Menderes’in düşürülmesi hakkında bir kaç küçük not

Menderes’in DP’si, kötü geçmiş bir tarımsal mevsimin de etkisiyle, halk sınıflarının ekonomik sıkıntılar içinde olduğu 1954 yılında yapılan seçimlerde, popülist vaatleriyle oyların yüzde 57’sini alarak dışta emperyalist, içte kapitalist-popülist, anti-komünist politikalarını uygulamak bakımından daha geniş bir hareket alanına sahip oldu. İç ve dış siyasetinde fütursuz provokasyonları için daha da cesaretlendi. Menderes Türkiye’si “Orta Doğu’nun lideri” havasına girdi.

DP iktidarı bir iktisadi akla dayanmayan motor rolünü inşaat sektörünün üstlendiği yatırımlarına, özellikle İstanbul’da,  hız verdi. Bu inşaat faaliyetlerinin finansmanı için sürekli borç para bulma ihtiyacı duyuyordu.

Orta Doğu’da  ABD, kontrolü SSCB’ye kaptırmamak adına hamleler yapıyordu. Ulusalcı Musaddık İran’da devrilip, yerine tekrar Şah yönetimi getirildi. Ancak Suriye ve Mısır’da Baas yönetimleri konumlarını güçlendirdiler. Suriye, Amerikancı paşalarını azlederek yerlerine Baas anlayışına bağlı komutanları atadı. Kabinesine komünist bakan aldı.

Türkiye’nin dış borç ve inşaat yatırımları sarmalına sokulmuş ekonomisi, en başta, kentli ücretlilerin ekonomik koşullarını olumsuz bir şekilde etkiledi.

1957 seçimleri bu iç dış şartlarda yapıldı. Bu kez DP oyların yüzde 47’sini aldı. Oyları yüzde on azaldı. CHP’nin oyları yüzde 35’ten yüzde 41’e çıktı. İki parti daha parlamentoda sandalye kazandı.

ABD, Suriye’nin Mısır’la birlikte SSCB’yle yakınlaşmasının önüne geçmek adına DP hükümetini kullanmak istedi. Eisenhower Doktrini ilan edildi ve onun çerçevesinde Türkiye cesaretlendirildi.

1958’de Irak’ta General Kasım darbesi bu ülkedeki Amerikancı krallığı yıktı. Çok geçmeden yeni Irak yönetimi Amerika’nın bölgedeki aracı işlevi gören Bağdat Paktı’ndan çıktığını ilan etti. Bağdat Paktı çöktü (yerine Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin dahil olduğu CENTO kuruldu. O da İran Devrimi’ nden sonra yıkıldı).

Irak, Suriye, Mısır ve SSCB’ye yakınlaştı. Eisenhower Doktrini bir işe yaramadı. Türkiye’nin Suriye ve Irak’a karşı provokatif girişimleri özellikle iki ülke sınır boylarında devam edince Mısır ve SSCB Irak ve Suriye’yi ne pahasına olursa olsun bir saldırı halinde savunacaklarını açıkladılar. Daha sonra Mısır ve Suriye birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleştiklerini açıkladılar. SSCB ve Irak bu devleti tanıdıklarını ilan ettiler. ABD geri adım atmak zorunda kaldı. SSCB, Savunma Bakanı Bulganin’in ağzından Türkiye’ye sert bir nota verdi. ABD, Türkiye’yi kendi başına yanlış bir hamle yapmaması konusunda uyardı.

İçeride ekonomi daha da kötüleşti. 1946’daki  emperyalist sisteme entegrasyon devalüasyonundan sonra ikinci büyük, hatta tarihimizin en büyük devalüasyon kararı alındı. Lira dolar karşısında yaklaşık yüzde 330 oranında devalüe edildi. Bütçe açıkları, ödemeler dengesi açıkları öncelenmemiş  oranlara ulaştı. Ardından büyük bir enflasyon baş gösterdi. Gelişmekte olan ülkeler arasında Türkiye, Brezilya’dan sonra enflasyonun en yüksek olduğu ikinci ülke idi. İşsizlik temel bir sorun halini aldı. Artık popülist politikaların uygulanma olanağı neredeyse kalmamıştı.

