“Ne Amerika ne Rusya”

Yöntemin, devrimci siyasal perspektifin noksan olduğu, dolayısıyla somut koşulları analiz etme yeteneğinin aksadığı yerde, yetersizlik salt belagatla, giderek nakaratla ikame edilir.

Ünlü bir köşe yazarı youtube’da Ukrayna sorunu hakkında konuşuyor. Bir noktada, konuşanın Rusya’nın verdiği tepkiyi olumladığını, giderek bunu anti-emperyalist bir yaklaşımla bağdaştırdığı izlenimi ediniyorsunuz. Tam o ara, “rusçu” olarak suçlanabileceği ihtimali aklına geliyor herhalde, fren yapma ihtiyacı duyuyor. “Bana ne canım Rusya’dan, Amerika’dan, biz kendimize bakalım. Onlar ne halleri varsa görsünler” mealinde bir şeyler ilave ediyor.

Sonra sunucu hanım kendisine soruyor: “Peki, biz Türkiye olarak bu şartlarda ne yapmalıyız?” Köşe yazarı (mealen): “Kuruluştaki fabrika ayarlarımıza, 1920’ye, 1923’e geri dönmeliyiz. O zaman Türkiye, Rusya’dan bedava silah alıyordu. SSCB’ye bedava fabrikalar kurduruyordu. Ancak, onun ideolojisini içeriye sokmuyor, yasaklıyordu. Çünkü genç Türkiye’nin yüzü Batı’ya dönüktü. Batı dünyasına entegre olmak başlıca hedefiydi.”

Tabii beklendiği gibi, bir deus ex machina mertebesinde Atatürk sahneye indiriliyor. Analiz de, revaç gören bir tabirle, “sözün bittiği” o noktada bırakılıyor.

Konuşmacının, “fabrika ayarları” etrafında olgusal olarak söylediklerine itiraz edemeyiz tabii. Cumhuriyet kurucularının emelleri bir burjuva cumhuriyeti kurmak ve çoğunlukla bu tür cumhuriyetlerin yer aldıkları Batı kapitalist-emperyalist sistemine entegre olmaktı. Bu çok açık. Zaten öyle de olmuştur.

SSCB ile başlangıçta geçici ve sınırlı olması planlanan ilişki, “büyük bunalım” koşullarında, öngörülen sınırları zorunlu olarak aşmıştır. Bununla beraber, olası “ideolojik” sızma girişimlerine karşı da en sert ve en tavizsiz uygulamalar devreye sokulmuştur. Zaten her biri sıkı antikomünist olan kurucuların bu uygulamalara en başından teşne olduklarını da biliyoruz.

Bu SSCB ile yakınlık, süreç boyunca, mümkün olan en kısa zamanda omuzlardan atılması gereken bir yük olarak görülmüştür.

Atatürk, 30’ların ikinci yarısında bu entegrasyonu başlatmak istiyordu. İsmet Paşa, SSCB ile yakın ilişkilerin devamından yanaydı. Entegrasyon için henüz erkendi. 1937’de İnönü tasfiye edildi. Entegrasyon yanlısı Bayar başbakan oldu.

Aynı yıllarda, ulus inşa edilirken etnisite yerine, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında yaşamış kadim tarihsel toplulukların doğal mirasçılığı üzerinde yükselen ideolojik kurgu yerine, bugüne kadar etkin olan gerici ırkçı vurgularıyla “Türk-İslam” ideolojisi ikame edilmişti. Böylece, ülkemizdeki ulusal sorunların aşılması için toplumsal ve siyasal ortamı yumuşatabilecek bir olanaktan vazgeçilmişti.

Entegrasyon yolunda bir sonraki ilk ciddi girişim, 1930’ların ikinci yarısında, SSCB’ye karşı açılacak büyük bir savaşın emarelerinin güçlenmeye başladığı bir zamanda yapılmıştır. Özellikle 1937’de, Britanya ve ABD’nin teşvikleriyle imzalanan Sadabad Paktı, biraz ileride, emperyalist sistem içinde üstlenilecek tampon ya da vassal devlet konumunun (ve bu arada CENTO’nun da) habercisi olarak Türkiye’nin Batı emperyalist sistemine entegre olmak yolunda attığı ilk ciddi adımdır.

