bunu, bu tepkili kitlelerin, “haydi belediyeleri biraz da CHP yönetsin” mesajı olarak okumak CHP adına büyük bir yanlış olur.

Kitleler sıkıştırıldıkları, bunaltıldıkları koşullardan çıkış arıyorlar. Yerel yönetimlerin kazanılması, iktidarda bir gedik açabilir, açtı da. Ancak bu gedikleri çeşitli biçimlerde gidermenin olanaklı olduğunu da unutmayalım. Son yirmi küsur yılda örnekleri az değil, öyle değil mi? Kitlelere moral verebilir, nitekim verdi. Ancak bütün bunlar şu haliyle, en çok, kitlelerin yerel bazı kazanımlara kavuşmalarını sağlayabilir. O kadar!

Oysa, insanların en yakıcı sorunlarından çıkış beklentilerinin anahtarı merkezi yönetimdedir. Yani bu merkeze sahip olunmadan kitlelerin gerçek taleplerine yanıt verilemez.

Görülecektir, çok geçmeden Saray ve onun devleti yerel yönetimleri markaja alacak, çalışmalarını engelleyecek ya da kısıtlayacaktır. Bunu gerçekleştirme olanak ve araçlarına sahiptir. Yapmadığı iş de değil zaten. Belediyler üzerinden bir tür kayıkçı kavgasıyla gündemi çekip çevirecektir.

Bu arada, ekonomide de zaman kazanmaya çalışıyor. Zamanı kendi lehine kullanmak için adımlar atıyor. Bunu da daha önce bir çok kez yapmış, kitlelerin desteğini almayı başarmıştı. Yine Mehmet Şimşek sahada, top çeviriyor. Yer yer muhaliflerin de desteğiyle, olumlu algılar yaratılmak isteniyor. Şimşek’in AKP’nin olası bir baskın seçimi için formatlanmış OVP’sine karşı muhalefet, bırakınız karşı durmayı, desteğini bile ifade etti. Böyle olmaz!

Şurası çok nettir: Erdoğan bu siyasal “topal ördek” konumundan uygun koşulları süratle hazırlayıp kurtulmak isteyecektir. O zamana kadar, muhalefetle “yumuşama” görüntüsü vererek zaman kazanmaya çalışıyor.

Muhalefet tersine, Erdoğan’ın sertleşerek kontrolünü kaybetmesine yol açacak adımlar atmasını sağlamaya çalışmalıdır. Yani, Erdoğan’la bir yumuşama değil, sertleşme muhalefetin lehine olur. Bu talep geniş kitlelerin verdikleri mesajda içkindir.

Bu seçim sonuçlarıyla CHP’nin ne yapacağı önemlidir. Giderek savunmaya mı çekilecek, yoksa atak oynayarak kurguladığı oyunda, Erdoğan’ı siyaseten sonunu getirecek biçimde kendi sahasına hapsetmeye mi yönelecektir?

Bilemiyoruz. Ancak bugüne kadar ki CHP pratiğine baktığımızda, ilk seçeneğin gerçekleşme olasılığının hiç ihmal edilmemesi gerektiğine vurgu yapmamız da meşru oluyor.

Bu 1 Mayıs’ta CHP ve bütün sol muhalif güçler, inisiyatif alarak, en kısa sürede bir erken seçim çağrısı yapmalıdırlar. Sonbahara kalmadan bu yıl içinde bir erken seçim çağrısı yapmak zor koşullarda bulunan geniş kitleler nezdinde olumlu bir tepki görecektir.

Son seçimlerin mesajı, halkın bu iktidardan acilen kurtulmak talebidir. Bunu görmek lazım. Zaman AKP’nin lehine işliyor, işlemeye devam edecek. Böyle bir çağrıyla, iktidar koalisyonundaki sarsıntıyı yıkıma çevirmek de olanaklı olacaktır. Aksi halde, bu yıkım muhalefet cephesinde gerçekleşebilir.

Tayyip Erdoğan’la hiç bir samimi görüşme yapılamaz. Böyle bir beklenti ahmaklık olur. Eğer söz konusu görüşme ille de olacaksa, halkın acil beklenti ve ihtiyaçlarını talepler olarak programlaştırıp, Erdoğan’a dayatmak için yapılabilir. Olmadı, o görüşme platformu en geç Ağustos ya da Eylül ayında bir erken seçim talebi ilanı için kullanılır.

Eğer CHP ve artık onun içinde (şimdilik) özerk bir siyasal vektör haline gelmiş İmamoğlu gerçekten iktidarı hedefliyorlarsa, kitlelerin acil taleplerini dile getiren bir programla derhal erken seçim çağrısı yapmalıdırlar.

Yoksa, tarihi ve makus talihlerini tekerrür ettirirler.

AKP rejiminin iki dönemi

AKP rejiminin ilk dönemi, ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte, emperyalist neo-liberal hegemonyasını dünya çapında gerçekleştirerek “tarihin sonu” nu getirmek için uygulamaya koyduğu genel saldırı stratejisi koşullarında oluşturuldu.

Bu, emperyalist hegemonik stratejiyle aynı hizaya gelmeyen veya gelmekte ayak sürüyen siyasal yapıların çeşitli biçimlerde tasfiye edildiği bir dönemdi. Bu dönemi AKP, NATO gladyosunun bir aracı haline getirilmiş Gülen Cemaati’yle koalisyon halinde geçirdi. Cemaat’in -ABD adına- kontrolü altındaydı.

ABD’de oğul Bush dönemi, yeni-muhafazakar tabir edilen entelektüel çevrenin desteğiyle fütursuz saldırılarını sürdürüyordu.

AKP de, Türkiye’deki, isabetli olmayan şekilde “liberal”, ya da “sol liberal” olarak etiketlenen, aslında “yeni-muhafazakâr” olan entelektüel çevrenin ve onların hizmetkârı oldukları işbirlikçi büyük sermaye sınıfının açık desteği ve Cemaat’in devletteki etkisi kullanılarak açılan yolda iktidarını sağlam temellere oturtma olanağı buldu.

Tabii devletten gelen destek sadece Cemaat’in çabasıyla gerçekleşmedi. Devlet içindeki bilindik asker ve sivil NATO’cu güçlerin tercihi de AKP’den yanaydı. “Bilindik” güçler çünkü, onlar özellikle 27 Mayıs darbesinden sonra sürekli yükseliş halinde oldular.

2007 yılında bütün bu güçlerin AKP’ye desteği fütursuz bir karakter kazandı. Giderek hukuksal formlar, kurumsal, kamusal davranış kuralları hiçe sayıldı. Fiili, komplocu, şaibeli siyasal davranışlar, yeni muhafazkâr entelektüellerin “demokrasi” ideolojisini parlattıkları koşullarda meşrulaştırıldı.

Sonrasında uluslararası alanda işler ABD’nin istediği gibi gitmedi. 1997 Asya krizinden sonra gelmesi beklenen büyük kriz 2008’de patladı. ABD ekonomisi havlu attı (Eğer SSCB tasiye edilmemiş olsaydı, muhtemelen bu kriz çok daha genel ölçekte, büyük ve yıkıcı dalgalarıyla 1997’den itibaren gerçekleşecek, belki de o sıralarda büyük bir savaşı tetikleyebilecekti).

Kriz, Türkiye gibi “gelişmekte olan ekonomiler” i emperyalist merkezden kaçan dolarlar dolayısıyla ihya etti. Aynı zamanda, dünya kapitalist ekonomisinin bu sıcak para hareketleri, ihraçları dolayısıyla tamamen jeo-politik bir karakter kazanmasına yol açtı.

ABD, AB ve Japonya emperyalist birleşik saldırı stratejisini yeniden gözden geçirmek ve yeni hegemonya sürecine daha “renkli”, daha kitlesel, demokratik bir görünüm kazandırmak için anlaştılar. Bir tür koalisyon olarak görülmesi gereken Obama ve H.Clinton yönetimi bu koşullarda işe başladı.

ABD’deki yeni yönetimin işaretiyle Davutoğlu dış işleri bakanı yapıldı. Türkiye’deki rejimin ayakbağı olarak gördüğü anayasal, diğer kurumsal engeller büyük ölçüde, devlet olanakları kullanılarak en şaibeli biçimlerde ortadan kaldırıldı. Gerekli tasfiyeler gerçekleştirildi.

Ancak, bütün bu “demokrasi” ideolojisi, coğrafyamızdaki demokratik görünümlü renkli kitlesel hareketler egemen ulusal siyasal yapıların tasfiyesine yol açarken, zaman içinde, giderek emperyalistler aleyhine bir bumeranga dönüşmeye başladı. Emperyalizm BOP coğrafyasında direnişlerle karşılaştı.

Mesela, Esad yönetimi Suriye’de, vaktiyle kemalist yönetimin Türkiye’de yapmış olduğu gibi, emperyalizmin bölgemizdeki planlarını alt üst etti.

Direniş, Tahrir Meydanı ve Gezi olayları dolayısıyla tahkim edilerek, genelleşme eğilimi göstermeye başlayınca, geri adım atma ihtiyacı Beyaz Saray yönetimindeki koalisyonu çözdü.

Bu arada, artan sıcak para girişleri ya da uygun ekonomik koşullar AKP’nin ya da Erdoğan’ın elini güçlendirmişti. İşbirlikçi büyük sermayenin daha da palazlanması yanında, AKP’nin kendi sermaye fraksiyonunu da oluşturmasına olanak verdi.

Erdoğan’ın artık ortağa ve yeni-muhafazakâr ideologlara ihtiyacı yoktu. Zaten ABD’deki koalisyonun çözülmesi buradakinin de daha fazla sürdürülemeyeceğinin işaretiydi.

Erdoğan öncelenmemiş ölçüde geniş bir hareket alanına kavuştu. ABD, ama özellikle de işbirlikçi büyük sermaye sınıfı karşısında görece özerk bir hareket yeteneği elde etti.