Asker ve sivil, özellikle kentli,  ücretliler, işsizler  ekonomik şartların ağırlaşmasıyla hükümet karşıtı bir tavır aldılar. Nasıl 2013 Haziran’ın da ayaklananlar ağırlıklı olarak ücretliler, işsizler ve onların çocukları idiyseler, 1950’lerin sonlarına doğru ayaklananlar da benzer kesimlerdi. Mesela ayaklanmalarda motor işlevi gören öğrenciler  ağırlıklı olarak bu ücretli ya da dar gelirli, işsiz  ailelerin çocuklarıydılar (Aslında devlet tarafından korunan, sübvanse edilen tarım ekonomisinde en büyük dilimi temsil eden küçük ve orta boy köylüler de bir nev’i ücretli olarak görülebilir).

27 Mayıs’a aktif olarak katılan subayların anılarını okuduğumuz zaman (Bunlar arasında, genç subayların bilincini çarpıcı şekilde yansıtması bakımından  en ilginci 27 Mayıs’ın örgütlenmesinde hayli aktif bir rol oynamış Dündar Seyhan’ın anılarıdır), harp akademisini bitirip Anadolu’ya görev yerlerine tayin olan subayların nasıl bir aldatılmışlık hissine kapıldıklarını görüyoruz. Anadolu’da görev yaptıkları kasabalarda tezek yakarak ısınacak kadar kötü yaşam şartları içine girdikleri vakit, okullarında yapılan resmi propagandanın hilafına, ülke ve halk gerçeğiyle karşılaşmışlardı.

Bu ağır ekonomik şartlarda Menderes hükümetinin  SSCB ile flört çabaları da, özellikle Orta Doğu’daki son gelişmelerden sonra,  emperyalistler tarafından kabul edilemezdi.

Çoğunluğu  kentli küçük burjuvalardan oluşan halk kesimlerinin tepkileri genişleyerek büyüyor, sol talepler adına radikalleşme eğilimleri görülüyordu. Bu gelişmeler ABD ve düzen için açık bir tehlikeydi. Üstelik Küba’da da hesapta olmayan bir devrim gerçekleşmişti.  Devrimci Castro yönetimi SSCB ile yakınlaşıyordu (1)

Menderes devrinde, muhtemelen Orta Doğu’daki Musaddık ve Baas deneyimlerinden sonra  emperyalist talepler doğrultusunda ordu etkisizleştirilmiş, Amerikancı hükümete tabi Amerikancı paşalar göreve getirilmişti. Başka bir ifadeyle, emperyalist vasalı olan devletin bir aygıtı olarak askeriye düzenin ihtiyaçlarına kendisini adapte etmek zorundaydı.

27 Mayıs askeri darbesi giderek genç subayları,subay adaylarını da içine çeken sokağın artan baskısının sol mecralara yönelmemesi için yapılmıştır. Egemenlerin, darbecilerin o şartlarda, kaşıkla verilecek olanı sonradan kepçeyle almak düşüncesiyle, ilerici birtakım ödünler vermemesi mümkün değildi. Yakınlarda, Mısır’da gerçekleşmiş Sisi darbesiyle bu bakımdan benzer yanları vardı.

Yani bu iç ve dış ekonomi-politik koşullar içinde zayıflayan DP’nin düşmesi sokakların harekete geçmesiyle mümkün olabildi. En örgütlü güç olan askeriye, genel olarak örgütsüz, programsız, önderlikten yoksun sokakların ayaklanması durumundan  vazife çıkardı. Bir çok subayın yaşadıkları şartlar ve hayal kırıklıkları yüzünden düzeni hedeflemeyen samimi ilerici taleplere sahip oluşu bu gerçeği değiştirmez. Bu subaylar arasında Baasçı etkilerin güçlü olduğu da bir vak’adır. Darbeden sonra  12 Mart döneminin sonuna kadar süren bir zaman aralığında, 27 Mayıs’ta verilenlerin fazlasıyla geri alınması süreciyle birlikte bu subayların büyük çoğunluğu tasfiye edildiler.