Bu arada, 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı seçilmesi en çok SSCB’yi memnun etmişti. Hatta Meclis’teki seçimi izleyen Sovyet diplomatları sonucu Meclis’te büyük bir çoşku ile kutlamışlardı. Komintern yayınlarında da benzer bir tavır görülür. Devrin Sovyet ve Komintern yayınlarında Celal Bayar, emperyalist ülkelerin adamı olarak ilan edilir.

Cumhurbaşkanı olarak İsmet Paşa savaş başladığında, temelleri Tanzimat’la atılan “fabrika ayarları” na dönmüş, önce Almanya ile “gayri resmi” temaslarla işbirliği olanakları araştırılmış, Türk-Alman Dostluk Antlaşması imzalanmış, bu antlaşmayla Almanya Türk ordusunun modernizasyonuna katkı yapacağını taahhüt etmişti.

Nitekim, 1943 ‘de daha önce vaat edilmiş olan Alman tankları Türkiye’ye teslim edilmiş, Stalingrad’da ağır bir darbe alan Alman ordusu Kursk’taki son büyük saldırısını gerçekleştirmeden önce dostlarını sahada yapılacak bir tatbikata davet etmiş, Türkiye Cumhuriyeti adına 1.Ordu Komutanı Orgeneral Cemil Cahit Toydemir gizlice Alman işgalindeki Kursk’a gidip, tatbikatları izlemiş, bu arada Hitler’le de görüşmüştü.

Savaştan sonra Türkiye, bilindiği gibi, yine İsmet Paşa yönetiminde NATO’ya, CENTO’ya dahil olarak soğuk savaşta aktif bir kanat ülkesi olarak arzusuna kavuşmuştu.

Geçerken şunu da belirtmek isterim. Bu siyasal kararların Atatürk’ün düşünceleri hilafına İsmet Paşa tarafından alınmış olduğunu iddia etmek doğru değildir. Türkiye ta Tanzimat’tan itibaren bu yola girmişti. Nitekim, Batı kapitalist sistemine entegre olmuş laik bir cumhuriyet de bu sürecin siyasal zirvesidir. Uygulaması tedrici olarak inişili çıkışlı, ileri geri adımlarla yürütülse de, ta Tanzimat’tan beri öngörülmüş bir programdan söz ettiğimizi ihmal etmiyeceğiz. Yani hükümetleri aşan, süreklilik gösteren bir bir devlet kararı ve kararlılığı söz konusudur.

Şimdi bakınız, Rusya emperyalist bir ülke değil. Anti-emperyalist de değil. Benzer şekilde, yarı-feodal genç Türkiye de, kavramın marksist-leninist anlamında, anti-emperyalist değildi. İşgalci büyük kapitalist devletlere karşı kurtuluş mücadelesi vermişti. Kemalist cumhuriyetçilerin kapitalizmle bir sorunları yoktu. Tersine, kendileri de onlarla olabildiği kadar eşit ilişkiler içinde olacak bir burjuva toplumu yaratmak istiyorlardı. Misak-ı Milli sınırları içindeki siyasal -askeri işgale karşıydılar. Kendi ulusal-egemen devletlerini kurmak istiyorlardı. “Büyük devletler” engel olmakta ısrar edince, emperyalistlere bu coğrafyada siyasal bir darbe vurdular. Emperyalizmi gerilettiler. Bu kurtuluş mücadelesinin ilan edilmiş söz konusu ulusal sınırları aşan anti-emperyalist sonuçları oldu.

Ülkede egemenliğe dayalı sınıf ilişkileri -laik cumhuriyet formu içinde daha demokratik koşullarda da olsa-devam etti. Kısacası, cumhuriyetten sonra da sömürü ilişkileri devam etti. Giderek Türkiye’deki yeni rejim emperyalist sisteme entegre oldu.

Mesela bugün benzer bir durum Suriye’de yaşanmaktadır. Suriye’deki Esad yönetiminin kapitalizmle bir sorunu yok. Emperyalist sisteme, kendi koşullarıyla, entegrasyona da razıydı. Yani anti-emperyalist değildi. Bugün, emperyalizmi gerilettiği koşullarda da anti-emperyalist değil. Ancak emperyalist güçlerle girdiği mücadelede onları gerileterek anti-emperyalist bir işlev yerine getirdi. Kendisinin, normal koşullarda, bir sistem olarak kapitalist-emperyalizmle bir sorunu olmamasına rağmen emperyalistler tarafından dayatılan koşullar altında zorunlu olarak bunu yaptı.