ABD içinde koalisyondan düşmüş olsalar da hâlâ belli bir gücü ve etkiyi temsil eden yeni muhafazakâr oligarşi Türkiye’deki bu durumdan vazife çıkartarak, 15 Temmuz 2016’da, Cemaat aracıyla bir hamle yapmak istedi.

Bu Obama yönetimi için de bir oldu bitti idi. Arkasında durmadılar. Ancak, karşı da durmadılar.

Bu oldu bitti, Türk devleti içinde belli bir direnişle karşılaştı. Kadim Natocu bürokrasi, ne zamandır bu yeni-Natocu bürokrasiyle, özellikle de Kürt sorunu etrafında, didişmekteydi. Yeniler, eskilerin eşsiz katkılarıyla tasfiye edildiler.

Uluslararası sahada, ABD ve müttefiklerinin birleşik saldırı stratejisi yerini birleşik savunma ya da kazanılmışları koruma stratejisine bıraktı. Rusya, Çin ve İran palazlandılar.

Erdoğan kendisine önerilen yeni koalisyonu, başkanlık vizesini de cebine koyarak kabul etmek zorunda kaldı. AKP’nin yeni dönemi bu koşullarda başladı. Türk devleti içindeki bilindik eski Nato erkanından arta kalanlar ve daha önemlisi, onların siyasal fikriyatı başta MHP ve muhalif bir işlevsellik adına da CHP içinde temsil ediliyordu.

Ülkede yağmaya dayanan ekonominin erozyonu sürse de, Kürt-Hendek Savaşı üzerinden yürütülen milliyetçi, daha doğrusu Türk-İslamcı kampanya Erdoğan’ın siyasal konumunu konsolide etmek gibi bir rol oynadı.

Bu “eskiler” için NATO ile tek sorun, Nato’nun Kürt kartını Türkiye’nin başı üzerinde Demokles kılıcı gibi sallandırmak istemesiydi. Rusya ve İran bu bakımdan Türk devletinin kozları olmuştu. Türk devleti bölgede ABD’nin esas olarak kendisini muhatap olarak almasını talep ediyordu.

ABD bugüne kadar bu talebe olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermedi. Türk devleti de ABD’nin çıkarlarına halel getirecek eylemlerden bugüne kadar kaçındı.

Erdoğan’ın koalisyon ortağı olan “eski tüfek Natocu” zihniyet açısından iktidara tutunmanın tek meşru aracı Erdoğan’dır. Onunla ortaklığın sona ermesi ya da onun kaybetmesi kendilerinin de kaybetmesi, tasfiyesi anlamına geliyor. Bahçeli’nin konuşmalarından bu gerçeği okumak mümkün oluyor.

Bütün bu yeni süreç boyunca Kılıçdaroğlu CHP’sinin yerine getirmiş olduğu paratoner işlevini bu bağlamda değerlendirmek meşru oluyor.

Bugün Kılıçdaroğlu’nun hiç olmadığı kadar hırçınlaşmış olması, belki de, devletteki koalisyonun bir kanadını oluşturan güçler tarafından kendisine verilmiş olan sözlerin veya yapılmış vaatlerin yerine getirilmemiş olmasındandır. Bilmiyoruz.

Şurası artık nettir: Devlet, Tayyip Erdoğan’la devam etme kararı almıştır. Kendisine başkanlık seçimi kazandırılmıştır. Misyonlarını tamamladıkları düşünülen Kılıçdaroğlu ve Akşener gibi oyuncular tasfiye edilmişlerdir.

Bu tasfiyeler olmasaydı, Erdoğan muhtemelen belediye seçimlerini kazanacak, bu sayede, bu kez söz konusu yeni koalisyonu bozmaya kalkışabilecekti.

Rejimin eski-Natocu kanadı buna izin veremezdi. Erdoğan kendileri lehine bir tür siyasal “topal ördek” halinde kalmalıydı.

Öyle de oldu. Ancak, CHP beklentilerinin ötesinde bir başarı elde etti. Bundan dolayı evdeki hesabın bir kez daha çarşıya uymayacağı bir aşamaya geçildiğini iddia etmek de meşru oluyor.

Bu arada, siyasal öngörülerde bulunurken, kapitalist ekonominin, yeni-liberalizm koşullarında belirginleşen jeo-politik karakterini ihmal etmeyelim.

Kılıçdaroğlu stratejisi seçimi kazandı

Belediye seçimlerinde muhalefetin CHP etrafında elde ettiği sonuç, aslında ta başından Kılıçdaroğlu’nun uygulamaya koyduğu, CHP’yi daha da sağa çekme siyasetinin başarısı olarak görülmek gerekir.

CHP’ye daha Baykal zamanında böyle bir görev verildiği izlenimi ediniliyordu. Ancak yeni siyasetler yeni öznelerle gerçekleştirilebiliyor.

Sonra, bu tür siyasal açılımlar akşamdan sabaha sonuç vermezler. Görece uzun bir inşa ve ideolojik ikna sürecini öngerektirirler. Dolayısıyla sabırla ve kararlılıkla sürekliliğe ihtiyaç duyarlar.

Strateji, popülizmin kitlelerin zihnini bulanıklaştırdığı, sağ ve sol ayrımlarını kitleler nazarında fiilen anlamsızlaştırdığı koşullarda yükselme olanağı buldu.

Bu yüzde 38 oyun tamamı CHP’nin kendi kararlı seçmenlerine ait değildir. CHP’nin oylarının istikrarlı olarak yüzde 25-27 aralığında olduğu biliniyor. Bu seçimlerde de bu durumun değişmemiş olduğu görülüyor.

Bu sonuç Kılıçdaroğlu’nun mimarı olduğu eski sağ ve sol merkezi CHP etrafında motive etme stratejisinin başarısıdır. Kabul etmek lazım.

Öte yandan, bugün CHP’de bu seçim sonuçlarını elde etmiş siyasal figürlerin hemen hepsi Kılıçdaroğlu’nun “sağa açılıma” stratejisinin isterleri doğrultusunda geneleksel CHP’ye göre sağdan devşirilmiş kişilerdir. Kılıçdaroğlu’nun kendisi de CHP’nin bilindik siyasal geleneğinden gelmiyordu.

Yalçın Küçük, Ecevit’in DSP’sinin birinci parti olarak çıkmış olduğu seçimlerden önce Kılıçdaroğlu’nun F.Gülen tarafından milletvekili adayı olarak Ecevit’e önerildiğini yıllar önce yazmıştı. Ecevit, onu Ankara adayları listesinde 5.sıraya koyuyor. Kılıçdaroğlu, beşinci sırada seçilme şansının olmayacağını düşünerek protesto ediyor. Partiden ayrılıyor. Onun yerine konan aday kazanıyor. Bunun üzerine kendisi de CHP’ye yöneliyor.

Baykal’a karşı Erdoğan-Gülen koalisyonun gerçekleştirdiği bir operasyon sonrasında genel başkan yapılıyor.

O dönem malum, emperyalist hegemonya stratejisinin ihtiyaç duyduğu siyasal kolaylıkların temini için (özellikle) müttefik bloktaki ülkelerin iktidar ve muhalefetiyle iç siyasal yapılarının dizayn edildiği bir ortam var. Erdoğan ve Gülen’le işbirliğine yanaşmayan ya da Baykal gibi (kişisel ikbali için) ayak sürüyen siyasetçilerin ayakta kalması çok zordu.

Bir de tabii, nasıl oğul Bush zamanında, ağırlıklı olarak İslam ülkelerinde gerçekleştirilen kanlı emperyalist müdahaleler, ABD’ye karşı dünya İslam nüfusu içinde bir tepki ve muhalefet oluşturmuşsa, Türkiye’de de daha baştan, ABD’nin talebiyle, Erdoğan-Gülen koalisyonu tarafından uygulamaya konulan sünni “ılımlı İslam” stratejisi laik cumhuriyetçi duyarlılığı olan dinamik kitleleri rahatsız ediyordu. Bu kesimler içinde özellikle tarihsel olarak “militan” bir karaktere sahip Alevilerin ayrıcalıklı yeri görmezden gelinemezdi.

ABD’de, isimleri arasında “hüseyin” de bulunan, müslüman atalara sahip Obama figürü, operasyonların sürdürüleceği İslam dünyasının muhalif gazını almak, operasyonları meşrulaştırmak gibi bir işlev de görecekti.

Türkiye’de de, Alevi bir figür olarak Kılıçdaroğlu’na yatırım yapılmış olması bu bakımdan anlaşılırdır. Bakınız, Gezi Olayları sırasında öldürülenlerin hepsi ya da hemen hemen hepsi Alevi idi. Anlatabiliyor muyum?

Rum Selçuklularının yıkılmasında, fetret devrinden, ama özellikle de İmparatorluk devrinden itibaren Osmanlı’nın sürekli bir anarşi ortamında sönmeye başlamasında bugünkü Alevilik gibi, ya da günümüz Aleviliğine yakın dinsel-ideolojik donanıma sahip uyrukların başkaldırısının ayrıcalıklı bir yeri vardı.

Kılıçdaroğlu’nun daha lise yıllarından itibaren sağ siyasal eğilimlere sahip olduğunu tahmin ediyorum. Bunu onun 60’lı yıllarda gerici tarihçi (bir ara Adalet Partisi mebusu) Yılmaz Öztuna’nın Hayat Tarih dergisinin aktif bir abonesi olmasından hareketle söyleyebiliyorum. O zaman, Öztuna ile mektuplaşıyor da sanırım. Malum, söz konusu dergi restorasyoncu bir çizgiye sahipti. Osmanlıcılıkla, Kemalist vurguları törpülenmiş Cumhuriyetçiliği uzlaştırma gayreti içindeydi. Derginin milliyetçi, “ılımlı İslamcı” kuşaklar yaratılmasında önemli bir rol oynamış olduğu açıktır.