Öte yandan, Baas ilericiliği de, tıpkı kemalizm gibi, anti-kapitalist bir konum üzerinde yükselen anti-emperyalizme referans vermez. Daha çok Batı’nın büyük devletlerinin işgalci, sömürgeci, hegemonyacı dış politikalarına, onları buna yönelten sosyo-ekonomik düzenlerine karşı çıkmaksızın, milliyetçi bir tepki göstermelerinden söz edilebilir. Tabii aynı kemalizm deneyiminde olduğu gibi, SSCB’nin varlığı bu konumu sürdürebilir kılıyordu.

Baas rejimleri kapitalist düzenle, onun işleyiş, gelişme mantığıyla bir sorunları olmadığı için içeride geniş bir kitlesel taban üzerinde durmuyorlardı. Kamusalcı bir programları yoktu. Bürokrasinin denetiminde “karma ekonomi” olarak  tabir ettikleri bir kapitalizmi sürdürmek istiyorlar, kapitalizmin tekelci iç dinamiklerini, emperyalizmin kapitalist içeriğini anlamak istemiyorlardı. İç pazarı, dolayısıyla teşvikleri gözeten bir sermaye birikimi modelini öne koyuyorlardı. Palazlanan sermayenin kendi kontrollerinden çıkarak emperyalist sisteme yeniden entegre olmak bakımından çok daha geniş bir alan bulacağını, bu sürdürülmüş statükoyu sürdürülebilir olmaktan çıkaracağını görmek istemiyorlardı. Kabul edelim, bu anlayış SSCB’nin bulunduğu koşullarda şu ya da bu ölçüde sürdürebilmiştir.

NOTLAR:

1) Bizde “Küba Füze Krizi” olarak da bilinen 1962’de ABD ve SSCB arasında patlayan krizden sık sık söz edilir. Ancak biraz daha öncesinde Suriye ve daha az  ölçüde Irak sorunları etrafında yaşanmış benzer denebilecek krizin pek lafı edilmez. Küba Füze Krizi’ne konu olan Amerikan Jüpiter füzeleri 27 Mayıs darbesinden hemen sonra 1961’de ülkemizde konuşlandırılmıştı. Yani darbeci ordu NATO’ya ve CENTO’ya bağlılığını ilan ettikten biraz sonra. Tabii Türk ordusunun bu konuşlandırmadan haberi olup olmadığını bilmiyoruz. Gelgelelim, SSCB ile varılan antlaşma sonrasında söküldüklerinden haberinin olmadığını artık biliyoruz. Söküldüklerinden haberi olmayanların konulduklarından da haberlerinin olmadığını düşünmek meşru oluyor. Burada önemli olan, haber verme, Türk devletinin görüşünü alma gereğinin dahi duyulmamış olmasıdır. 1923’den 1962’ye gelindiğinde Türk devletinin hali pür melali böyleydi. Bugün, mesela Suriye krizinin seyrine bakarak, bu halin daha da kötüleştiğini söylemek mümkün.

Tweetle

General John Allen’ın gitmesi ne anlama geliyor?

Sözde “anti IŞİD”  koalisyonun başına getirilmiş bulunan General John Allen’ın önümüzdeki Kasım ayında bu görevini bırakacağını medyadan öğrendik. Allen, emperyalist blok içindeki neo-con şahinlerin, başını (halen Senato Savunma Komisyonu Başkanı ve eski Cumhuriyetçi başkan adayı) McCain, Hilary Clinton ve emekli General Petraeus’un (1)  çektiği kliğin önde gelen bir üyesidir.

