Afrin’den sonra Menbiç

Türk devletinin cihatçıların Rusya, İran ve Suriye hükümetinin talebi üzerine İdlib’e sürülmesinde önemli bir rol oynamış olmasının stratejik nedeni, ileriki bir zamanda, Suriye’nin kuzeyinde,  Fırat’ın batısında yer alan sınır bölgesini tamamen kontrolü altına almaktı. Suriye devletinin Fırat’ın batısından itibaren Hatay’a kadar olan alanda kontrol kurmalarına engel olmak, bu arada,oluşabilecek olası bir boşluğun askeri bir güç haline gelmeleri için çok katkı verdiği Kürtler tarafından doldurulmasına mani olarak  sahadaki etkisini, emperyalizm için “önemli oyuncu” rolünü kaybetmemekti.

Bu kontrol alanına İdlib de dahildi. Türkiye, cihatçıların oraya sürülmesini, onlar üzerinden İdlib’in de kontrolü için kabul edilebilir buluyordu. Böylece işbirliği içinde olduğu cihatçılar  sayesinde, bir yandan, Fırat’ın batısında yer alan ve Kürtlerin hakim olmaya çalıştığı alanın bir bütün olarak kontrolü daha da kolaylaşacak; diğer yandan da, Suriye devletinin komşu Halep kentindeki hakimiyetini tehdit altında tutabilecekti.

Türk devleti açısından evdeki hesap bu şekildeydi.

Bu stratejinin uygulamaya konulmasına, Fırat Kalkanı operasyonuyla başlayan Türkiye, El Bab’a yerleşti. Böylece en batıda, Hatay’la da sınırı olan  ve Kürt nüfusu ve nüfuzu sürekli artan Afrin ve Fırat nehrinin hemen batısında bulunan, ABD destekli Kürt güçlerinin kontrolleri altına almak istedikleri  Menbiç arasındaki bağlantıyı kesmeyi düşündü.

Bundan sonra diplomasinin devreye gireceği günlere yakın, Suriye devletinin İdlib’te; ABD’nin Fırat’ın doğusundaki havzada gerçekleştirmek istedikleri hamlelere yanıt olarak El-Bab’ın hemen batısındaki, İdlib’in güneyindeki Afrin’e Zeytin Dalı adı verilen operasyonla müdahale etti. Kenti işgal etmek için muhtemelen Rus ve Suriye yönetimlerinin koydukları kayıtlar ve sınırlamalarla operasyon başlattı.

Soçi’deki gelişmelere göre, muhtemelen Türk devleti bu kez El-Bab’ın doğusunda, Fırat nehri sınırındaki Menbiç’e de girmek isteyecektir. Böylece planlandığı gibi, Fırat nehrinin batısından Hatay’a kadar olan kuzey Suriye sınır bölgesi kontrol altına alınacaktır. Menbiç olmadan Türkiye’nin hesapları tutmayacaktır. Bu yüzden bir sonraki hedefin Menbiç olacağı açıktır.

Tabii bunu gerçekleştirmesi, öncelikle Afrin’deki performansına bağlıdır.  Sonrasında da,  Rusya ve Suriye devletine ve tabii ABD’ye de bir takım tavizler vermesiyle mümkün olabilir. Rusya ve Suriye devletine verilecek en önemli tavizin İdlib konusunda olacağını düşünüyorum. Ancak bu tavizin Türkiye açısından çok önemli, bir o kadar zor sonuçları olabilecektir. Halen İdlib’te en az 40 bin cihatçı bulunduğu belirtilmektedir. Kesin rakamı bilemiyoruz, ancak orada birden fazla cihatçı hükümetlerinin var olduğunu medyadan öğreniyoruz. Onlarla beraber çalışan en az iki yüz kişilik bir Türk devlet görevlisinin de orada bulunduğunu okuyoruz.

Sorun, İdlib’in Suriye devleti tarafından kurtarıldığı durumda bu cihatçılardan canını kurtaranların ne olacağıdır. Nereye gidecekleridir. İdlib’in altında Türkiye’nin vilayeti Hatay ve Türk ordusunun ÖSO ile birlikte girdiği Afrin var. Doğusundaki Halep, güneyindeki Hama ve batısındaki Lazkiye Suriye devletinin denetimindedir.

Menbiç konusunda da ABD ile önemli bir sorun çıkabileceğini sanmıyorum. Türkiye Suriye’nin kuzeyindeki sınır bölgesinin ABD ve Türkiye arasında paylaşılmasını öngörmektedir. ABD, Fırat’ın doğusunu; Türkiye, batısını kontrol edecektir. ABD burada daha önce 30 bin kişilik bir Kürt ordusu kuracağını ( bu noktada, ABD hiç bir zaman tek kartla oyun açmaz. Cihatçıları sahada elinde tutmaktan tamamen vazgeçmeyeceğini ısrarla belirtmek isterim) açıklamıştı. Türkiye buna mukabil biraz homurdanmış, bunu Afrin’e müdahale gerekçesi olarak telaffuz etmiş, ama beklendiği gibi ABD’nin girişimine zımnen rıza göstermiştir.