Aslında, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde edilmiş sonuç da, söz konusu siyasal strateji açısından bir başarı olarak görülmelidir. Bu son seçim sonuçları, öncekinden anlamlı olarak farklı değildir. “6’lı Masa” oylarının bir kısmı bu kez CHP’ye yönelmiştir.

Mayıs seçimlerinin kaybedilmesinden sonra Kılıçdaroğlu’na partisinden yöneltilen eleştirilerin hiç birisinin siyasal- ideolojik bir dayanağı, gerekçesi yoktu. Bugün de yok. Bugün partinin vitrininde bulunup, seçim başarısını kutlayanların hemen hepsi dün partide Kılıçdaroğlu’na en yakın olanlardı. Dahası, onları bulundukları yerlere taşıyan da Kılıçdaroğlu idi.

En önemli soru, Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin zirvesine kimlerin taşıdığıdır. AKP rejiminin kendisini emperyalizmin (ve bu arada siyonizmin de) çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmesi için CHP’nin paratoner işlevi görmesini sağlayan Kılıçdaroğlu yönetimi olmuştur.

En ilginci, muhalefet aleyhine bariz seçim ihlallerinde dahi gerekli tepkinin gösterilmesinde harcadığı samimiyetsiz, sinik çabadır.

AKP’nin şimdilik geri adım attığı Van olayında, “düşürülmüş” Kılıçdaroğlu sert bir tepki veriyor. Ancak vaktiyle HDP’li vekillerin tutuklanmasında, kayyumlar atanmasında lider olarak kendisinin ve partisinin oynadığı rolü unutmuş görünüyor.

Kılıçdaroğlu, kimlerin Sözcü’sü oldukları hepimizin malumu olanlarla didişmeyi bırakıp, bize kimlerin hangi telkinleri ve vaatleri doğrultusunda “elinin kolunun bağlandığını” anlatmalıdır.

Yüzde elli yüzde elli hali sürüyor

Seçim sonuçlarına bakıldığında 2023 seçimlerindeki denge görüntüsünün sürdüğü anlaşılıyor. O zaman da, iktidar ve muhalefet koalisyonları bu seçimlerdeki kadar oy almışlardı. Ağır ekonomik koşullara rağmen bu dengeyi bozacak bir seçmen davranışı ortaya çıkmadı.

Fark, İYİP, DEM, Zafer Partisi olaylarının bir bölümünün CHP’ye kaymış olmasıdır.

Bu sonuçlar, muhalafetin etkisini arttıracağı koşullarda, siyasetin yeniden dizayn edilmesi, özellikle de, Cumhur İttifakı’nın çözülmesi gibi bir sonuca yol açabilir. Bunun için muhalefetin tavrının belirleyici bir öneme sahip olduğunun vurgulanması gerekir.

CHP, 1989’daki belediye seçimlerinde de benzer bir çıkış yapmış, ancak bu çıkış, aynı zamanda, barajın altında kalacağı bir sürecin başlangıcı olmuştu.

Yani muhalefetin bu sonuçlarla siyaseten ne yapacağı önemlidir.

Tayyip Erdoğan’ın bu yeniden oluşan muhalefete karşı yapacağı hamleler olacaktır elbette. En etkili müdahalesi, Yeniden Refah Partisi ve DEM’i yanına çekmek olabilir. Bunu yapabilir mi, mevcut ittifakı yenileyebilir mi? Büyük ödünler vererek yapabilir. Bu ödünler de onun bilindik otoritesinin dramatik olarak erozyona uğramasına yol açar.

Ancak mevcut halde, hiç bir şey olmamış gibi de devam edemez. Aksi halde, iç politikada, dış politikada atacağı her adım, muhalefetin kazançlarına dönüşür. Sonunu hızlandırır.

O kadar öyle ki, artık bombalar patlatılarak, “sınır ötesi operasyonlar” yapılarak da bu durumdan çıkılamaz.

Biden’ın Erdoğan’a destek olmak için seçimler öncesinde onu mayıs ayında ABD’ye davet etmesi de işe yaramamış görünüyor. Elbette Biden bu desteği bedava vermiyor. Erdoğan’dan beklentileri var. Bu sonuçlar Erdoğan’ın ABD’ye daha fazla dayanmasını gerektirecektir.

Şu an itibarıyla Erdoğan’ın siyasal manevra alanı daralmıştır. Bu alanı genişletebilir mi? Genişletebilir, ancak bunu yaparken, bilindik “güçlü lider” imajı çok zarar görür. Artık içte ve dışta anlamlı ödünler vermeden siyasal durumu toparlayamaz.

Erdoğan’ın hareket alanını sadece bu seçim sonuçları daraltmıyor. Emperyalizmin küreselleşme stratejisiyle tamamen jeo-politik bir olgu haline dönüşmüş olan kapitalist ekonominin isterlerini yerine getirme zarureti de iyice elini kolunu bağlıyor.

Ya ödünler verecek ya da, kendi tabiriyle, “dikleşerek” rejimin bir iç patlamayla ortadan kalkmasına neden olacak. Her durumda, kendi yarattığı Yeniden Refah Partisi ve/veya bekacı “güvenlik devleti” ni hesaba katmak ihtiyacı ağır basacaktır. Adı anılan parti olası yeni kombinasyonlarıyla , AKP yapısı için çözücü bir işlev görme potansiyeline sahiptir.

CHP’ye gelince, bu sonucu sadece kendi eforuyla yaratmamıştır. Evet, lider değişikliğinın olumlu bir etkisi olmuştur. Ancak, o malum yüzde 25-27 aralığının üzerinde bir çıkış yapamamıştır. Partinin siyasal kırılganlığı artmıştır. Kabul etmek gerekir ki, parti ve İmamoğlu’nun iki ayrı vektör olarak varlıkları teyit edilmiştir.

Tam da sermaye sınıfının arzuladığı şekilde. Sermaye, bir yandan CHP’nin bu siyasal halini partinin kendisine karşı; diğer yandan da, İmamoğlu’nu Tayyip Erdoğan’a karşı kulllanabilme olanağını elde etmiştir.

Önümüzdeki siyasal gelişmeler bu hali veri alacaktır.

Dip dalga mı geliyor?

“Dip dalga” bir denizcilik tabiri. Okyanuslarda yüzey sakin görünürken biraz derinde güçlü bir akıntının bulunduğu durumu ifade etmek için kullanılıyor.

Belli bir toplumsal-siyasal davranışı izah etmek için bu denizcilik terimi, tabii gizemli bir imayla, son yıllarda revaçtadır.

Son seçimlerde genellikle sol muhalefet, ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu ekonomik-toplumsal koşulları dikkate alarak bir “dip dalga” beklentisi içinde oldu. Bu seçimlerde de bu tür bir beklenti içinde olanlar düş kırıklığına uğrayacaklar.

2007 seçimlerinden beri bu tür dip dalga sadece AKP için gerçekleşti.

Zaten genellikle bu tür toplumsal-siyasal davranışlar sağ adına gerçekleşir. Sol, sessiz ve derin akıntılara kapılarak iktidara yürümez. Solun yürüyüşü kavga gürültülü, kısacası, göstere göstere olur.

Solun kitlesi edilgen, milliyetçi ve/veya dinci ideolojilerle afyonlanmış, biata hazır bir kitle değildir. Solcu dövüşerek iktidara yürümek zorundadır. Sağcı teslim olarak. Solcu dipten yüzeye, yüzeyden dibe dalgalar halinde ilerler; sağcı dip akıntısına kapılarak.

Solcunun bu kabarması devrimi, devrimleri getirir. Sağcının sürüklenişi faşizmleri, karşı-devrimleri.

Bu seçimin sonucu da öncekilerden pek farklı olmayacak. Ana muhalefet, 2-3 eksik, 2-3 fazla, önceki belediye seçimlerinde elde etmiş olduğu konumlarını koruyacak.

Ekonomik sıkıntılar, üç büyük kentteki emeklilerin, orta sınıfın genelinin artan ekonomik sefaleti Türkiye çapında AKP aleyhine bir büyük toprak kaymasına neden olmayacak. Buna deprem bölgesini de dahil edelim.

On bin liranın İstanbul, Ankara, İzmir’de temsil ettiği değerle, Konya, Trabzon, Gaziantep’te temsil ettiği değer eşit değil. Sonra, bu coğrafyada halkın çoğunluğu tarihsel olarak devlet gücünü temsil eden ya da ona en yakın görünene itibar eder.

Burada sorun, muhalefetin Türkiye’nin en dinamik, ekonomik olarak en üretken, en güçlü il ve ilçelerini yönetmesine rağmen buralardan Türkiye’yi kontrol edebileceği, iktidarı hedefleyen bir siyaset üretememiş olmasıdır. Bunun için de, öncelikle siyasal bir irade ön koşuldur. Böyle bir olgu bugüne kadar ortaya çıkmamıştır.

Bence bu seçimlerin en kayda değer sonuçları, İmamoğlu’nun önünün siyaseten açılması ve sol sosyalist, komünist oyların bir miktar yükselmesi olacaktır.

Bir de tabii daha önemlisi, seçimlerden sonra Türkiye’de siyasal oyun kartlarının yeniden karılması olasılığının yüksek olmasıdır. Bir kere devlet, iktidar bloğu Tayyip Erdoğan’a sıkı sıkı tutunmuş durumda. Onun konumunu zayıflatacak olası gelişmelere, girişimlere izin vermemek için her yolu deneyecekler. Devletin içinde yer aldığı uluslararası bağlam için de (şimdilik) aynı durumun geçerli olduğu görülüyor.

İmamoğlu, bugün ABD’de Trump’ın gördüğü muameleye benzer müdahalelere, engellemeler maruz kalıyor. Bu durum devam edebilir.