Bu gelişme sürpriz olarak görülemez. Daha önceki yazılarımda bir çok kez söz konusu koalisyonun nasıl oluşturulduğundan ve Allen’ın nasıl başına geçirildiğinden söz etmiştim. ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmanın onaylanmasından sonra Allen’ın bulunduğu yerde kalması olanaklı görünmüyordu. Artık “anti-IŞİD koalisyonu” nun bu haliyle bir anlamı kalmamıştı. Bizim sol camia, genellikle olduğu gibi, iç gündeme çok gömülmüş olduğu için İran-ABD antlaşmasının önemini kavrayamadı.  Bu konuda bir yazı okuduğumu hatırlamıyorum. Halbuki bu antlaşmanın sonuçları bölgemizde ve ülkemizde görülmektedir. Türkiye’nin bugün yaşadıkları ve üç beş ay sonra, yani yakın gelecekte, yaşayacakları bu antlaşmayla başlayan yeni bir sürecin etkileri olarak görülmek gerekir. Bunlar belirleyici etkilerdir.

TC devleti bir vasal devlettir. Emperyalizmin sürekli saldırı haline geçtiği bir dönemde vasal devlet, bütün ulusal egemenlik sınırlarından kurtulur, yeni koşulların gerektirdiği yeni işlevlere hazır hale gelir. Bu sistem içinde yer alan bir vasal devletin işleyişini, egemen sınıf bloğunun bu devlete göre konumunu  içinde yer alınan söz konusu sistemin dışında analiz etmek mümkün değildir. Yani bugün iç dinamikler, diyelim, İkinci Savaş sonrasındaki soğuk savaş devrinde sahip olduğu rolden farklı bir role sahiptir. Hem egemen sınıf bloğu ve hem de devleti öncekinden farklı olarak çok daha sınırlı, kısıtlı bir özerklik alanına sahiptir. Tabii bu öyle tepeden gelen bir emirle bir anda olmuyor. Öncelikle egemen kapitalist sınıf yeni birikim düzenine entegre ediliyor. Daha uluslararası ya da global bir karakter kazanıyor. Bu süreçte devlet hem bu durumu temin eden ve sürdüren bir araç hem de vasallık rolünün bihakkın yerine getirilmesi için bir amaç oluyor.

Emperyalizmin 90’lı yıllarda soğuk savaş zaferiyle birlikte başlatmış olduğu saldırı stratejisi, özellikle ya da daha net bir şekilde  Obama’nın ikinci başkanlık döneminde bir savunma stratejisi haline dönüştürüldü. Elbette bu bir anda, kolay bir şekilde gerçekleşmiyor. Emperyalist sistemin hegemonik güçlerinin her birisinin kendi içinde ve tabii kendi aralarında, bu arada bunlarla vasalları arasında, emperyal güçler haline gelmek isteyen rakip güç merkezleriyle  farklı çıkarlara, önceliklere, kaygulara  tekabül eden gerilimler, çatışmalar yaşanıyor. Bir ileri iki geri ya da tersi bir görüntüye sahip adımlar atıldığını görüyoruz. “Vekalet savaşı”, kontrollü kaos” düşüşte oldukları için savunma stratejisine dönen tarihsel emperyal güçlerin pratiklerinde görülebiliyor.  Bunlara daha önce değinmiş olduğum için geçiyorum. Yalnız geçerken, İran-ABD antlaşması sırasında ve sonrasında yaşananların bu yukarıda değindiğim hali tespit etmek bakımından önemine dikkat çekmek isterim. Adeta bir gösterge işlevi görüyor.

Emperyalist blok içindeki neo-con kanat İran antlaşmasını engellemek adına büyük bir çaba sarf etti. Mesela bu çerçevede bölgede ve ülkemizde  terörün ivme kazanması, göç hareketlerinin kontrolden çıkması adına gayret gösterdi. Büyük bir medya kampanyası yürüttü. Ancak bu çabaları döndü dolaştı kendisini vurdu. Meşruiyet erozyonuna uğradı. Söz konusu antlaşmanın onaylanmasıyla Allen’ın artık bulunduğu yerde kalmasının bir anlamı kalmamıştı.