Şunu açık olarak belirtmek lazım : Türkiye’nin, Suriye’de ABD ile uzlaşmaz bir çelişkisi yoktur. Bir takım pürüzler vardır tabii. Bunların da Afrin ve Menbiç operasyonlarıyla nispeten giderileceğini öngörmek gerekir. Türkiye’nin asıl stratejik sorunu, Suriye, İran ve Rusya iledir. Bunlarla uzlaşması zordur. Şimdiki hale bakıp aldanmamak gerekir. TC devleti bir NATO devletidir. Bunu her zaman dikkate almak gerekir.  Türkiye sermaye sınıfı NATO şemsiyesi dışına çıkılmasına izin vermez. Türkiye’nin işgallerinin altta yatan gayesi,  yeniden ABD’nin savaş bölgesindeki “baş müttefik” i muamelesi görmektir.

ABD açısından bu noktada Türkiye’den beklenen, Kürtlerin varlığının ve ABD stratejisi içindeki rollerinin sorun haline getirilmemesidir.

Özcesi Türkiye ve ABD, Suriye’nin en azından kuzeyinin iki kontrol bölgesi halinde Suriye’den -şimdilik fiilen-  kopartılmasında hemfikirdirler. Her şeyin değişmeden, işgalin erken zamanlarında öngörüldüğü gibi sürdürülebilmesi için ABD ve Türkiye’nin işbirliği kaçınılmaz görünmektedir. ABD de elbette sadece Kürtlere dayanarak Suriye’deki konumunu sürdürmesinin zor olduğunun farkındadır.

Bazı ilericilerin, Türk ve Kürt ulusalcılarının anaforuna kapılıp, “Kürt koridoru” veya “bağımsız Kürdistan” palavlarına alet olmaması gerekir. Türkiye’nin bölgesinde siyasal olarak olduğu her yerde emperyalizm ve dolayısıyla  ABD de vardır. Bunu unutmamak gerekir. İkincisi, ABD, tarihinde “devlet ve demokrasi” kurduran bir ülke hiç olmamış, bunun tam tersini yapmak, kurulu yapıları, demokratik oluşumları yıkmaksa,  onun emperyalist çıkarları bakımından varoluşsal olmuştur. Bugün de durum farklı değildir.

“Kürt koridoru” hikayesi, aslında Suriye’nin fiilen bölünmesini haklı göstermeye yarayan bir yalandır. Tıpkı, ABD’nin “demokrasi, özgürlükler, insan hakları” gibi ideolojik palavralarıyla bölgede işgallere girişmiş olması gibi.

Eğer Türk devleti gerçekten Suriye’nin bölünmesini istemiyorsa, onun meşru yönetimiyle işbirliği yapar. Onun yanında yer alır. Durum bu kadar açıktır.

Eğer Afrin ve olası Menbiç operasyonları sorunsuz gerçekleşirse, yani Türk devletine tanınan çerçeve ihlal edilmezse (Menbiç’in nispeten daha fazla zorlukları var. ABD bölgesine sınır teşkil ediyor. Arada Fırat var. Kürtlerle çatışma riski daha çok), Türkiye ve ABD’nin yeniden birbirleriyle iman tazelemelerini beklemek gerekir.

Hiç şüphesiz, Suriye yönetimi İdlib’i kurtardıktan sonra artık dikkatini büyük ölçüde kuzeyine, iki kadim müttefik ABD ve Türkiye’nin işgali altındaki bölgeye çevirecektir. Çünkü bu işgallere son verilmeden Suriye üzerindeki tehdit sona ermeyecektir.

Bölgesel hesapları ve varoluşsal kayguları dolayısıyla ortak çıkaralara sahip Rusya ve İran da Türkiye’yi ABD’den uzaklaştırma girişimlerinin belli bir noktadan sonra işe yaramayacağını öngörüyorlardır. Onlar da bu fiili işgale seyirci kalmak istemeyeceklerdir.

Kısacası, Suriye’de büyük final, savaştaki ülkenin kuzey cephesinde sahnelenecektir.

Emperyalist kapitalizm ve AKP savaşsız yapamazlar 3

15 Temmuz darbe girişimi ABD’deki iktidar bloğunun neo-con kanadının ve onlarla beraber hareket eden müttefiklerinin Suriye’de ayak bağı haline geldiğini düşündükleri Erdoğan’ı gözden çıkardıkları anlamına geliyordu.

Trump yönetimi Rusya konusunda henüz tam olarak ikna olamamış görünse de, neo-con siyasetle uzlaşmış görünüyor. Suriye’de artık cihatçılar marifetiyle iş görmenin zor olduğu, risklerinin fazla olduğu anlaşılmış olmalıdır. Buradan onlardan tamamen vazgeçileceği sonucu çıkartılmamalıdır. Emperyalizmin yeni stratejisinde bu lejyoner savaşçılar önemli bir yer tutuyor.

Bu araçlar başka ülkeler tarafından da kullanıyor. Mesela, Türkiye tarafından Suriye’de; S.Arabistan tarafından Yemen’de. Sanıyorum gelecekteki bölgesel savaşlarda bu savaşçı tipinin sıklıkla kullanılacağına tanık olacağız. Bunun anlaşılır ekonomik ve siyasal nedenleri var tabii.