Türk devletinin özellikle 2015’den beri kuruluşuna hizmet ettiği ve halen tutmaya çalıştığı suni jeo-ekonomi-politik dengeye yüklenilirse, kartların yeniden karılmasıyla kalınmayacak, kartların yeniden dağıtılması ihtiyacı da doğacaktır.

Emperyalizm çağında uluslararası terör jeo-ekonomi-politik bir olgudur

Tarihsel dönemler ve olaylar arasında doğrudan benzerlikler kurmak her zaman yanlıştır. Ancak, bugünden bakarak belli bir dönemi ve belli olayları kendi koşulları içinde değerlendirerek, günümüz için taşıdıkları anlam üzerinde düşünmek, tartışmak doğrudur.

Kapitalizmin ilk büyük bunalımını yaşadığı 19.yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalist ülkeler ve onların vasalları arasındaki gerilimlerin şiddetlendiğini, yer yer lokal vekalet savaşlarına, hükümet darbelerine, siyasal devrimlere, ekonomik engellemelere, o zaman anarşistlerin başlıca vurucu gücünü oluşturdukları uluslararası terör, suikast olaylarına yol açtığını, bunların da özellikle “büyük” Avrupa coğrafyasında yaygınlaştığını görürüz. Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken bu tür gerilimlerin, olayların ivme kazanmış olduğu açıktır.

Bütün bu olay ve olgular güç mücadelesi içindeki rakip devletlerle bağlantılıdır kuşkusuz. Ancak elbette buradan hareketle bu güçlerin bir film senaryosu yazar gibi, olayları, oyuncuları, rolleri belirledikleri, “motor” komutu vererek aynen sahneledikleri sonucu çıkartılmamalıdır. Reel hayatın, koşulların, tabii karşılıklı mücadelenin engellemeleri, kısıtlamaları, rayından çıkarmaları söz konusudur. Kontrol dışı kalmalar, özerk hareket alanları her zaman dikkate alınmalıdır.

Uluslararası terör örgütlerinin uluslararası kabul edilmelerinin nedeni, bunların güç mücadelesi içindeki devletlerle olan varoluşsal bağlantılarıdır. Her zaman kontrol altında tutulamasalar bile güç mücadelesinin belli evrelerinde bu mücadele içindeki güçler bakımından vazgeçilemez işlevsellikleri olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Bu modern terörün yaratıcısı ve sahadaki yönlendiricisi emperyalizmdir. Son yetmiş yıllık zaman içinde NATO’nun yadsınamaz bir mücadele yöntemidir.

ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler, doğrudan bir savaşı göze alamadıkları koşullarda, vekalet savaşlarını ve uluslararası terör aracını devreye sokuyorlar. Bunlar biliniyor.

Halen “büyük” Ortadoğu’da ve Ukrayna’da emperyalizm adına vekalet savaşları sürüyor. Bu savaşlarda, genellikle olduğu gibi, terörist örgütler de kullanılıyor. Bir kere ABD kendi aleyhine çalışan hiç bir terör örgütünü yaşatmıyor. Uluslararası sahada kararlı bir şekilde (zaman zaman tabelasını değiştirerek de olsa) etkinlik gösteren bir terör grubu varsa, onun şu ya da bu dolayımlarla ABD’nin himayesinde olduğunu hiç tereddüt etmeden belirtmek gerekir. Bugün bu gerçeğin altını kararlılıkla çizmek gerekiyor.

Şunu da ilave edeyim, bugün ne Rusya ne de Çin bu uluslararası terör örgütlerini kullanabilme kapasitesine sahiptir. Rusya’daki gibi büyük çapta terör olaylarını yaratmaları bugün için olanaklı görünmüyor. Hatta bu iki ülkenin söz konusu terör örgütleriyle mücadele edebilmesi de güçtür. Tabii bunda Suriye ve Ukrayna’da yapılmış olan ihmallerin, hataların da önemli bir rolü vardır.

ABD , vaktiyle Britanya, hiç bir zaman sıfırdan terör örgütleri kurmadılar. Kurmazlar. Birtakım politik ideolojiler ve idealler etrafında, birtakım marjinal gruplar tarafından oluşturulmuş yapılara nüfuz ederek onları içlerinden yönlendirirler. Örneğin Müslüman Kardeşler örgütü, İslami idealler etrafında küçük bir grup idealist İslamcı tarafından kurulmuş, Osmanlı hilafet devletinin yıkıldığı, işbirliği halindeki anti-emperyalist Sovyet ve Kemalist güçlerin Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarını tehdit ettiği koşullarda, emperyalist siyaset adına ideolojik ve siyasal olarak yönlendirilmişti.

Rusya’daki terör saldırısını doğrudan IŞİD ve/veya en az son on yıldan beri egemen bir devlet olarak varlığından söz edilmesi olanaklı olmayan Ukrayna devletinden hareketle izah etmeye çalışmak doğru olmaz. Elbette onların rollerini yadsıyamayız. Ancak, ikisi de emperyalistlerin Rusya’ya karşı vekalet savaşlarında kullandıkları araçlar olarak görülmek gerekir. Kendi başlarına böyle bir olayı planlayıp, uygulayamazlar.

Dikkat ediniz, bu tür terör saldırılarına vekalet savaşlarının yapıldığı, düşman ilan edilmiş Rusya ve Çin’in etkin oldukları coğrafyalarda daha çok rastlıyoruz. İran, Rusya, Irak, Afganistan, Libya, Nijerya, Nijer, Mali, Çad, Sudan vb. Bu terör saldırılarının temel gayesi, siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklar yaratarak, rakip ya da düşman görülen güçleri zayıflatmaktır. Bir de tabii, raydan çıktığı düşünülen vasallara tekrar bir ayar vermektir.

Mesela, bu tür bir ayar vermeye, Merkel ve Hollande ikilisinin Minsk’te, ABD’nin itirazlarına rağmen kurulan barış görüşmeleri çerçevesinde Putin’i ziyaret etmeye hazırlandıkları bir sırada Paris’te patlayan Charlie Hebdo saldırıları örnektir. Malum, Merkel ve Hollande kendilerine verilen ayarla hizaya sokulmuşlardı.

Bugün Ukrayna’da binlerce NATO askeri ya da “uzman”ı bulunduğu sır değil. ABD ve İngiltere Ukrayna’daki cepheyi takviye ederek genişletmek istiyorlar. Bunu da saklamıyorlar. NATO çerçevesinde politik vasallar haline getirilmiş müttefiklerin bu savaşta daha etkin bir şekilde yer almaları için ikna edilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz.

Hep söylüyorum, ABD’nin zamanı yok. Hızlı hareket etmek zorunda. Bugün orada egemen olan güçler, her geçen günün hegemonyanın sürdürülebilirliği açısından aleyhlerine işlediğini görüyorlar. O kadar öyle ki, içeride Trump’ın temsil ettiği sermaye güçlerinin, oligarşilerin giderek yoksullaşan, eski toplumsal-ekonomik konumlarını giderek yitiren geniş halk sınıflarının desteğini alarak ülkenin kontrolünü ele geçirebileceğini dahi öngörebiliyor. Trump engellenmek isteniyor. İkna edilemediği görülüyor. Söz konusu güçler halen NATO’yu geri dönülmesi zor bir yere doğru iterek bir momentum yaratmaya çalışıyorlar.

Konu açılmışken, medyamızdaki bazı “anti-emperyalist”, “demokrat” figürlerin ABD’deki seçimler söz konusu edildiğinde, Biden lehine, Trump aleyine, yani ABD’deki ve genel olarak Batı dünyasındaki “aydınlanmış” çevrelerle birlikte hareket ettiklerini, onlar gibi düşündüklerini görüyoruz. Şaşırmıyorum tabii. Emperyalizm, emperyalist siyaset, ABD ve Nato’nun uluslararası müdahaleleri gibi konularla ilgilenmeyen, daha çok yaşam tarzlarının savunulmasına odaklanan iç politik kaygulardan hareketle değerlendirmeler yapan Amerikalı liberallerin siyasal konum ve davranışlarını sahiplenmenin, özellikle bizim gibi emperyalist siyasetin mağduru olan halklar açısından bakıldığında, ahmakça olduğunu vurgulamakla yetiniyorum.

Ukrayna’daki savaşa ivme kazandırmak bakımından Rusya’nın her açıdan, moral olarak da, zayıflatılması, fevri davranmaya teşvik edilerek hatalar yapması arzulanıyor. Bu arada, Rusya’nın ve Çin’in yanlışlarından, hesap hatalarından önceki yazılarda söz etmiştim. Yinelemek istemiyorum.

Vurgulanması gereken bir başka nokta da şudur: En son Rusya seçimlerinde de gördük. Artık bu kapışmaya doğrudan taraf olan ülkelerde “şaibesiz” bir seçim beklemeyelim. Türkiye’de de, kendisine NATO’nun lojistik destek üssü işlevinin yüklenmiş olduğu koşullarda, “şaibesiz” seçimler yapılamıyor. Yapılamayacağı da öngörülmelidir. Nitekim, Mayıs ayındaki başkanlık seçimi AKP rejimi için gerçekte kaybedilmiş seçimdi. Ancak, belediye seçimlerinde bu vak’anın tekrar edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu seçimler (en azından) kısa erimde rejimin geleceği açısından belirleyici olmayacak gibi görünüyor. Bunu daha çok Meclis muhalefitinin siyasal tavrından hareketle söylüyorum.

Emperyalistler açısından, Rusya ve Çin açısından da bugün için Erdoğan’la devam etmek eğiliminin güçlü olduğu görülüyor. AKP rejiminin uluslararası alanda hareket alanının daralmayacağı, tersine, koridor ihtiyacı bakımından genişleyebileceği dahi öngörülebilir. Yönetimin iç yapısında birtakım tadilatlarla, ama sürekli otoriterleşerek, yeni ihtiyaçlara yanıt verebilir. Bunu daha önce de bir çok kez yapmıştı.