ABD’nin Ukrayna hamlesiyle bir taşla iki kuş vurma senaryosu da sahada yürümedi. İflas etti. Artık Obama yönetimi ve arkasındaki güçler için neo-con’ larla uzlaşma halinin sürdürülmesinin mümkün olmadığı görüldü. Hesap şuydu : S.Arabistan ham petrol fiyatlarını dramatik olarak aşağı çekecek,  Rusya ve İran ekonomileri ağır bir darbe alacak, Suriye ve Irak sorununa müdahil olmalarının önüne geçilecekti.  Aslında Kırım’ın Rusya’ya geri dönmesiyle bunun olamayacağının ilk ve en önemli işareti gelmişti. Ancak emperyalistler “kör kör gözüm parmağına” anlayışında ısrar ettiler. Rakiplerini hafife aldılar.

Emperyalistlerin ham petrol fiyatları üzerinden ayar verme girişimleri Rusya’dan çok, zaten bir de ambargo sorunu yaşayan İran’ı etkiledi. Böylece İran, Irak ve Suriye’deki etkisini, müdahalesini arttırma kararı aldı. Kaynayan kazan Yemen’i ateşledi. Suriye direnişi güçlendi. Cihatçılar geriletildi. İran, bir savaşı göze almak pahasına, nükleer çalışmalarını sürdüreceğini gösterdi. Yani vuruşmadan sahadan çekilmeyeceğini ilan etti.

Uluslararası finans-kapital ağlarına henüz entegre edilememiş Suriye burjuvazinin bürokrasi içinde de güçlü olan geleneksel seküler küçük-burjuva radikal veya ilerici güçlerle ittifakına farklı etnik ve dinsel kökenden geniş halk kesimleri de dahil oldu. Savaş çok uzamış ve üstelik değişim vaadinde bulunanların nasıl bir değişiklik yapacakları bu kitleler tarafından anlaşılmaz olmuştu. Özellikle Libya örneği Şam yönetiminin arkasında durmalarında belirleyici oldu. İran da bu direnişin başlıca dış dayanağı oldu.

İran-ABD antlaşmasının ardından neo-con senaryolarıyla oluşturulan tabloyu iyi analiz eden Rusya çok iyi bir zamanlamayla Suriye’de doğrudan müdahil olma kararı aldı. Rusya’yı bu kararı almaya sevk eden basitçe Akdeniz’de yer tutmak değildi. Bu arzu yeni değil zaten. Bu bir vak’a. Ancak Rusya’yı şimdi harekete geçiren iki temel kaygu vardı: Birincisi, bir tedarikçi ülke olarak ekonomisi ham petrol fiyatlarına bağımlıydı (aslında 70’lerden itibaren SSCB için de benzer bir durum vardı). ABD ve S.Arabistan’ın ham petrol fiyatlarını, piyasa kurallarını bypass ederek istedikleri gibi belirleme olanaklarına sahip olmalarının önüne geçilmesi gerekiyordu. Yani stratejik bir ürün olan ham petrol ekonomi-politiği etken oldu. İkinci olarak, Avrasyacı malum Anglo- Amerikan  jeopoliğini öne koyan Obama yönetiminin  cihatçıları ileride Avrasya coğrafyasında kullanma olasılığının giderek güçlenmesi Rusya’nın tedirginliğini arttırdı. Sayıları yüz binden az olmadığı iddia edilen cihatçılar arasında Rusça konuşanların üçüncü büyük grubu oluşturması, bunların bir çoğunun lider kadrolarda yer alması bu tedirginliği anlaşılır kılıyor.

İran da ham petrol ekonomisi konusunda Rusya ile benzer kaygulara sahip olduğu için siyasal olarak işbirliği yapma olanakları güçleniyordu. İran-ABD antlaşması Rusya’nın olası bir İran-ABD savaşıyla ilgili kaygularını giderdi. Rusya, Suriye’de doğrudan müdahil olmak bakımdan daha rahat hareket edebileceği bir zemin buldu.

ABD’nin bu yeni gelişmelerin önüne geçmesi mümkün görünmüyor. Esad’ın kalacağı anlaşıldı. ABD, Rusya’yla “şerefli” bir uzlaşma içinde olmak, onu kendisiyle birlikte hareket etmesi için sıkıştıracaktır. Bu arada, Rusya’yı İran’dan ayırarak kendi yanına çekme hesapları da yapıyor olmalıdır. Rusya ve İran’ı düşmanlaştırmak Avrasyacı Brzezinski’nin öteden beri ABD yönetimlerine tavsiye ettiği bir fikirdir.