Bugün Rusya ve Çin de emperyalist değiller. Ancak anti-emperyalist de değiller. Kendi ulusal kapitalist çıkarları doğrultusunda siyasal tavırlar alıyorlar. Emperyal arzuları var. Bu da kendisini yayılmacılık şeklinde dışa vuruyor. Bu bağlamda, tabii emperyalist devletlerle çelişkileri var. Çatışıyorlar.

“Öncelikli görev, NATO’nun burada geriletilmesidir. Türkiye de NATO’dan çıkmalıdır. NATO baş düşmandır. Terör örgütüdür.” Hem Rusya hem de Nato’ya, ABD’ye karşı olduklarını söyleyenlerin argümanlarının bir tarafı böyle.

Rusya ve Çin, saldırgan emperyalist güçlerle ekonomik işbirliği yapıyorlar. Ancak ulusal çıkarları çatıştığında bu güçleri frenlemeye çalışıyorlar. Böylece onların dünyaya hakim olmalarına mani oluyorlar. Kendi kapitalist çıkarları için tabii.

Ancak bu frenlemenin kendisi, frenleyenlerin beklentileri, hesapları hilafına anti-emperyalist siyasal sonuçlar yaratmıyor mu? Mesela, Rusya ve Çin’in Suriye’de direnen rejimi desteklemeleri, Afrika’da devreye girmelerinin ilericiler için kazanımları olmamış mıdır? Mesela Suriye’deki emekçi kesimler için kazanımları olmamış mıdır? Küba’daki, Kuzey Kore’deki sosyalist rejimler bugün ayakta kalmışsa, bunda Çin ve Rusya’nın caydırıcı işlevleri etkili olmamış mıdır?

Bundan 10-12 yıl önce en yoksul kıta Afrika’daki Batı ülkelerinin toplam doğrudan yatırımları 10 milyar dolar kadardı. O zaman Çin’in oradaki yatırımları 130 milyar doları geçmişti. Tam o sıralarda, Afrika’da, özellikle Çin’le iş yapan ülkelerde, İslamcı terörün, iç karışıklıkların patlak verdiğne tanık olmadık mı?

Emperyalist ülkeler kendilerine işbirlikçiler, tampon devletler buluyor ya da yaratıyorlar. Öbürleri de, rakipleri karşısında güçlü durabilmek için emperyalistlerin hedef aldıkları ülkeleri işlerine yarayacaksa, savunuyorlar. Emperyalist işbirlikçisi maşa ülkeleri de, tehdit unsuru olarak gördüklerinde sabote ediyorlar.Bu iki farklı içeriğe ve anlama sahip siyasal davranışı, biçimsel benzerlik dolayısıyla aynı kefeye koymak ilerici siyaset açısından doğru olmaz. Birincilerin işine yarar.

Ukrayna sorununu Rusya yaratmadı. Bu sorunu emperyalistler, NATO yarattı. Ukrayna’da egemen bir devlet yok. Emperyalistler Ukrayna’da egemen bir ulusal yapının ortaya çıkmasına izin vermediler. Bugün de NATOcu kukla bir yönetim var. Hatta Ukrayna devletinin adının, Nato’nun Ukrayna devletine şimdiye kadar ayar verirken kullandığı bir siyasal alet olarak neo-nazi paramiliter gruplarla anılması karşısında, bu algıyı bozmak için Yahudi bir kişiyi ülkeye başkan yaptılar.

Rusya, Ukrayna, Almanya ve Fransa Minsk toplantılarında çözüm için mesafeler kat etmişlerdi. Ancak ABD bu antlaşmanın uygulanmasına izin vermedi. ABD diplomasiye itibar etmez. Sonradan kendi hegemonik eğilimlerini ve çıkarlarını zora sokacak hiç bir yazılı antlaşmayla bağlanmak istemez. Hegemonik güç siyasetinden vazgeçemez. Ancak gücün karşısında geriler.