Erdoğan rejimi seçimde yapamadığını, ihtiyaç duyulduğunda, hali hazırda oluşmuş olan, seçimlerden sonra daha da pekiştirilecek “anayasal” ya da başka bir ifadeyle “hukuksal” araçları kullanarak çok daha etkili şekilde yapabilir.

Bu arada, ABD’deki başkanlık seçimleri sürecini dikkatle izlemek gerekir. Orada da sağlıklı bir seçimin gerçekleşmeyeceğini öngörmek meşrudur. Zaten ABD’nin seçim sistemi, “ön seçiçiler kurulu” nun varlığı dolayısıyla müdahaleye açıktır. Bunu ihmal etmeyelim. Daha önceki, mesela, Bush ve Al Gore arasındaki seçimi hatırlayalım. Birden’ın kazandığı seçimi de gerçekte Trump’ın kazanmış olduğu iddialarını da ciddiye alalım.

Son olarak, hem dünyadaki hem de ülkemizdeki giderek ısınan gelişmeler karşısında, dağınıklığa son vermek için küçük hesapları bir yana bırakıp, sol devrimci bir odak oluşturmak için vakit kaybetmeden harekete geçmek elzemdir. Ülkenin ve bölgenin devrimci sosyalist bir platforma ihtiyacı var. CHP’nin, DEM’in peşine takılmak bizi buralara kadar getirdi. Buradan çıkmamız lazım.

Yerel seçimlerden sonra ne olacak?

Yerel seçimler öncesi toplumdaki havaya bakıldığında, seçimlerden sonra ülkedeki mevcut siyasal halin anlamlı ölçüde değişmeden süreceği öngörülebiliyor.

Daha önce bir çok kez söylemiştim. İktidar ve muhalefetiyle, AKP rejimi eski dünya düzeninin çöküşünden sonra Anglo-Amerikan hegemonyasının sönümlenme sürecinin ivme kazanmış olduğu koşullarda, ABD’nin bu iniş halini rakipsiz bir dünya egemenliği kurarak yükselme yönüne çevirmeyi planladığı sıralarda, süreç içinde oluşturuldu.

ABD’nin bu hevesini gerçekleştiremeyeceği sahada teyit edildi. İlk kez 1. Napolyon döneminin kapanmasından sonra ortaya çıkan Britanya (daha sonra ABD) ve Rusya’nın esas tarafları oluşturdukları “sürekli” soğuk savaşın (her farklı evresinde olduğu gibi, farklı görünümleriyle) tekrar alevlenmesi, başka bir ifadeyle, yeni uluslararası dengelerin yeni bir dünya düzeni için arayışları zorlaması, bu sürecin çeşitli bölgesel savaşlar, ekonomik yaptırımlar, finansal globalleşme görünümlerinde dal budak salarak devam etmesi, AKP rejiminin dayanıklılığının zeminini hazırladı.

Söz konusu rejim bu dengeler arasında salınarak, ama hiç bir şekilde içinde yer aldığı emperyalist bağlamdan kopmadan, tersine, 19.yüzyıldan beri (kısa sayılabilecek ara dönemler dışında) hep yapılmış olduğu gibi, aynı bağlam içinde kendisi için biçilmiş tampon ve/veya koridor rollerini hakkını vererek oynamaya devam etti. Etmeyi sürdürüyor.

Benzer bir durum 2.Abdülmamid’in 33 yıl sürmüş istibdat rejimi için de geçerliydi. Bu kez “Küçük Napolyon” devrinin kapanmasıyla, Fransa’nın Britanya’nın hegemonyasını kabullendiği, Almanya’nın emperyal hevesleri bakımından cesaretlendiği, Rusya ve Britanya arasındaki soğuk savaşın yeni bir evresine ulaştığı koşullarda, 2.Hamit rejimi bu dengeler arasında salınabileceği siyasal manevra alanına kavuşmuştu. Tabii, Britanya’nın belirlediği çerçevenin dışına çıkmadan, onun talebi olan Rusya önünde tampon işlevini aksatmadan…

Hatta Osmanlı’nın daha Kırım Savaşı’ndan önce bu tampon işlevini benimsemiş olduğunu biliyoruz. 19.yüzyıldan beri sık sık Rusya ile yapılan savaşları, Britanya adına vekalet savaşları olarak görmek de mümkündür.

Günümüze gelirsek, bu seçimlerden sonra da bu rejim muhtemelen sona ermeyecektir.

CHP adaylarının önceki seçimlerde olduğu gibi, kahir ekseriyeti tarihsel olarak ülkenin batısında ve kuzey batısında konumlanmış (reel) büyük kentleri kazanmaması beklenmiyor.

Sadece İstanbul’un ilçelerininin neredeyse tamamı, özellikle de, CHP’nin kontrolünde olanlar, Anadolu’da AKP-MHP ittifakının elinde olan illerin neredeyse tamamından reel olarak daha büyük.

Türkiye’de siyasal olarak bir şey kurmak istiyorsanız, tarihsel olarak, batıya ve kuzey-batıya hakim olmanız gerekir. Türkiye’nin diğer bölgeleriyle yıkabilirsiniz, ama kuramazsınız.

Osmanlı devrinde de böyleydi. Cumhuriyet devrinde de bu gerçek değişmedi. Osmanlı’nın ortaya çıkması, yükselmesi kendisini batıda sağlama almasıyla olanaklı olmuştu. Cumhuriyeti yükselten Kurtuluş Savaşı da esas olarak bir Batı Cephesi operasyonuydu. Batıda, şu ya da bu derecede, Batı kültürüyle yetişmiş kadroların öncülüğünde gerçekleşti.

Coğrafyamızda tarihsel olarak, kurucu, devrimci siyasal iradeler batıdan çıktı. Sonradan kendisi için yıkıcı bir şekilde araçsallaştırılacak iç bölgelerin “milli iradesi” ni de bu devrimci irade yaratmıştı.

“Milli irade” ile siyasal olarak yıkarsınız, karşı-devrim yaparsınız, ama kuramazsınız. Kurmak için devrimci irade lazımdır. O da sağın hakim olduğu iç bölgelerden çıkmaz.

Bugün Türkiye’deki siyasal açmaz, toplumsal-siyasal dinamizmin, içleri kontrol eden gerici “milli irade” ye dayanan iktidar ile reel kentlere egemen sözde ilerici, devrimci iradenin (düzen adına) siyasal vesayetçisi rolünü üstlenmiş düzen muhalefeti arasında sıkışmış olmasıdır. İkinci durum, yani bu sözde vesayet ortadan kaldırılmadan, birincisi alt edilemez.

Aksi halde, bu mevcut siyasal durum halk kitlelerine verdiği azabı arttırarak derinleşmeye devam edecektir. Yani, yolsuzluk, arsızlık, hukuksuzluk, yağma, şiddet, çürüme derinleşerek sürecektir.

Sözde ilerici vesayetçilerin bu gidişatı değiştirmek gibi bir dertleri yok. Farklı bir programları yok. Tek istedikleri iktidar konumlarına, aynı şeyleri farklı şekillerde yapmak gayesiyle, kendilerinin yerleşmesidir. Yani AKP rejimini kendi liderliklerinde sürdürmektir.

Tıpkı iktidardakiler gibi, onlar da meşruiyet iddialarını “konu mankeni” derekesine indirgenmiş seçmenler üzerinden bu “sandık demokrasisi” ne dayandırıyorlar. Bu çerçevede, ülkenin en dinamik toplumsal kesimlerine dolap beygiri işlevi yüklüyorlar.

AKP-MHP iktidarı seçimlerden sonra da hukuk ihlallerini sürdürecek, anayasal hakları tekrar daraltacak. Daralttığıyla da yetinmeyecek, verdiği kadarını da uygulamayacak. Kayyumlar atamayı (hatta ülkenin batısındaki büyük kentlere dahi) sürdürecek. İçini kendi adamlarıyla doldurduğu Anayasa Mahkemesi’ni fiilen işlevsizleştirecek. Yani bilindik etkinliklerine ara vermeyecektir.

Ele güne karşı anayasal meşruiyeti için gerekli görerek koyduğu yeni kuralları, daha önce de defalarca yaptığı gibi, bir süre sonra ayakbağı olarak görecek, mutlakiyetçi bir anlayışla, işbirlikçi sermaye sınıfı adına ve lehine oluşturduğu bu siyasal döngünün sürmesi için gayret sarf edecektir. Bunları hepimiz biliyoruz.

Tabii ülkenin içinde yer aldığı uluslararası bağlam da bütün bu iç gelişmelere çanak tutmaya devam edecek gibi görünüyor.

Ukrayna’daki savaş yeniden ivme kazanacak, savaş alanının başka bölge ülkelerini de, şu ya da bu ölçüde, içine alacak surette genişlemesi teşvik edilecektir.

Ortadoğu’da, ABD, Suriye ve Irak’taki askerlerini geri çekmek istiyor. Trump’ın bu konudaki tavrı belli. Biden da böyle bir düşüncelerinin olduğunu bu yakınlarda söylemişti.

Bu bağlamda, hem Karadeniz’de hem Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye farklı roller verilmek istenebilir. Bu taleplere verilecek yanıtlar iç siyasetin seyrini etkileyebilir. Özellikle de AKP-MHP koalisyonunun sürmesini güçleştirebilir. En azından, bu koalisyonda bazı zorunlu tadilatlar yapılmasını gerektirebilir.

Özcesi, bugünkü yönetim seçimleri kazansa da kaybetse de, demokrasi, siyasal haklar, “hukuk devleti” konularındaki hareket şekli değişmeyecek, tersine, mutlakiyetçi bir anlayışla ivme kazanacaktır. Bunları kolayca tahmin edebiliyoruz.

Gelgelelim, bütün bu öngörülerimize rağmen devrimci siyasetler olarak işbirliği yapmakta müşküllerimiz var. Yerel seçimler fırsat olarak görülüyordu. Ancak, beklenen işbirliği en azından bazı yerelliklerde sağlanamadı.