ABD, artık işgal ve müdahalelerine gerekçe olarak sunduğu “özgürlük ve demokratik haklar” palavrasını daha inandırıcı kılacak oyunculara, savaşçılara ihtiyaç duyuyor. Kürtleri kullanıyor, daha fazla ve daha geniş bir coğrafyada kullanmak istediği de açıktır.

Dikkat ediniz, emperyalistler stratejilerini, onun aşamalarını  kısa, orta ve uzun erimli olarak oluşturuyorlar. Tek bir planları yok. İşler her zaman yolunda gitmeyebiliyor. Strateji ve taktiklerde tadilatlar, bazen panik halinde hamleler, doğaçlamalar da olabiliyor. Ancak en başından genel olarak bir plan yapılıyor. Planın araçları, aksaklıklar halinde olası başka araçları tespit ediliyor. Nasıl tek bir plan yoksa, tek bir oyuncu, tek bir araç da öngörülmüyor.

Bu bağlamda, mesela, ABD’nin hegemonyasını sürdürdüğü her yerde solcu hareketleri, gerilla mücadelelerini tasfiye ederken, ilk Körfez Savaşı sırasında işgal ettiği bölgede, tasfiyesi hiç de zor olmamasına rağmen Kürt gerilla varlığına neden izin vermiş olduğu, yine aniden Öcalan’ın Suriye’den çıkartılıp, öldürülmeme şartıyla Türkiye’ye neden verilmiş olduğu da iyi anlaşılıyor.

Ancak, o zaman ve sonrasında da Türkiye’deki Kürt siyaseti bu durumu kavrayamamış, ya da aynı anlama gelmek üzere, kendi siyasal çıkarları doğrultusunda kullanabileceğini sanmıştı. Halen de sanmaktadır. Kendisini ABD’nin hoşuna gidecek şekilde siyasal olarak yenileme gayreti içinde olmuştur. ABD’nin bölge  siyasetiyle aynı hizaya gelmeye çaba göstermiş, sonuç olarak,  siyaseten sol devrimci kulvardan ayrılmıştır.

Özetle, emperyalistler kullanabileceklerini düşündükleri hiç bir aracı zamanı gelmeden feda etmiyorlar, deliğe süpürmüyorlar.

Şimdi, yukarıda değindiğim gibi, ABD artık Kürtleri kullanarak Suriye ve Irak’taki varlığını meşrulaştırmak, Kürtler üzerinden süreklileştirmek istiyor. Bunu da gayet açık bir şekilde yapıyor. Bu yeni yolda Türkiye’yi ayak bağı olabilecek bir ülke olarak görüyor. Açık bir şekilde, Türkiye’yi Suriye’den ve Irak’tan  dışlamak istiyor. Onun sadık, uysal bir  müttefik olarak geri hizmetleri yerine getirmesini bekliyor. Kürtleri kullanıyor,  artık bölgesel hakimiyet hesaplarını Kürtler üzerinden yapıyor.Buna göre, Türklerin engel olacağını hesaplıyor.

Devam etmeden, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra düşünsel cevvaliyeti  iyice artan, gayet yetkin  Rus diplomatik hamlelerine ya da salvolarına tanık olduğumuzu vurgulamak isterim. Rus siyaseti bir yandan sahada askeri başarılar elde ederken, diğer yandan emperyalistler ve müttefikleri arasındaki sürtüşmeleri, kararsızlıkları zekice kendi lehine istismar eden bir rol oynamaktadır. İleride bugüne dönüp bakıldığında bölge halklarının emperyalist işgale kahramanca direnmeleriyle birlikte Rus diplomasisinin bu performansına ve kalitesine de dikkat çekileceğini düşünüyorum.

Evet, ABD Türkiye’yi özellikle Suriye’de aktif bir rol oynarken görmek istemiyor. Sahadan çekilmesini talep ediyor. Ona vaktiyle verdiği fırsatı iyi değerlendirmediğini düşünüyor. Sadece sahada değil, Cenevre’de kurulacak ve Kürtlerin yer alacağı diplomasi masasında da Türkiye’nin yeri olmadığına inanıyor.  Özcesi, Suriye sorununda Türkiye’nin kendisinin attığı bütün adımları kayıtsız koşulsuz onaylamasını istiyor.

Buna mukabil, Rusya Türkiye’nin baş müttefiki tarafından dışlanmış halini görüyor, sürekli olarak ona önem verdiğinin işareti olan siyasal davranışlarda bulunuyor. Bunu yaparken Türkiye devletinin yönetiminde bulunan mevcut heyete hiç güvenilemeyeceğini de iyi biliyor. Rusya, Suriye’de askeri uçağının düşürülmesinden ve büyükelçisinin suikaste uğramasından itibaren gayet soğukkanlı, Türkiye’ye ülkenin kaygularını iyi anladığı izlenimi veren ama kendi siyasal çıkarlarını, bölge politikasını da kabul ettiren bir ülke konumundadır. Türkiye’ye ABD’nin gideremediği kaygularını anlama eğiliminde olduğunu hissettiriyor. Dışlayıcı değil, kapsayıcı davranıyor.Tabii bunları bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmek için yapıyor.