Natonun ve dolayısıyla emperyalist troykanın Doğu Avrupa’da, Kafkasya’da, Orta Doğu’da Rus engeliyle karşılaşması bugün için olumlu bir gelişmedir. Emekçilerin, ilerici güçlerin lehinedir. Bugün çıkıp, “ne Amerika ne Rusya” demek emperyalizme hizmet eder.

Sonra, bir yandan Sovyetler Birliği övgüsü yapacaksınız, diğer yandan da, onun mirasçısı olduklarını ilan etmiş iki halk cumhuriyetinin varolma haklarını savunmayacaksınız. Olmaz. Eğer ileride Rusya bu iki halk cumhuriyetini kendi kapitalist-emperyal çıkarları adına tasfiye etmek isterse, o zaman bunu kabul etmeyiz. Ancak şimdi gördüğümüz, Ukrayna’daki Nato kuklası yönetimin böyle bir amacının olmasıdır. Halen her iki halk cumhuriyetinin topraklarının yüzde altmışı Ukrayna devletinin kontrolü altındadır.

Eğer öncelikli olan denildiği gibi, NATO’nun tasfiyesi ya da NATO’ya karşı mücadeleyse, Rusya’nın NATO’nun çok net olan yayılma hamlelerine karşı verdiği bir yanıt olarak bu operasyona niye karşı çıkıyoruz? Öncesini bırakalım, şu son 20 yılda olup bitenleri görmüyor muyuz? Neredeyse hemen her gün, Akdenizde, Egede kaçak göçmenleri taşıyan bir teknenin battığı haberi geliyor.

Bu miyopluğun önemli nedenlerden birisi sanırım kavramsal noksanlıktır. Emperyalistlerin hegemonik jeo-politiği karşısına, stratejik düşünme yeteneğimizi geliştirecek, rakiplerimizin hamlelerini, daha öte olası hamlelerini okuyacak, onları göğüsleyebilecek surette bize görüş derinliği kazandıracak etkin, devrimci bir jeo-ekonomi-politik kavramına sahip olmamamızdır.

Lokal olanla global olan arasındaki diyalektiği isabetli şekilde okumamıza katkı yapacak bir araçtan söz ediyorum. Gerçeklikten koparsak, şu gün için yapılabilirliği olmayan vaatlerle, belagatle durumu idare ederiz.

Büyük kentlerin bir kaç mahallesine sıkışmış olduğumuz halde, partilerimize her gün kaydettiğimiz üyeleri sayarak tamamen kuşatılmayı mı bekleyeceğiz? Unutmayalım, bugüne kadar genellikle “yeşil bir kuşak” kuşanıp, “kahverengi bir gömlek” giyerek yürütülen kuşatma stratejisi emperyalist hegemonya siyasetinin en temel, en canlı aracıdır.

Nato’yu geriletmek devrimlerin önünü açmak için zarurettir. Nato basitçe dışsal bir askeri örgüt değildir. Nato en başından üye devletlerin içine yerleşmiş, onları kontrol eden, “kırmızı çizgileri” dikte eden, bu çizgiler aşıldığında en karanlık, en vahşi şekillerde müdahale eden içsel bir bir siyasal yapıdır.

Bugünkü savaş,görünürdeki haliyle, emperyalistlerarası bir savaş değildir. Bugün Rusya, ülkelerini Nato’nun paravanı haline getirmiş, emperyalistler tarafından satın alınmış politikacıların, onları arkalayan oligarkların yönetimindeki Ukrayna’da, aslında dolaylı olarak NATO ile savaşıyor. Eğer bu savaş doğrudan NATO ve Rusya arasında olsaydı, yine “ne Nato, ABD ne Rusya” mı diyecektiniz? Nato Ukrayna’yı teslim alırsa, dünya savaşı olasılığı daha fazla artar.

Daha önceki yazılarda söylediğimi tekrar edeceğim: Aslında, Ukrayna sorunu etrafında Anglo-Amerikan emperyalizmi dolaylı olarak Almanya ile savaşıyor. Anglo-Amerikanları Çin’den çok, Almanya’nın yükselişi rahatsız ediyor. Önceki iki dünya savaşında olduğu gibi, Almanya ve Rusya kafa kafaya tokuşturulmak isteniyor.

“Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak Artık”

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’ya askeri müdahalesi sonrasında malum medya klişelerini tekrar işitiyoruz. Bunlardan en çok dile pelesenk edileniyse, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık”. Çok geriye de gitmeye gerek yok, her şey olmasa da, bir çok şey, hem de spektaküler bir şekilde, eskisi gibi olmaya devam ediyor.

Ukrayna söz konusu olduğunda, bundan 6-7 yıl önce de uluslararası ilişkilerde benzer tartışmalar yaşanmış, sonunda Rusya Federasyonu Kırım’a yönelik bir operasyon yapmıştı. Daha geriye gidersek, Gürcistan’da da iki kez benzer restleşmeler olmuş, Rusya müdahalelerde bulunmuştu. Daha bu yakınlarda, Ermenistan NATO’yla olası bir flörtün işaretlerini vermeye başlayınca, tekrar hizaya sokulmuştu. Yani benzer şeyler olmaya devam ediyor. Devam edeceği de anlaşılıyor.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeni 1991’de resmen sona ermişti. Daha önce bir çok kez hatırlatmış olduğum gibi, bu dönem dünyada en uzun sürmüş göreli barış dönemidir. Yanı sıra, Batı Avrupa’da en uzun sürmüş liberal demokratik dönemdir. Sonra, dünyada genel olarak, sosyal devlet anlayışının, refahçı politikaların da en uzun süre uygulanmış olduğu devirdir. Tabii bu kırk yıla yakın bir süre kesintisiz devam eden “soğuk savaş” olarak tabir edilen, görünüşte iki farklı sistem arasında cerayan eden total bir rekabetin de dönemidir.

Söz konusu dünya düzeni çöktükten sonra ABD, AB ve Japonya sac ayağı üzerinde yükselen, ABD hegemonyasının taşıyıcısı olan emperyalist Troyka zafer naraları atarak, “tarihin sonu” na ulaşıldığını, artık liberal kapitalizmin dünya egemenliği önünde bir engelin kalmadığını duyurarak, küresel “neo-liberal”, “yeni-muhafazkâr”, özcesi, postmodern bir “haçlı” seferini başlattığını ilan etmişti. Dünyaya şöyle seslenilmişti: “Ya bizden yanasınız, ya ‘ötekiler’den”. Bu “ötekiler”in içeriği yapılan hamlelerin seyrine, koşullara göre doldurulup, boşaltılıyordu.

Burada en dikkat çekici nokta, emperyalistlerin özellikle dünyanın bir bölgesine, Yakın Doğu’yu da ihtiva eder şekilde, daha önce büyük bir kısmı ya doğrudan SSCB’nin parçası olan, ya da yine bu ülkenin etki alanında bulunan Avrasya tabir edilen geniş bölgeye odaklanmış olmasıydı. SSCB tasfiye edilince, artık komünizmin işi bitmiş, iki uzlaşmaz sistem arasında cereyan ettiği görülen soğuk savaş sona ermişti. Görüntü buydu.

Amerikan “establishment” ının entelektüel olarak en itibar edilen figürlerinden Brzezinski, daha soğuk savaş devrindeki bir söyleşisinde mealen şöyle diyordu: ” Bizim için SSCB’nin komünist ya da kapitalist olmasının o kadar önemi yok. Bizim için önemli olan, bu ülkenin jeo-politik çıkarlarımıza göre hangi konumda bulunduğudur. Bu çıkarlarımızın önünde engel teşkil edip etmediğidir”.

O zaman ki SSCB liderliği bu emperyalist “jeo-politik” kavramının karşısına bilindik marksist-leninist argümanlarla çıkyordu. Bir takım savunmacı uygulamalara başvuruyordu, ama bu emperyalist jeo-politik kavramını kavramsal düzeyde karşılayabilecek bir araçtan yoksundu. Bu yüzden analizleri, karşı-hamleleri cılız kalıyor, yer yer bir bumeranga dönüşebiliyordu.

Emperyalist jeo-politik, Britanya emperyalizminin hegemonyası sırasında, daha ilk dünya savaşından önce ve söz konusu hegemonyanın sönmeye yüz tuttuğu sürecin, sürdürülebilirlik ve tabii güvenlik kaygularının yakıcı bir görünüm aldığı, belli bir aşamasında, Avrasya olarak tabir edilen coğrafyanın “eksen”” ya da “öncelikli hedef” olarak sorunsallaştırılmasıyla oluşturuldu.