Bütün halkı örgütleyemesiniz, böyle bir çaba anlamsızdır, ama bu tür işbirlikleriyle geniş kitlelerin siyasal iradesini birleştirebilirsiniz. Bu ikincisi çok daha pratik ve emin bir yol değil mi?

Hep aynı hikaye

Evet, yine bir seçime gidiliyor. Muhtemelen bu seçimden sonra kapıda referandum bekliyor olacak.

Türkiye’yi kontrol eden güçler bu işi çözdüler. 2007’den beri hepsi şaibeli, hatta en kritik olan bazısının sonuçları resmen, yasal olarak geçersiz olduğu halde bir seçimden ve bir referandumdan diğerine koşturuluyoruz.

Bu popülist rejim dinamizmini bu sürekli daraltılan siyasal alanda, sürekli güdümlenen “milli irade” kurgusundan alıyor.

Biliyoruz, dünya sermaye sınıfı, Mussolini, Hitler deneyimlerinden sonra siyasal olarak açık faşizmin maliyetli ve üstelik kullanışlı olmadığını idrak etti, popülizmler onun yerine ikame edildi.

Popülizmi sermaye sınıfı nezdinde pek kullanışlı kılan en temel özelliği, anti-entelektüel süreçler marifetiyle vasatlaştırdığı, kaşıkla ver/kepçeyle geri al taktiğiyle uyguladığı ekonomik rüşvetlerle satın aldığı, dinci-milliyetçi çağrılarla mest ettiği kitlelerin kafasını mezbeleye çevirmesidir.

Bunu sadece sıradan insanlar üzerinde değil, eğitimli, nispeten entelektüel seviyesi yüksek olarak kabul edilen kesimler üzerinde de başarıyla uygulayabiliyor. Sadece Türkiye’de de değil, gelişmiş denilen dünyada da bunu becerebiliyor.

“Sağlıklı seçim” konusunda da durum pek farklı değil. Mesela, Clinton’ın başkanlık dönemlerinden sonra ABD’de şaibesiz seçimler yapılamıyor. Muhtemelen son başkanlık seçimlerini (seçim süreci boyunca yapılan bel altı tabir edilen vuruşların hedefi haline getirilmiş olmasına rağmen), sandık sonuçlarına göre, Trump kazanmıştı.

Buraya doğru yol kat edilirken, burjuva demokrasilerinin o bilindik ideolojik olarak ayrışmış düzen partileri, merkezin sağ ve solu tasfiye edildi. Popülist araçlarla hepsi aynı hizaya getirildi. Mesela, artık bir “sosyal demokrasi” yok. Olması da olanaklı görünmüyor. O bir ikinci enternasyonal sosyalizm anlayışı olarak varlığını, üçüncü enternasyonal sosyalizminin reel varlığına borçluydu. Bu ikincisi sona erince, birincisinin varlığı da gereksiz hale geldi.

ABD’de sermaye sınıfı özellikle 2.Dünya Savaşı sonrasında, antagonist olmasa da, farklı çıkarları ya da öncelikleri temsil eden, oligarşik fraksiyonlar halinde yeniden örgütlendi. Bundan dolayı orada klasik faşist diktatörlük olanaklı olamadı. Bugün de, Trump’ın maruz kaldığı muameleye bakılırsa, Türkiye dahil, bir çok örneğinde, faşizmin yeni koşullardaki görünümü olan popülizme geçit verilmek istenmiyor.

ABD popülizmle yönetilemez. Popülizm, Trump’ın icraatları sırasında da görüldüğü gibi, devletin bütün kurumlarıyla konsolide olmuş “demokratik” diktatörlüğünü sulandırmak gibi göze alınması olanaklı olmayan bir riski içeriyor. Üstelik de dünya siyasetine egemen olan düzensizliğin büyük bir savaş tehlikesi yarattığı koşullarda…

Yerel seçimler yaklaşırken, son on küsur yıldan beri hemen her seçim öncesinde duymaya alıştığımız, ” bu seçimler AKP’nin geriletilmesi veyahut alaşağı edilmesi bakımından çok önemli, çok kritik, yoksa felaket olur” yollu uyarılar tekrar tedavüle sokuldu.

Buna bir siyaset olmadığı için itiraz edenlere, aslında bunun iktidarla birlikte rejimin siyasal bileşeni olan, iktidarla birlikte süreç içinde rejimin sürdürülebilirliği için dizayn edilmiş muhalefetin, dolayısıyla da rejimin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağını söyleyenlere, “çocukluk hastalığına yakalanmış ” sapkınlar muamelesi yapılmak isteniyor.

Bu dünya ve bölge koşullarında, bu rejimden seçimler yoluyla kurtulmak mümkün görünmüyor. Zaten hep söylüyorum, seçim yapılmıyor. Adeta bir danışıklı siyasal oyunun figüranları haline getirildik. Şu kadar zaman geçti, son başkanlık seçimlerinde olup biteni, bütün açılarıyla, hâlâ niye okuyamıyoruz?

Rejim sadece düzen partilerini değil, sosyalistleri, komünistleri de çekip çeviriyor. Onları da, işine geldiği ölçüde, bu “milli irade” yanılsamasının oluşturulmasında kullanarak siyasal meşruiyetinin yeniden üretilmesine dahil ediyor.

Yanı sıra sol, belediye seçimleri gibi yerelliklerde çıkış yapma olasılığının bulunduğu koşullarda dahi anlamlı, geniş işbirlikleri yapamıyor. İddialı olunabilecek yerlerde, esas olarak, diğer sosyalist seçeneklere rakip olunuyor. Rejim daha ne ister?

“Geri bırakılmış bölge ” retoriğini sakız gibi çiğneyenler, orada belli bir yerde bir mevzi kazanıyor. İyi işler de yapıyor. Orada devam ederek, etrafına da örnek olma olanağı varken, nedense, gelişmiş Batı’ya kapak atmak, Dimyat’a pirince gitmek ihtiyacı duyuyorlar.

Kürt siyasetine gelince, bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu rejimin ve onu arkalayan uluslararası güçlerin doğal müttefiki olarak görülmek gerekir. Türkiye’nin demokratikleşmesi,, “demokratik cumhuriyet”, bu rejime, onun entegre olduğu emperyalist siyasete karşı cepheden mücadele etmekle olanaklı olabilir. Bu yolda son yirmi küsur senede Kürt siyaseti ne yapmış, hangi katkıyı sağlamış? Bu koşullarda, özellikle “açılım”dan itibaren girdiği yoldan çıkması olanaklı görünmüyor.

“Seçimleri çıkıp protesto edelim” demiyorum. Çünkü bu davetin de bu koşullarda siyasal bir anlamının olmadığının farkındayım.

Yapılması gereken, emekçileri, halk sınıflarını devrime, devrimden başka bir yolun çözüm olmayacağına ikna etmektir. Bu kısır döngüyü kırmanın tek yolunun devrimci sosyalist iradenin yol göstereceği bir siyaset olduğunu ısrarla anlatmaktır. Devrimci enerjimizi buna hasretmemiz gerekiyor. Devrim demek iktidar demektir. Bunu unutmuyoruz.

Devrim talep etmek, iktidar ve muhalefetiyle bu rejimin gayri meşruluğunu ilan etmek, ondan kopmak demektir.

Öyleyse, zam, zulüm,işkence rejimine karşı tek yol devrim!

AKP hilafeti geri getirmek mi istiyor?

AKP’nin mevcut siyasal literatürde bulunan kavramlar çerçevesi içinde tanımlanması güç düzensizlik düzeni, iki dünya savaşının ardından, yani daha öncekiler gibi savaş ya da savaşlar marifetiyle kurulmuş, dünya düzeninin çökmesinden sonra oluşan kaotik ortamda gerçekleşti. Halen iktarda bulunması, dünyadaki düzensizlik hali hesaba katılmadan açıklanamaz.

Aynısını, pekala Sovyet Devrimi ve bizim Cumhuriyet Devrimi içinde söyleyebiliriz. Her iki olay da, dünyada “pax Britanica” tabir edilen hegemonik düzenin çöktüğü, 1946’ya kadar yeni bir dünya düzeninin kurulamadığı düzensizlik koşullarında yükseldiler.

AKP, öncelikle, dünya hakimiyetini adeta panik halinde ilan etme ihtiyacı duyan ABD’nin hakimiyetini kurmasında kullanacağı araçlardan biri olarak tasavvur edildi. Zemin temizlendi. Önü açıldı.

Zaman içinde, bu Anglo-Amerikan hakimiyetinin olanaklı olamayacağının anlaşılmasıyla, AKP’nin üzerindeki kontrol gevşedi. Görece daha geniş bir siyasal hareket alanı buldu.

Ancak, ihmal edilen bir konu var. Eğer emperyalistlerin çıkarlarına hizmet edecek bir iktidar ya da rejim projesi hazırlanacaksa, bunun muhalefetinin de tasarlanması gerekir.

AKP iktidarının yerleşme sürecine koşut olarak muhalefetin de dizayn edildiğini gördük. Mesela, 6’lı Masa’nın bugün artık yerine getirmiş olduğu işlevi daha net olarak kavrayabiliyoruz. Tabii bu dizayn halen devam ediyor.

AKP’nin bu kadar dayanıklı olmasının önemli bir nedeni muhalefetsiz oluşu. Veyahut, aynı anlama gelmek üzere, muhalefeti sürekli dizayn etmesi. Daha önce bir çok kez söylediğim şeyi yineleyeceğim: Somut pratik anlamında, iktidarı alma hedefi, kararlılığı olan bağımsız bir siyasal heyet bugüne kadar ortaya çıkmadı. Niyetler, niyetliler olabilir, ama bir siyasal-programatik kararlılıkla uygulamaya geçmek başka bir şeydir.