Mesela Suriye’de Türkiye’nin sahada kalmasını ama bunu Rusya, İran ve Suriye devletinin ortak siyasetleriyle mümkün olduğu kadar aynı çizgiye gelerek yapmasını talep ediyor. Onun  askeri hareketlerini kontrol ediyor, olası askeri operasyonları için belli kayıtlar ve sınırlamalar dahilinde onay verebiliyor. Cenevre’den dışlanmış Türkiye’ye Soçi masasında yer açacağını vaat ediyor. Rusya’nın kafasında hep “kaz ve tavuk” hesabı olduğu açıktır.

Şimdi daha öncesine dönelim. Halep’in kurtarılması sırasında Türkiye’nin cihatçılar arasındaki etkisini bilen Rusya, ABD’nin hoşuna gitmemesine rağmen Halep ve havalisindeki cihatçıların İdlib’te toplanmasında  Türk devletinin aktif desteğini görmüştü. Elbette cihatçıları İdlib’e toplama Suriye ve Rusya için geçici bir önlemdi. Zamanı gelince Halep ve Akdenize çıkış bakımından önemli bir coğrafi konumda bulunan ve Türkiye’ye mesafesi bir buçuk saat kadar  olan bu kent cihatçıların elinden alınacaktı. Kent cihatçılardan temizlenecekti.

Soçi ve Cenevre öncesi, benzerini daha önceki diplomatik görüşmeler arefesinde de gördüğümüz gibi, masaya eli kuvvetli oturmak adına sahada mevzi kazanma gayretleri arttı. Suriye birlikleri İdlib’e müdahale ettiler. Halen stratejik noktalara doğru ilerlemektedir. Rusya da bilindiği gibi havadan destek veriyor. ABD de boş durmuyor. Kontrolü altındaki bölgede otuz bin kişilik bir Kürt ordusu kuracağını açıklıyor.

Sahadan dışlandığını gören Türkiye, tam bu sırada Rusya’nın kontrol alanında bulunan Afrin konusunu gündeme getiriyor. Bilindiği gibi, Rusya da Kürt kartını kaybetmek istemiyor. Hatta Soçi’ de onların da bulunması gerektiğini ifade ediyor. Böylece  bir yandanTürkiye’nin kaygularına hak verdiği izlenimini yaratırken, diğer taraftan da, Kürtlere el uzatıyor. Türk devleti, İdlib’e yönelik Rus-Suriye operasyonu karşısında mızmızlanıyor, bu sayede Afrin ödününü koparacağını hesaplıyor. Kendisi için asıl büyük sorun olması muhtemel İdlib konusunda diretmesinin yankı yapmayacağını görüyor.

Afrin’e müdahale için Rusya’nın izni gerekiyordu. Bu izin çıktı. Pekiy Rusya bu izni neden verdi?

Bu soruya yanıt vermeden önce Türkiye’nin ektiklerini biçmekte olduğunu belirtelim. Biçmeye de devam edecektir. Bir çıkmazda debelenip duruyor. Yarasa misali kendisini çevreleyen,örülmesine katkı yaptığı duvarlara çarpıp çarpıp düşüyor. Bu Suriye meselesi ta başından Türkiye’nin bir iç sorunu olmuştur. Türkiye bu yönetimden, bu emperyalist burjuva siyasetinden  kurtulmadan bu çıkmazdan kurtulamaz. Bu gerçeği kabul edelim.

Rusya, Kürtlerin hamisi rolüne soyunmuş ABD’nin kendisinden beklenen bu işlevi yerine getiremeyeceğini Kürtlere göstermek istiyor. Rusya ve Esad gerçeğini kabul etmelerinin gerekli olduğunu anlatmak istiyor. Kürtlerin ABD çıkarlarının aracı haline gelmesini kabul etmeyeceğinin altını çiziyor.

Afrin Rusya’nın kontrolünde olan bir yer ama nüfusun büyük bölümü Kürt, ve bunların  çoğu ABD’nin hamiliğine inanıyor ya da inanmak istiyor.  Yine de, çoğunluğun Suriye’den ayrılmak gibi bir gündemi yok. Rusya,Suriye ve İran Kürtlerin ABD şemsiyesi altında Suriye’nin kuzey doğusunda bir “Kuzey Irak” bölgesi yaratmasını kabullenmiyorlar. Hatırlanacağı gibi, vaktiyle Türkiye bizzat bu emperyalist emelin değirmenine “kardeş Müslim” le birlikte epeyce su taşımıştı.

Rusya, Türkiye’ye hassas olduğu Kürt sorununda ABD’ye güvenilemeyeceğini, kendisinin bu duyarlılığı anladığını göstermek istiyor. Suriye ile ilgili bütün kesimleri Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve Esad yönetiminin meşruiyetini tanımadan duyarlı oldukları konulara çözüm bulamayacaklarına ikna etmeye çalışıyor. Kürt sorunu üzerinden Türkiye’nin ABD ile arasını daha fazla bozmak, aralarındaki mesafeyi açmak istiyor.Böylece Türkiye’nin kendi etkisi altına daha fazla gireceğini umut ediyor.