Buna göre, Britanya emperyalizminin sürdürülebilirliği, yeraltı, yerüstü ve insan kaynakları ve geniş tarımsal alanları bakımından vazgeçilemez olan bu bölgenin kontrol altına alınmasıyla mümkün olabilirdi. Bu anlayışın uygulanması önünde en büyük engel, bu coğrafyanın büyük bir kısmını kontrol eden Çarlık Rusyası olarak görülüyordu. Yani baş düşman oydu. İngiltere’nin bu doktrinin mimarı ve kadim Rus düşmanı olduğunu hiç unutmayalım.

Bu öğreti, yan coğrafyalara metaztasıyla, ABD hegemonyasındaki emperyalizm devrinde de aynen benimsendi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’ye yönelik fiziksel ve ideolojik kuşatma stratejileriyle uygulamaya konuldu. Yarı-feodal Çarlık Rusyası yerini iki devrimden sonra sosyalist SSCB’ye bırakmıştı. Yani baş düşmanın toplumsal-ekonomik sistemi ve ideolojik anlayışı uzlaşmaz şekilde değişmişti. İlk soğuk savaş, kuşatma stratejisiyle bu koşullarda başladı.

SSCB’nin bu stratejiye yanıtının ipuçları savaşın son seyrinin yarattığı koşullar içinde ortaya çıkmıştı zaten. Bunun marksist-leninist kuramda, “dünya devrimi” anlayışının tezahürü olarak görülebilecek, referansları vardı.

Geçerken, Troçki ve Troçkizmi yanlış bir bir figür ve giderek anti-komünist bir akım yapan, bizatihi bu marksist-leninist “dünya devrimi” anlayışı değil, bu devrimin gerçekleşmeyeceğinin, ve Rusya’da gerçekleşmiş devrimin, Polonya örneğinde olduğu gibi, askeri araçlarla başka ülkelere taşınmasının da mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, reel olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” uygulamasına, karşı-devrimciliğe, anti-komünizme kapı aralayarak, devrimin kazanımlarını tehdit eder şekilde karşı durmasıdır. Yoksa, “dünya devrimi” talebi marksist-leninist bir taleptir. Talebin kendisi yanlış değildir. Yanlış olan, somut durumun somut analizinin Troçki tarafından yapılamamış olmasıdıydı. Farklı nedenlerle, hem “dünya devrimi” hem de “tek ülkede sosyalizm” talepleri, tezleri marksizm-leninizme aykırı değildir. Birincisi, o güne kadar ki mevcut kuramda içkindir. İkincisi, pratik koşulların yerleşik kurama müdahalesidir. Troçki (kişisel -psikolojik sorunlarının da etkisiyle) bu diyalektiği kabullenmediği için kendi kendisini tasfiye etmiştir.

SSCB, emperyalist kuşatma stratejisine karşı “cordon sanitaire” tabir edilen tampon devletlerle etrafını çevreleyerek yanıt verdi. Emperyalistlerle SSCB arasındaki olası bir doğrudan savaşı engellemede bu uygulamanın büyük bir payı olmuştur. Ancak Hruşçov döneminde hoyratça ve stratejisiz, programsız olarak başlatılan ve Brejnev-Suslov dönemi boyunca da (inişli çıkışlı bir seyirle) programlı bir şekilde devam eden restorasyonun elbette uluslararası siyasette de yansımaları olacaktı. Nitekim, bu “cordon sanitaire” anlayışı Afganistan’da ağır bir darbe yedi. SSCB’nin sürdürebilirliği bakımından için geri sayım hızlandı.

Restorasyoncu anlayışın entelektüel sonuçları da olur. SSCB’ de, marksizm-leninizmin yaratcı şekilde ve devrimci perspektifi yitirmeden yorumlanması yerine klişelerle, içi boş hamasetle durum idare edilmeye çalışıldı. İdeolog Suslov bu restorasyoncu aklın baş temsilcisiydi. Amiyane bir anlatımla, Sovyet liderliği, gol atma derdi olmayan, gol yememeye çalışan bir oyun anlayışıyla, kendi yarı sahasında top çevirip duruyordu.