Doğrusu, AKP de bu tür olası niyetleri iyi okuyarak muhalefetin kontroldan çıkmasını engellemeye yönelik adımlar attı. Son başkanlık seçimlerinde buna bir kez daha tanık olduk. Halen AKP’nin muhalefeti dizayn etme mesaisi devam ediyor.

Bu anlamda, yani rakiplerinin ve olası rakiplerinin edimleri üzerinde yönlendirici bir kapasiteye sahip olma anlamında, AKP gerçekten iktidar sahibidir. Bu sayede ülkeyi, ihtiyaç duyduğunda, “olağanüstü hal” ilanlarıyla müdahale edebildiği bir düzensizlik içinde yönetiyor.

AKP, dünyada ve ülkede, bir düzen kurulursa, bunun iktidarının sonu olacağının gayet iyi farkında. Deniliyor ki, “AKP eski rejimi, cumhuriyeti yıktı; ama yerine yeni bir şey kuramadı”.

Bir kere, Cumhuriyet AKP devrinde, öyle üç beş yılda, yıkılmadı. Cumhuriyet, 1946’dan itibaren (ama ilk somut hamle Bayar’ın 1937’deki başbakanlığıdır) yeni bir yörüngeye girme kararı aldı. Yazgısını hararetle taraf olduğu soğuk savaşın yazgısına bağlamış oldu.

Bu kararın, olumsuz bir vurguyla, sorumluluğunu tek başına İnönü’ye yüklemek haksızlıktır. Türkiye Tanzimat’tan beri izlediği doğrultuyla tutarlı bir tercih yapmıştı. Uluslararası kapitalizme entegre bir burjuva cumhuriyeti Tanzimat’ın nihai hedefiydi.

Cumhuriyet Tanzimat’ın programını kararlılıkla uyguladı. Bilindiği gibi, bu program bu hedefe ulaşmanın kültürel bir dönüşüm gerçekleştirilmeden başarılamayacağını öngörmüş, uzun bir zaman için kültürel dönüşümlerin, inişli-çıkışlı tempolarıyla, toplumsal-ekonomik değişimlerin önünden koştuğu bir süreç görünümü kazanmıştı.

Tanzimat’ın siyasal yöntemini benimsemiş Cumhuriyet’te de bu görünüm devam etti. Tanzimat ve onun siyasal zirvesi olan Cumhuriyet bir uygarlık değiştirme programı olarak görülmek gerekir.

Elbette böyle kapsamlı ve iddialı bir programın tam anlamıyla kendisini gerçekleştirmesi beklenemezdi. Özellikle de toplumsal dönüşümlerin görece ihmal edildiği koşullarda. Bu iddialı program, kendi mecrasında, asla küçümsenmemesi gereken mevzi başarılar elde etmiştir.

Atatürk daha 1930’da, Serbest Fırka olayıyla, restorasyon için zemin yoklamıştı. 1937’de Bayar’ı başbakan yaparak bu kez doğrudan kendi partisinin içinden bu süreci başlatmak istedi. Atatürk ve etrafındaki hizbin her iki hamleleri, düzen kurmakta olan İsmet Paşa ve asker/sivil bürokrasi için zamansızdı. Zamanlama hatasıydı.

Atatürk’ün popüler karizmasının da katkısıyla İnönü’nün direnişi kırıldı. Ancak, haklı olan İnönü ve bürokrasiydi. Nitekim, yaklaşan savaş dolayısıyla bir süre ertelenen süreç, ancak İsmet Paşa gibi düzen kurucu bir figür tarafından uygulanabildi.

Bugün siyasetten düzensizliği anlayan Erdoğan ve avenesinin İnönü alerjileri bu açıdan da okunabilir. İsmet Paşa, en ufak bir düzensizliğe dahi tahammül edemeyen, bir düzen adamıydı. İsterseniz, devletin bedenleşmiş haliydi.

Ha bu arada, bir eleştiri dolayısıyla şunu da ifade edeyim : Kültür devrimi olmadan, toplumsal dönüşümleri yerleştiremezsiniz. Ancak Tanzimat gibi programlar (örnekse, Rusya’da Petro’nun, Japonya’da Meiji’nin uygulamaları) genel olarak kültürel olana özel bir önem atfetme ihtiyacı duymuşlardır. Bunların bürokrasi eliyle, uzun bir süreç öngörülerek uygulandıklarını unutmamak gerekir. Toplumsal devrimlerle karıştırmayalım.

Ancak zaman içinde o devrimler kadar, hatta çok daha derin değişimlere yol açmış olduklarını da kabul edelim. Eğer uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakılırsa, Tanzimat tarihimizdeki en radikal dönüşüm hareketidir. O kadar öyle ki, Cumhuriyet’i onsuz tasavvur edemeyiz. Yöntemsel yanlışları başka bir konu, genel sonuçları itibarıyla restorasyonu, geri döndürülmesi olanaklı olmayan, tamamlanmış bir olgudan çok, kendisini adeta önüne geçilmez bir süreç olarak dayatmış bir programdan söz ediyoruz. Rusya’da da, Japonya’da böyledir.

Bakınız somut bir Çin örneği var. Öncesini bir yana bırakalım. 1949’da toplumsal devrimini yapıyor. Yetmediğini görüyor. O sıralarda, model aldığı SSCB’de Hruşçov restorasyonu başlıyor. Restorasyonun ilk hamlesi pazar ekonomisini sosyalist sistemin içine sokmak, böylece sistemi çözmekti. Sosyalist programını uygulamaya çalışan ÇKP paniğe kapılıyor. 1958’de Büyük İleri Atılım’la yanıt veriyor. Yürümüyor.

SBKP, restorasyonu programatikleştirip, derinleştirmek istiyor. Önce 1961’deki 22.Kongre, sonra Hruşçov’un bu programın uygulanması önünde engel oluşturduğunun görülmesiyle, Kosygin-Brejnev-Suslov yönetimi daha fazla alan açıyor.

Biliyoruz, bu tür işleri daha solda görünenlere yaptırmak siyasal bir yöntemdir. “Avrupa komünizmi” nin temellerini atar, uygulamasını başlatır; ama teorik olarak ona karşı görünür. Bu bakımdan, Kosygin-Brejnev-Suslov uyumlu bir ekiptir. Brejnev, Kosygin ve Suslov kanatları arasında dengeyi temsil eder.

Soğuk savaşın sert koşulları, ve tabii bu arada, Çin’in de emperyalist blokla ittifak kurması, pragmatist- teknokrat Kosygin’in Sovyetler Birliği’nin, daha erken bir zamanda, Deng’i olmasını engelledi.

Çin’le ilgili sonuç olarak şunu söyleyeyim, bugünkü Çin, (ekonomik temelleri 1949-1978 yılları arasında merkezi planlamayla bir ölçüde atılmış olsa da) 1966’da resmen ilan edilen Kültür Devrimi’ nden çıkmıştır. Devrimin Mao’nun ağzından işitilen hedefi üstyapı kurumlarındaki, devlet ve parti kast ediliyor, revizyonist eğilimleri ortadan kaldırmak, Sovyetlerdeki 20.Kongre’nin Çin’e yansımalarını bertaraf etmekti.

Evet, sosyalizm adına hedefine ulaşamamıştır, halen devrimlerin kazanımları burjuva toplumunun temellerinin atılmasına hizmet etmektedir. Tamam. Ancak bu devrimlerle, özellikle de kültür devrimiyle girilen süreç geri döndürülemez büyük, genel bir çağdaşlaşma hareketi olarak okunmalıdır. En somut sonuçları arasında kadınların toplumsal konumunda elde edilen kazanımların ayrıcalıklı bir yeri vardır. Kadının toplumsal konumunda radikal değişim gerçekleştirmeden hiç bir çağdaşlaşma hamlesi başarılamaz. Sosyalizm de ancak bu çağdaşlaşma zemini üzerinde yükselebilir.

Yıkılan son dünya düzeninde iki sosyalizm pratiği vardı. Birisi, 2.Enternasyonal sosyalizmi olan “sosyal-demokrasi” (Bu açıdan, sık yinelenen “Marks’ın, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizm öngörüsü tutmadı” eleştirisi doğru değildir) ; diğeri, 3.Enternasyonal pratiği olan “reel sosyalizm” ( “Azgelişmiş ülke” deneyimi olarak bu ikincisi, birincisini öncelemiş ve koşullamıştır) . Bugünkü Çin’in kapitalizme mesafesi, bu her iki deneyime olan mesafesinden daha kısadır. Özellikle sosyal siyaseti itibarıyla.

AKP’ye gelince, AKP ve muhalefetine birşey kurmaları için rol verilmedi. SSCB’nin düşmesiyle, boşluğa düşmüş ve zaten epeydir nefes alması zorlaşmış olan Cumhuriyet’i emperyalizm lehine yıkmaları için görevlendirildiler. Yani yıkımı sonuçlandırmaya geldiler, ama yenisini kurmaya değil. Öyle bir dertleri de yok. Dertleri, bu misyonun ödülü olan “han-ı yağma” yı büyütmek, ” tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yemek” tir.

En korktukları şey, yasadır, kuraldır, kurumdur, düzendir. Onun için hiçbir “anayasa” AKP’ye yetmiyor. Yetmeyecektir.

Şimdi “hilafet” kuracağından dem vuruluyor. Bravo, halen AKP anlaşılamamış! Oysa gayesi, düzensizliği derinleştirmek. Bunu daha önce bir çok kez, ölümü gösterip, sıtmaya razı ederek yapmamış mıydı? Son yirmi yılda sermayeleri hayal edemeyecekleri ölçüde katlanmış finans- sermayesi, bunu dinsel ve milliyetçi ideolojilere abanarak gerçekleştirdi. Sadece Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tümünde.

Finans-sermayesinin palazlanması, halkların yoksullaştırılması demektir. Yoksullaştırılanların tesellisi için dine, bir çok söylemde onunla eklemlenmiş milliyetçiliğe ihtiyaç duyuldu. Duyulmaya da devam edilecek. Ne AKP ne CHP bu ideolojik kombinasyondan vazgeçemez.