Sivilleri hedef almadıkça ve doğuya Fırat havzasına doğru yönelmedikçe ABD’nin bu Afrin operasyonundan pek rahatsız olmayacağı açıktır. Görülen o ki, ABD Kürtlerden vazgeçmeye niyetli değildir. Suriye’de sahada tutunabileceği tek dal onlardır. Ancak, Afrin operasyonunun uzun sürmesi halinde kontrolden çıkma olasılığı da vardır. Bunu ne ABD ne de Rusya arzu eder. Türkiye’ye operasyon öncesi gereken uyarılar yapılmış olmalıdır.

Bu arada, demin İdlib demiştim. İdlib’teki gelişmeler, oradaki cihatçıların geleceği Türkiye’yi yakın bir gelecekte sıkıştıran en yakıcı konulardan biri olacaktır. Türk devleti orayı terk etmeleri istenecek cihatçıları Afrin’e ve civarındaki diğer yerleşim bölgelerine konuşlandırmak isteyebilir.

Gelgelelim, kuralları her zaman galipler koyarlar. Türkiye bu Suriye savaşının kaybeden tarafıdır. Şimdi zararlarını en aza indirmeye çalışıyor. Bu haliyle bunu başaramayacak. Bağımsız bir Kürt devletinin değil, ama ileride “Hatay sorunu”nun tekrar gündeme getirilmesi söz konusu olabilecektir. Bunu bir yere not edelim.

Türkiye dış siyaseti Afrin’den beklediği sonucu alamayacak. Tersine daha da dışlanacak. Suriye’de Esad’la, Rusya’yla, İran’la anlaşmayan (ABD dahil ) güçlerin kalıcı başarılar elde etmesi zordur. Suriye ile ilgili ilk yazılarımda bunu belirtmiştim. Şimdi tekrar ediyorum. Türkiye devleti Esad’ı kabullenmiyor. Esad’ın varlığı, Erdoğan’ın her baktığında yenilmiş adamı gördüğü bir ayna işlevi görmektedir. Bu şartlarda dışlanma kaçınılmazdır.

Türkiye Suriye’de en başında kaybetti. Şimdi Rusya nihai hesapları gereği, onun eline Afrin oyuncağını veriyor. Özellikle olağanüstü halin devamı için iç politikada kullanılacaktır. Sermayenin ve onun AKP’sinin (daha doğrusu bütün bir “düzen partisi”nin) savaş ve terör çığırtkanlığı yapmadan, bunu en ilkel dinci ve milliyetçi meşrulaştırma söylemleriyle desteklemeden olağanüstü hali sürdürmesi; olağanüstü hal olmadan da yönetmesi zor olur.

Türkiye’nin buradan somut, kalıcı bir sonuç alması kabil değildir. Yine Rusya kazançlı çıkacaktır. Türkiye’nin ABD’ye açıktan kafa tutması söz konusu olamayacağı için  Rusya’ya ihtiyacı daha da artacak, bu sayede Rusya’nın Türkiye’yi Suriye meselesinde eğip bükmesi kolaylaşacaktır. Kürtlere de Rusya’nın etkisini zayıflatıp, ABD’nin etkisini arttıracak Suriye karşıtı bir siyasetle  sonuç alamayacaklarının mesajı verilmiştir.

Son olarak, Orta Doğu’nun doğusu  ABD’nin yaşam alanı değildir. Kaldı ki artık Rusya buraya iyice yerleşmiştir. İran’ın buradaki etkisi iyice artmıştır. ABD yaklaşan büyük savaşın habercisi olan ön cephelerden birinde kaybetmiştir.  Ona tutunanlar bunun için bedel ödüyorlar. Ödemeye devam edecekler.

 

Emperyalist kapitalizm ve AKP savaşsız yapamazlar 2

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu açmaz, Türkiye devletinin kuruluşundan itibaren sahip olduğu burjuva karakter ihmal edilerek anlaşılamaz. Türkiye Cumhuriyeti en başından kapitalizmi öngörür, ve  burjuva toplumunu oluşturarak kendisine dayanak yapmak ister. Bir burjuva cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Bugün de böyledir.

Devletin sınıfsal özü onun belli şartlarda, düzenini sürdürebilmek için  izlediği iç ya da dış politikalara indirgenerek anlaşılamaz. Bu yaklaşımdan ancak bir oportünizm çıkar. Bununla birlikte, burjuva karakteri değişmeyen kapitalist devletin farklı koşullarda farklı biçimlere büründüğü vak’adır. Yani içinden çıktığı toplum gibi dinamik bir olgudur.

Türkiye soğuk savaştan sonra yeni emperyalist entegrasyon koşullarında aynı devlet anlayışıyla hareket edemezdi. İşbirlikçi, emperyalist vasalı TC devleti, bağlı olduğu bu uluslararası bağlamın yeni taleplerine yanıt vermeliydi. Vasallık bağı emperyalistlerin yeni çıkarları için gözden geçirilmeliydi. AKP olmasaydı, düzenin başka bir partisi ya da lider figürü bunu yapacaktı. Bu bakımdan bugüne kadar AKP’nin izlediği siyasetin kendisinden öncekilerin izlediği siyasetten sınıfsal olarak (emperyalizmin de global çapta sınıf mücadelelerine referans verdiğini unutmayalım) farklı olmadığını tespit etmek gerekir. Elbette, amiyane tabirle, yoğurt yiyişleri arasında farklılar olabiliyor.Ama neticede aynı yoğurt yeniyor.