Sovyetler Birliği bir çok nedenden dolayı çöktükten sonra troyka emperyalizmi kendisini “son dünya düzeni” olarak görme kuruntusuna kapıldı. Yoksa, tarihin sonu gelmemişti. Tarihin sadece bir devresi sona ermişti. Emperyalistler bunu göremediler. Şimdi artık kapitalist olmuş (bu kapitalizmini de hukuksal altyapısı zayıf olduğu halde fütursuz bir anlayışla uygulayan) Rusya, güçlü emperyal ve rövanşist eğilimleriyle onlara bunu spektaküler şekilde gösteriyor. Göstermeye devam edecek. Bu kez Rusya emperyalist düşmanlarını bir tür restorasyona zorluyor. Bu yolda son 20 yılda epey mesafe kat ettiği de görülüyor. Emperyalizm restorasyonunu kabul etmeden yeni dünya düzeni kurulamayacaktır. Bu elbette, görüyoruz, yaşıyoruz, kanlı bir süreçtir.

Bu eksen coğrafya, jeo-politik olarak kavramsal bir çerçevede sorunsallaştırıldıktan sonra iki kez büyük, genel savaşların alanı olmuştu. Halen bu emperyalist jeo-politik kararlılıkla izlendiğine göre, bir kez daha, en az öncekiler kadar kanlı, büyük savaşı tetikleyebilir.

Bu arada, eski ve yeni soğuk savaşları başlatan ya da ilan eden ülke SSCB ve Rusya Federasyonu değildir. Avrasya odaklı jeo-politiğin programatik pratiğini gerçekleştirmeye çalışan emperyalistlerdir. Bu ikinci soğuk savaş 2002’de ABD’nin SSCB (ve sonra Rusya tabii) ile arasındaki 1972’de imzalanan SALT 1 Antlaşmasını (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması) tek yanlı olarak bozması ve NATO’nun daha önce Gorbaçov döneminde SSCB’ye, eski Varşova Paktı ülkelerini kapsamına almayacağına dair verdiği taahütleri yok sayarak, Rusya’yı NATO kuşatmasına almasıyla fiilen başlamıştır.

Burada SALT 1 demişken, ondan bir kaç yıl sonra imzalanan ve esas amacı ABD hegemonyasının meşruiyetini dünyaya kabul ettirmek olan ve SSCB ve bağlaşıkları tarafından imzalanan Helsinki Senedi’nin, ilk soğuk savaşı ABD’nin kazandığının en erken belgesi olduğunu da belirtmek isterim. Tekrar olsun, bu senedin altında SSCB ve diğer Varşova Paktı üyelerinin imzası vardı. Bir ayaktopu tabiriyle, Sovyet liderliğinin emperyalistlerle uluslararası ilişkileri bağlamında, kendi kalesine atmış olduğu ilk goldür. Yenen bu gol, Sovyetler Birliği’nin geleceğini emperyalistler lehine ipotek altına sokmuştur.

90’lı yıllardan itibaren NATO’nun gün bugündür deyip, adeta bir Amok Koşucusu semptomuyla Balkanlar’dan Avrasya’ya kadar önüne geleni NATO’ya dahil etmesi ya da dahil etmeye çalışması, onun stratejik aklının ne denli köreldiğinin en somut göstergesidir. Bunun bir bumeranga dönüşmekte olduğunu görememektedir.

NATO’nun artık 16 yerine 30 üyesi vardır. Bu ülkelerin farklı jeo-ekonomi-politik kaygularının olduğu açıktır. 30 üyenin birlikte karar alıp, ortak hareket etmesi nasıl mümkün olacaktır? Nitekim, bugün Rusya karşıtı açıklamalarına rağmen NATO’nun Avrupalı üyeleri etkin tavır koymaya yanaşmamaktadırlar. Balkanlardaki üyeler zaten Rusya’ya karşı bir savaşta yer almayacaklarını ilan etmişlerdir. Halen yeri göğü natolaştırmak hevesinin emperyalistler için bile akılla izahı yoktur. Avrasya odaklı jeo-politik anlayışının kuşatma stratejisi artık emperyalist Troyka bakımından bile tehlikeli bir ayak bağı halini almıştır.