Bu arada, sosyalist solun hali de iç açıcı değil. Toplumsal olarak bağlantılı olmaları gereken emekçi kesimlerle bağlantıları yok. Bu kesimlerle mesafesi açıldıkça, AKP gericiliğinden tedirgin olmuş kentli orta sınıfları hedef kitlesi haline getirerek, daha fazla “Atatürk Cumhuriyetçiliği” ne yaslanıyor.

Şu yerel seçimler öncesinde ortak adaylar göstermek, veyahut güçbirliği yapmak konusunda bir iradeye ve kudrete sahip olamadıkları görülüyor.

Deniliyor ki, TİP’in İstanbul Kadıköy’de belli bir oyu var. Şimdi o bir aday göstereceğini ilan ediyor. Bu arada, Dersim’de başarılı olmuş başkan, nedense, neden aynı yerde devam etmemesi gerekli görülüyorsa, Kadıköy’de (üstelik de müttefiklerden birisinin bir oldu-bittiyi sineye çektiği koşullarda) aday olarak ilan ediliyor. Tabii, bu gibi durumlarda genellikle olduğu gibi, medyanın gazıyla…

Sonucun kibarca, “beklentilerin gerisinde” olacağı öngörülemiyor. Yazık!

Bir feodal “orta şark” kültürüdür, kişi “parmağında peyniri gördüğünde, kendisini mandırada sanır” .

Bu arada, Merkez Bankası başkanı, tıpkı onu oraya tayin edenin ülkeyi, devleti kendi mülkü gibi görmesi gibi, bankayı ailesine ait görüyor. Şarkta hanedanlıklar sona ermez. Demirel, Özal, Yılmaz, Çiller, Erdoğan hepsi ailece gelip, (bu kısmı biraz zaman da alsa) ailece gidiyorlar.

Aynı feodal kültürün farklı görünümleri, “parmağındaki peynire bak” diyen medyanın kolayca gazına gelmiş belediye başkanı; medyanın şişirdiği, kamunun bankasını aile mülkü gören banka başkanı…

Şeyh Sait kalkışması gericidir

Yazdığı ve söylediğiyle hiç bir zaman ilgilenmediğim mebzul miktardaki köşe yazarlarından birisinin yazısı ya da sözleriyle Şeyh Sait ayaklanması etrafında başlatılan tartışma, ülkemiz burjuva siyasetine hakim olan oportünizmi, eyyamcılığı bir kez daha gözler önüne sermesi itibarıyla işlevsel olmuştur.

Benzer bir tartışma epey bir zaman önce Alevi feodal önder Seyyit Rıza olayı bağlamında da yapılmıştı.

Daha önce de yazmıştım, bu iki önderin Türk kemalist burjuva demokratik devrimi karşısındaki tarihsel-siyasal konumları gericiydi. Her ikisi de mutlak monarşiye, feodalizme doğru, yani tarihsel olarak geriye doğru irticai hareketlerin siyasal temsilcileriydi.

Şeyh Sait hareketi de bugünkü hakim Kürt siyaseti gibi anti-emperyalist değil, tersine emperyalist devletlere dayanarak emellerini gerçekleştirmek düşüncesindeydi. Bunun altını özellikle çizmek gerekir.

Kemalist hareketin demokratik içeriğinin sınırlı olduğunu, özellikle Kürt ulusal sorunu konusunda aksadığını biliyoruz. Ona karşı çıkan, gündem olmaları nedeniyle, Seyit Rıza ve Şeyh Sait hareketlerinin, ulusal demokratik, laik cumhuriyetçi bir içeriklerinin bulunmadığı da açıktır. Dahası, her iki harekete de, tarihsel-siyasal manada, ulusal bir karakter atfedilemez.

Sait liderliğindeki ayaklanmaya İstanbul’daki Kürt Teali Cemiyeti’nin destek vermiş olmasından hareket edilerek bu ayaklanmaya ulusallık atfedilemez. Kaldı ki, ulusallık söz konusu olsa bile onun siyasal içeriğine bakılmadan, ilericilik atfedilemez. Her ulusal kurtuluş hareketi ilerici değildir.

Eğer kemalistlerin demokratik devrimi karşısında, o devrimin tutarsızlıklarına, eksikliklerine ve bu çerçevede uyguladığı baskılara karşı demokratik ulusalcı, laik cumhuriyetçi, veyahut sosyalist devrimci kalkışmalar söz konusu olsaydı, elbette ilerici direnişlerden söz edebilirdik. Bu kalkışmalara saygı duyar, savunurduk. Nitekim, kemalist rejim karşısındaki, cılız da olsa, sosyalist direnişi sahiplenmek her sosyalisten beklenen bir siyasal davranıştır.

Şimdi, bu gerici kalkışmalar karşısında burjuva devrimci kemalist yönetimin vermiş olduğu tepki, bu tepkinin dışa vurulduğu orantısız şiddet tartışılabilir. Ancak bu farklı bir tartışmanın konusudur.

Tekrar olsun, Şeyh Sait hareketi, tıpkı Seyit Rıza hareketi gibi feodalizme, mutlak monarşiye doğru gerilemeyi temsil ettiği için gerici bir kalkışmaydı. Her ikisinin de anti-emperyalist bir boyutu yoktu. Tam tersine, şu ya da bu derecede anti-emperyalist burjuva devrimci Türkiye’ye karşı emperyalist siyasetle aynı frekansta yer almaktaydılar.

Bu tartışmalar çerçevesinde çıkıp, “efendim acıları deşmeyelim, bu konuyu tarihçilere bırakalım” demek tam bir sahtekarlıktır. Eyyamcılıktır. Bir kere, tarih yorumu, tarih yazımı siyasal ve ideolojik bir pratiktir. İkisini ayrıymış, bağdaşmazmış gibi sunmak siyaseten oportunizmdir. “Konuyu siyasallaştırmayalım, tarihçilere bırakalım” mealindeki kıvraklık, tarih bilimi ve yöntemi açısından, “utangaç” revizyonizmdir.

Dediğim gibi, bu ayaklanmaları bastırmakta kullanılan yöntem ve araçlar başka bir tartışmanın konusu olabilir. Cumhuriyet yönetimin abartılı, sorumsuz (Seyyit Rıza olayı söz konusu olduğunda yer yer vahşice) bastırma yöntemleri kabul edilemez. Gelgelim, erken evrelerinde devrimci yönetimler bu tür terör refleksleri gösterebiliyorlar. Fransız Devrimi’inin erken evresindeki dinci Katolik Vendee Ayaklanması’nı düşünün…

Ancak sözünü ettiğim orantısız şiddet, ya da izlenen bastırma yöntem ve araçları dolayısıyla demokratik, cumhuriyetçi burjuva kemalist hareket tarihsel olarak haksız çıkarılamaz. Bir devrimci sosyalist hiç bir şekilde, hiç bir gerekçeyle, bu söz konusu gerici ayaklanmaların, o günkü devrimci koşullarda, folklorik olarak dahi, ilerici olduklarını iddia edemez. Asıl şovenizmi böyle bir iddiada aramak gerekir.

Öte yandan, burjuva Kürt siyaseti bugün bu iki kalkışmayı ilericiymiş gibi sunarak, aslında burjuva demokratik siyasal vizyonun dahi gerisine düştüğünü ilan ediyor. Bunun nedenlerii öncelikle onların siyasal olarak anti-emperyalist bir konuma sahip olmamalarında aranmalıdır.

Kürt burjuva milliyetçi siyaseti, tıpkı siyonist milliyetçi siyaset gibi, emperyalizme bel bağlamıştır. Geçmişte de durum farklı değildi. Osmanlı’nın son döneminde, gerici otokratik Rusya ve Britanya emperyalizmi arasında, duruma göre, konum alıyorlardı. Ya biriyle ya da ötekisiyle…

Arkaik feodal siyasal kültürün ağırlığı altında, tarihsel olarak ilerici damarı hayli zayıf kalmış olan ulusalcı Kürt siyaseti emperyalizme dayandıkça gericileşiyor. Bölge halklarını ve dünya ilerici halk hareketlerini karşısına alıyor. Tıpkı siyonist ulusalcı hareketin yaptığı gibi, kendisini kaçınılmaz olarak emperyalist çıkarlara hizmet eden, “reel politik”, ya da isterseniz, “makyavelist” tabir edilen anlayışa uyarlayarak izole ediyor. Yine tıpkı siyonist hareket gibi, böyle bir kirli ilişki içinde olduğu halde, bir süre sonra, hatta şimdiden, bütün ilerici hareketleri kendi hedefleri önünde engel, “düşman” güçler gibi görecektir.

Demokratik ulusal talepleri olduğunu iddia eden bir hareketin başarı için emperyalizme bel bağlaması, kuzunun kendisini kurta teslim etmesi anlamına gelir. Sen ulusal-devlet kurmak iddiasındasın, oysa emperyalizm kendisini ulusal devletleri yıkarak, yutarak sürdürür.

Kimsenin kuşkusu olmasın, emperyalizm artık kendi çıkarları önünde bir engel olarak gördüğünde, veyahut kendisi için faturası pahalıya çıktığında, siyonist İsrail devletini de gözden çıkartacaktır. Unutmayalım, siyonizm yahudi halkının siyaseti değildir, zaten siyaseten bir Yahudi buluşu da değildir. Yahudilere dayatılmış emperyalist siyasettir. Netanyahu Yahudi olduğu için saldırmıyor; emperyalist siyonizmin maşası olduğu için saldırıyor. Sadece Araplara değil, Yahudilere de saldırıyor.

Bugünkü başat Kürt ulusalcı siyaseti bölgede siyasal-işlevsel olarak siyonistleşme hevesleri taşıyor. Çok yanlış yapıyor.