Türkiye’de sol camiada yaygın şekilde yapılan bir yanlış, her olağanüstü halin faşizm olarak damgalanmasıdır. “Faşizan” la  “faşizm” i birbirlerine karıştırmamak gerekir. Faşizm olmadan da faşizanlık olabilir. Ama faşizanlık her zaman faşizme delalet etmez. Sonra tek kötü, baskıcı, katil devlet biçimi de faşizm değildir. Faşizm olarak adlandırılamayacak daha zalim idareler görülmüştür. Bu noktada özellikle Orta Doğu’daki otokratik rejimleri ve Latin Amerika’ daki askeri cunta rejimlerini düşünelim. Bu yapıların Batı’da görülen klasik faşizm örneklerine göre farklı sınıfsal (mesela arkaik sınıflar, kapitalizm öncesi biçimler hala etkindir), hatta kültürel dinamikleri (mesela sekülerleşememişlerdir) vardır. Ama pekala faşizan önlemlere başvurdukları  görülmüştür. Bugün de bir çok örnekte görülebileceği gibi bu durum farklı değildir. Bence sonuçları itibarıyla bu farklılıkların pek bir önemi olmasa da, doğru kavramlarla tartışabilmek için bu uyarı gereklidir.

AKP iktidarı emperyalizm ve dolayısıyla burjuvazinin talebi üzerine oluşturulmuştur. Onun çıkarlarının siyasal temsilcisidir. Tıpkı kendisinden öncekiler gibi. AKP’nin farkı, soğuk savaş sonrasında, farklı bir dünya konjonktüründe, düşüşteki hegemonik gücün bu halini tekrar yükselişe doğru çevirmek için gözü kara hamleler yapmaya soyunduğu şartlarda iş başına getirilmiş olmasıdır.

Öncesinde, tarımsal teşvikleri, sanayide iç pazarı öngören güçlü sosyal boyutları olan politikalar emperyalist burjuvazinin talebiyle terk edilmiş, göçlerin teşvik edilmesiyle birlikte kentlerde kaçınılmaz bir  varoşlaşmaya yol açılmıştır. Varoşlaşma hakim bir kültür haline gelmiştir.

Yaratılan ekonomik ve sosyal çöküntü ortamında, solun, sınıf örgütlenmesinin yasaklanmış ya da, bastırılmış olduğu koşullarda, dinsel ve milliyetçi ideolojik söylemlere maruz bırakılmış, emperyalist finans ağlarına dahil edilmiş güçlü parasal olanaklarıyla dinsel  örgütlerin etkilerine açık çoğu yoksul kitlelerin kolayca sahipleneceği sahte bir sınıflarüstülüğe referans veren bir “kurtarıcı” beklentisi sürekli teşvik edilmiştir.

Böyle bir toplumsal-siyasal dekor içinde gerçekleşen Haziran, emekçi halk sınıfları aleyhine  politikalarını, emperyalistlerin gerici bölgesel işgal veya rejim değiştirme girişimlerini desteklemek için giderek otoriterleşen  AKP iktidarına başkaldırıydı. Bu başkaldırı halk sınıfları adına yenilgiyle sonuçlanmışsa da, burjuva iktidar bloğunu sarsan sonuçları olmuştur.

Senatör John McCain’in lideri olduğu neo-con oligarşik grupların kontrolündeki Gülen Cemaati AKP ile ortaklığına son vermiş, daha sonra yine söz konusu oligarşik yapının talimatıyla gerçekleştirilen başarısız bir darbe girişimiyle ABD, AB ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği,  ABD ve müttefiklerinin,  Suriye’de önce durdurulup, sonra geriletilmesidir. Bu direniş emperyalist ittifak içinde  paniğe ve çatlaklara yol açmış, bileşenlerin aralarındaki mesafenin açılmasını temin etmiştir. Rusya, İran ve Çin gibi rakip kapitalist güçlerin mevzilerini güçlendirmelerine neden olmuştur.

15 Temmuz darbe girişimi, arkasından Kürt Savaşı, Erdoğan yönetiminin emekçi halk sınıflarıyla olan mesafesinin iyice açıldığı koşullarda gerçekleşmiş, uluslararası sermayenin has adamı Erdoğan bu şartları otokratik bir rejim kurmak için fırsata çevirmiştir. Darbesini gerçekleştirmiştir. Burjuvazi adına karizmatik bir liderin yönetiminde açık otokratik bir dikta rejimi kaçınılmaz olmuştur. Süreç henüz tamamlanmamıştır. Ancak ileri aşamalara ulaşmıştır. Erdoğan’ın attığı her siyasal adımın varmaya çalıştığı nokta,  “olağanüstü hal” sözde hukukuyla üstü örtülmeye çalışılan, burjuvazi adına otokrasidir.

Buraya kadar,  AKP iktidarının da emperyalist bağlaşıkları gibi terör, şiddet, korku salma, açık savaş,  (soğuk savaş devri burjuva söylemiyle) “totaliter baskı” araçlarını kullanmakta olduğunu, sürekli bir olağanüstü hal rejimiyle işlerini çekip çevirmeye çalıştığını belirtmek isterim.