Rusya’nın açık denizlere çıkışlarını kapatmak, onun nefes borusunu tıkamak demektir. Rusya böyle ölmektense, vuruşarak ölmeyi tercih edecektir. Gorbaçov-Yeltsin-Yakovlev devri ülkesi yok artık. O tarih oldu. Ancak emperyalistler kendi kendilerine ilan ettikleri şizofrenik “tarihin sonu” nda kaldılar. O sonun kurduklarını sandıkları “yeni dünya düzeni” nin de sonu olduğunu halen göremiyorlar. Ya da görmemek için direniyorlar. Neyi bekliyorlar? Putin’in “tamam arkadaşlar ben artık oynamıyorum, siz kazandınız, zaten Baltık Denizi’ni bana kapatmıştınız, şimdi Karadeniz’i de kapatın, ben gemilerimi Hazar Denizi’nde yüzdürürüm” demesini mi bekliyorlar? Ki Putin, böyle teslim olduğu halde dahi gemilerinin Hazar Deniz’inden de kovulacağını çok iyi biliyordur şüphesiz.

Ukrayna’ya gelince, daha önce burada bir çok kez yazdım. Ukrayna, iki dünya savaşının anahtar coğrafyasıdır. En şiddetli çarpışmaların alanı olmuştur. Stratejik açıdan bir kavşak noktasıdır. Söz konusu olan sadece ülkenin içerdiği ekonomik kaynaklar değil, bundan çok daha önemli olan, emperyalistler tarafından Rusya’nın kuşatılmasında, boğazının sıkılmasında coğrafi konumu itibarıyla oynayabileceği roldür. Bunu hiç akıldan çıkarmayalım.

Emperyalistlerin Yakın Doğu’da, Orta Doğu’da, Afrika kıtasında, L.Amerika’da SSCB’nin tasfiyesinden sonra neler yaptıklarını, el attıkları her yere felaket, kan, açlık, hırsızlık, her türlü baskı, korkunç bir gericilik götürmüş olduğunu görmüyor muyuz?

Yok, ne Rusya ne Çin emperyalist ülkelerdir. İkisi de kapitalist, ikisinin de emperyal, yayılmacı eğilimleri var. Ancak bugüne bakmamız gerekiyor. Bugün en öncelikli hedefimiz, emperyalizmin geriletilmesi olmalıdır. Emperyalizm hâlâ çok güçlü, çok saldırgan. Sadece devasa bir savaş makinesine ve enformasyon aygıtına değil, aynı zamanda buna olanak veren büyük ekonomik araçlara da sahip.

Sonra bu basitçe bir Rusya-Ukrayna savaşı da değil. Asıl savaş halklar üzerinden silindir gibi geçmek pahasına, onların sahip oldukları bütün kaynaklara çökmeye çalışan emperyalizm ile emekçi halklar arasındadır.

Rusya elbette öncelikli olarak kendi ulusal-kapitalist emperyal emelleri adına emperyalist Troyka ile didişiyor. Ancak, Rusya’nın bu direnişleri, müdahaleleri ilericilere, devrimcilere toparlanmaları için zaman kazandırıyor. Bu direniş, emperyalist sistemde ekonomi-politik bağlamda gedik açma olanaklarını içinde barındırıyor.

Bugün sadece emperyalist devletlerde, genel olarak burjuva siyasetinde, ülkemizi bu hale birlikte sokmuş iktidar ve muhalefette (“düzen partisi”nde) yakıcı bir liderlik sorunu yaşanmıyor, dünya devrimci sosyalist hareketi de aynı sorundan muzdariptir. Böyle bir dönemden geçiyoruz.

Bu halimizi de dikkate alarak değerlendirmeler yapmamız gerekir. Yaşamda bir işe yaramıyorsa, kendi başına teorik doğruların tekrarlanması bir işe yaramaz. Dahası, bir bumerang işlevi de görebilir. Teorik doğrular önemlidir. Ancak bunlardan pratik sorunlar karşısında isabetli talepler, taktiklerle siyasetler üretmek çok daha önemlidir. Öncü partinin de esas işlevi budur.

Not: Burada, geçmiş yıllardaki yazılarımda Ukrayna konusuna bir çok kez değinmiş olduğum için aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. İlgilenenler o yazılara bakabilirler.