Yemen’deki savaş ve Suriye’deki direniş S.Arabistan yönetimi içindeki defoları da açığa çıkarmış, bir taht mücadelesini başlatmıştır. Neo-con kanatın temsilcileri olan Prens Benderci’ler (bu arada Suudi hanedanlığına dahil halen bir kaç bin prens olduğunu hatırlatmak isterim),  Suriye, Rusya ve İran’la uzlaşmaya sıcak baktığı izlenimi veren mevcut yönetimle şiddetli bir iktidar mücadelesi içindedir. Ancak neo-con’cuların kazanma olasılığı hemen hemen yoktur.

Türkiye’deki AKP rejiminin seçimlerden sonra daha da fütursuzlaşması, fiili durumlar yaratmaya hız vermesi, provokasyonlar yapması  “anti-IŞİD koalisyonu” aracılığıyla ABD’nin Suriye’de yeni bir saldırı planını devreye sokmasıyla alakalıdır. Erdoğan-Davutoğlu yönetimi neo-con’ların kontrolündedir. Kürdistan coğrafyasında PKK’nin desteğiyle yükseltilen terör (2) bu neo-con koalisyon veya işbirliği olmadan anlaşılamaz. Ancak neo-con’ların  geriletilmesi AKP hükümetinin sürdürebilirliğini olanaksız hale getiriyor. Artık eski manevra alanlarını bulmak da çok zordur. İhtiyaç duyacağı manevra alanı adına seçimlerden sonra bir CHP koalisyonundan önce HDP koalisyonu olanaklarını zorlaması, yani yeniden “barış süreci”  senaryosunu uygulamaya koyması  beklenebilir. Ancak bunun da sürdürebilir olmayacağı açıktır. Esad’ın kalması, Tayyip’in düşmesi demektir (3)

Bu arada, Türkiye ekonomisi çöküyor. Bu şartlarda, 3 TL’nin üzerindeki bir dolar kuruyla reel ekonomiyi çevirmek olanaklı değildir. AKP’nin dayanağı olan reel ekonomi içindeki Anadolu sermayesinin de artık onun arkasında olmayacağını tespit etmek gerekir. İhracata dayalı gelişme stratejisi izleyen Türkiye’nin ihracat yapan sanayisinin kullandığı girdilerin en az yüzde 55’i ithaldir. Öte yandan, Çin’in sürmesi muhtemel devalüasyon kararlarının Türkiye reel ekonomisi üzerinde tahrip edici etkileri devam edecektir. Biraz arabesk yapıp  tarihin bir cilvesi mi diyelim, Türkiye, 1957’de ortaya çıkan Suriye sorunu sırasında da, özellikle 1958 yılında,  büyük bir devalüasyon sorunu yaşamıştı.

NOTLAR:

1) Bu isme dikkat çekmek isterim. Petraeus uygunsuz bir gönül ilişkisi bahanesiyle Obama tarafından Afganistan’da görevliyken açığa alınmıştı. Asıl nedenin siyasal olduğu Amerikan medyasında çok yazıldı, tartışıldı. Doğrudur. İlk Körfez Savaşı’ndan itibaren, özellikle de 11 Eylül tezgahından sonra,  ABD yönetiminde ordunun artan ağırlığını gösteren sembol isimlerden birisi Petraeus’tur.

11 Eylül’ ün ABD’de de facto bir rejim değişikliği adına bahane olarak kullanıldığı iddiaları biliniyor. Yani bizdeki Ergenekon tezgahı gibi. Daha CIA başkanı (Eylül 2011-2012 Kasım) olmadan önce Afganistan’da ISAF’un (International Security Asistance Force) başındayken (2010) ve sonrasında Petraus’un, Müslüman Kardeşler kartını “Arap baharı” adı altında kullanarak, Orta Doğu’daki seküler, ilerici hareketleri boğma düşüncenin mimarlarından olduğu sık sık dile getirilir. Hatta M.Kardeşler söz konusu olduğunda Mısır’la birlikte ayak direyen S.Arabistan’ın yerine Katar’ı (2005’ten itibaren) devreye sokanın da onun fikirlerinin etkisindeki  CIA olduğu biliniyor. Nitekim Petraeus, hükümetin bilgisi dışında yaptığı planlar ve attığı adımlar Obama yönetiminde kaygu yaratınca görevden alındı. Bir süre sonra Katar’daki Emir’in oğlu tarafından alaşağı edilmesinin de bu Petraeus kararıyla ilişkili olduğu iddia edilmişti.