Erdoğan, merkezinde mezhepsel-dinsel ve ırkçı-milliyetçi vurguların ağırlığını taşıyan geleneğin yer aldığı hayli eklektik, tutarsız, birbirleriyle bağdaşmaz öğelere referans veren  ideolojik söylemiyle emekçi halk sınıflarının siyasal bilincinde şoklar yaratıp, gedikler açmaya gayret etmektedir. Burjuvazi ve AKP’si bütün bunları yapmazlarsa iktidarda kalamayacaklarını, yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlar. Che’nin çok bilinen bir benzetmesindeki “bisiklet” ve “devrimcilik”  ilişkisi, burada, AKP iktidarı ve savaş, terör arasında kurulabilir.

İşte bu son -ama sonuncusu olmayacak- savaş kararı bu şartlarda alınmıştır.

 

Emperyalist kapitalizm ve AKP savaşsız yapamazlar 1

Daha önce bir kaç kez, en gelişmişlerinden başlayarak, kapitalist devlette soğuk savaş sonrası değişen dünya  koşullarının ihtiyaçlarına yanıt veren yapısal değişimlerin gerçekleştiğini belirtmiştim.

Elbette toplum ve devlet birbirlerinden kopuk gerçeklikler değildir. Devlet toplumun içinden çıkar. Onun bütün çatışmalarını bağrında taşır. Emperyalist hegemonya mücadelesinin şiddetlendiği “olağanüstü şartlar” da kapitalist devletin yapısal değişimleri kapitalist toplumların bu şartlara göre yeniden dizayn edilmesi gayesini öncelikli olarak öne çıkartıyor.

Kapitalist dünyanın geniş bir kesiminde reel ekonomik yapıların finansallaşma lehine erozyona uğratılması, kronik işsizlik ve düşük ücretli  işgücü sorununun yol açtığı yaygın toplumsal rahatsızlıkların kapitalist sistemin temellerini sarsabilecek bir tehdit haline gelmesini önlemek için devletin önlemler alması gerekiyor.

Bir yandan emperyalist siyasetin uluslararası işgalci, müdahaleci hamleleri ve bunların uluslararası alanda yol açtığı sonuçlar; öte yandan, bu hamlelerin gerçekleştirilebilmesi için emperyalist ve kapitalist devletlerin kendi içlerinde geçirdikleri dönüşümler bir bütün olarak görülmek, bu şekilde analiz edilmek zorundadır.

Bunun için, mesela, kapitalist devletlerin kendi ülkelerinde emek güçleri üzerindeki baskıyı arttırmak için, zaten büyük ekonomik eşitsizlikler içinde bulunan ülkelere yönelik işgal ve müdahalelerin sonucunda buralardan sürülen ve ekonomik olarak daha gelişmiş bölgelere doğru kitlesel olarak göç eden insanların oynadıkları role bakmak yeterlidir.

2.Savaş sonrası soğuk savaş döneminde, kapitalist ideolojik söylemlerin sosyalist ülkelere karşı kullandıkları merkezi bir tema olarak “totalitaryanizm”  kavramı etrafındaki argümanlarının, bu söyleme destek olması için organik aydınlarına sipariş ettikleri sosyolojik çalışmalarda  işlenen iddiaların,”sanat yapıtları” nda örülen totalitaryanizm epizotlarının bugün bizatihi söz konusu kapitalist devletlerin gerçekleri olduğunu tespit ediyoruz.

Bugün herkes, her yerde, en mahrem alanlarında dahi gözleniyor, izleniyor (hatta insanlar cep telefonları, diğer sosyal medya araçları sayesinde bunu gönüllü olarak yapıyorlar) ve tabii daha en başından yönlendirilip, engellenebiliyor. Hayatı kolaylaştırması, üretim güçlerini geliştirmesi  gereken, beklenen yeni teknolojiler insanları düzenin isterleri doğrultusunda yönlendiren, izole eden, baskılayan araçlar haline dönüşüyor. Modern burjuva iktidar ve bilgi sisteminin yarattığı “gözetleme” ağı bugün son teknolojik buluşlar sayesinde yeni radikal bir evreye ulaşmıştır.

Son kırk yılda gerçekleşmiş, sokaktaki insan tarafından ucuz ve kolay erişilebilir enformatik- teknolojik buluşların burada oynadığı role dikkat çekmek isterim. Bu tür teknolojik yeniliklerin egemen burjuva diktatörlüğü bakımından ana gayesi maddi anlamda mecali, toplumsal anlamda meşruiyeti, inandırıcılığı kalmamış kapitalizmin  maruz kalabileceği toplumsal kalkışmaların önünü alabilmektir.

Kapitalizm 1960’ların son yıllarından itibaren içinde girdiği durağanlaşma sorununa karşı verdiği uluslararası düzeyde finansallaşarak genişleme tepkisini sürdürebilmek için bu tür teknolojik buluşlara ihtiyaç duymuş, onları teşvik etmiştir.  Finansal olanaklarını sadece buna yönelik üretimleri değil, bunların yaygın olarak tüketilebilmesi için de  kullanmıştır.Kullanmaktadır.

Bu koşullarda, kapitalizmin bütün demokratik iddiaları öncelenmemiş ölçüde boşa çıkmış, son teknolojiyle, total olarak gözetim altında tutulan toplumlarda, demokrasi bir “show business” faaliyeti haline getirilmiştir. Yukarıdaki tespitler dikkate alınmadan bu değişimin ekonomi-politiği kavranamaz.

Çıkmazdaki kapitalizmin ana stratejisi, dün olduğu gibi bugün de, sosyalist devrimci alternatifin önünü kesmektir. Yani esas mücadele ekseni halen kapitalizm ve sosyalizm, ya da emek ve sermaye arasındadır.

Kapitalist sistem sahip olduğu teknolojik imkanları, ideolojik manada, sadece geniş kitleleri avutmak amacıyla kullanmıyor. Aynı zamanda onları düzeni sorgulama araçlarından da mahrum kılmaya çalışıyor. Bu bakımdan, sosyalist dünyanın çökertilmesinden sonra dünyayı sürekli olarak “olağanüstü hal” içinde yönetmek istiyor.  Öncelenmemiş ölçüde gelişmiş bir gözetleme ya da gözetim sistemi bu bakımdan gerekli oluyor. Bu da devlet şeklinde, yapısında, “totaliter” toplumsal hedefleri gerçekleştirebilmek için değişimleri zorunlu kılıyor.

Terör gerekçe gösterilerek dışarıda yapılan sürekli askeri işgal ve  müdahaleler, zaman zaman “güçlü ve en güvenilir Batı” nın kalbi sayılabilecek yerlerde imal edilen çok kanlı, spektaküler “terörist saldırılar” hep bu olağanüstü hali sürdürebilmek için alınan tedbirler (Mesela bireysel özgürlükleri sınırlayan, özünde bir palavra olan, burjuva liberal “özel ve kamusal alan” kavramlaştırmaları hilafına yapılan yasal düzenlemeler) arasında görülmelidir. Sistemin beyin merkezi sürekli olarak söz konusu dehşet tiyatrosunu sahneleyerek bu emeline ulaşabileceğini düşünüyor.

Geçerken, Wikileaks ve Snowden ifşaatların bu söylenenleri desteklemek açısından çok değerli belgeler sunduklarını belirtmek isterim.

Kapitalist dünya tarihinde, hatta daha öncesindeki, köleci ve feodal hegemonya devirlerinde de, düşüşte olan ve eski şaşalı günlerine geri dönmesi mümkün olmayan hegemonik güçlerin bu konumları sönerken çeşitli ideolojik dekorlar,kılıklar içinde, savaş, terör, cadı avları, kitlesel kıyımlar, kitlesel sürgünler gibi  temaların öne çıktığı dehşet sahneleri hazırlamış oldukları vak’adır.

Bugün iyice nettir, kapitalizm bu söz konusu dehşet tiyatrolarını global çapta sahnelemeden, buradan hareketle meşrulaştırmaya çalıştığı  sürekli olağanüstü hal uygulamaları olmaksızın kendisini sürdüremiyor.

Kapitalizm sadece yeni olarak sahip olduğu enformatik-teknolojik olanaklarla, dolayısıyla yeni ideolojik araçlara, yeni toplumsal gözetim araçlarına dayanarak değil, yeni toplumsal mücadele biçimlerini de devreye sokarak sınıf mücadelesini bertaraf etmeye çalışıyor. Bu amaçla,  “toplumsal hareketler” sosyolojisi, yapılabilirliği olmayan, kendiliğindenliğe imtiyaz atfeden,  esas olarak kültüralist bir içeriğe sahip, “birbirlerine eklemlenmiş özerk radikal toplumsal hareketler stratejisi” palavrasını parlatmak işlevi görüyor. Veyahut bir örneğini “Occupy” hareketinde gördüğümüz türden hiç bir siyasal talebi olmayan (dolayısıyla özsel olarak apolitik) medyatik “gaz alma” faaliyetlerini idealize ediyor.

Elbette bu anlayış kapitalizmin, toplumsal-sınıfsal varlık olan bireyleri izole etme, en çok küçük apolitik gruplar veya “sanal cemaatler” içine iterek mahkum etme, bilinçlerini bölme büyük stratejisine uygundur.

Buna marksist-leninistlerin vermesi gereken yanıt, kapitalist toplumun ana eksenini oluşturan sınıf mücadelesini, ulusal, cinsel, çevresel vb boyutları da ihtiva eder şekilde yeniden kavramlaştırmak olmalıdır. Esasen  Marks ve Engels’in en erken yazılarından itibaren sınıf mücadelesi kavramının (özellikle ulusal sorun ve kadın sorunu etrafında) böyle bir çerçevesinin olduğunu da biliyoruz.

Bu kısmı bitirmeden önce, son olarak,  bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Kapitalizm halen ihtiyaç duyduğu bir çok aracı yaratmak kapasitesine sahiptir. Sistem sönmektedir ama henüz çökmemiştir.Bunu görelim.  Kapitalizmin söz konusu kapasitelerini gerçekleştirememesi, onların giderek köreltilmesi  ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkün olabilir. Bu koşullarda sınıf mücadelesinin özünü oluşturan emek-sermaye çatışmasının içeriğini, onun  modern kapitalist toplumda aldığı farklı görünümlerle zenginleştiren bir söylem zarurettir.