Şu açıktır: ABD soğuk savaş sonrasında adım adım, dünya hakimiyeti veya “tarihin sonu” ideali uğruna, kadim Roma gibi, bir askeri imparatorluk haline getirilmiştir.Bunun için bireysel özgürlükleri sınırlayan, devletin yurttaş üzerindeki kontrolünü arttıran birtakım polisiye yasalar yapılmış ve ABD yurttaşlarına onaylatılmıştır.

Dış siyaset alanında işgalci, baskıcı rolünü yerine getirebilmesi  için devlet,  iç siyasette de yurttaş karşısında daha fazla  güçlendirilmiştir. Mesela, oğul Bush devrinde çıkartılan faşizan Yurtseverlik Yasası’nı hatırlayalım. Amerikan yurttaşları emperyalist devletin sözde güvenliği adına temel  kişisel güvenlik haklarından feragat etmişlerdi. Bir örnek olsun, mesela, terör yapma potansiyeline sahip olduğu iddiasıyla bir yurttaşın özgürlüklerinin kısıtlanması, hatta fizikisel olarak yok edilmesi meşrulaştırılıyordu.  11 Eylül tezgahı sonrası çıkartılan ve bireysel enformasyon haklarını devlet otoritesi adına sınırlayan, kontrol altına alan yasaları hatırlayalım.

ABD’nin vaktiyle sosyalist dünyaya yönelttiği “totalitaryanizm” iddiasıyla ilgili argümanlarını, bu kez harfi harfine ona karşı kullanmak mümkün olabilmektedir. Bu notu tamamlarken son bir şey daha, bu enformasyon haklarını sınırlayan yasaları hazırlayan kişi de bir asker, Amiral John Poindexter’dı. Bu şahıs, İran-Contra olarak bilinen davadan yargılanmış, belgeleri tahrif ve yok ettiği için 18 ay hapis cezası almış ama cezası ertelenmişti.

2) Dikkat edilirse şiddet çok ağırlıklı olarak Kürdistan coğrafyasında yer alıyor. Adeta çatışan taraflar arasında zımni bir antlaşma vardır. Bu görüntünün Suriye’de Kürt grupların da dahil olduğu  satranç oyunuyla bir ilişkisi var tabii.  Gelgelelim, PKK’nin Kürdistan coğrafyası sınırları dışında eylem yapmaması dikkat çekicidir. Oysa böyle bir yeteneğinin olduğu biliniyor. Mesela Türkiye’nin ekonomik çıkarlarının yoğunlaştığı Batı’nın büyük kentlerinde önemli bir PKK eylemi cereyan etmemiştir. Bu bakımdan 7 Haziran’ın biraz öncesinde başlatılan şiddet şu ana kadar kontrollü bir şekilde sürdürülmektedir. Yani böyle bir izlenim ediniliyor. Bunu sadece  tarafların seçim hesaplarıyla açıklamak doğru olmaz. Ancak o hesapları devre dışı bırakan bir analiz de eksik olur.

3) Daha önce bir kaç kez değinmiştim. Türkiye’de DP hükümeti, artan ekonomik sorunların da baskısıyla,  1957’de ABD tarafından yaratılan Suriye krizinin üzerine adeta bir can simidiymiş gibi atlamıştı. Gayet kışkırtıcı roller üstelenmişti. İç siyasetinde de bu dış siyasal konumunun yansıması olan  tavırlar takınmıştı. Sovyetler Birliği’nin 1959’da Suriye’den yana ağırlığını iyice hissetirmesiyle ABD geri çekilmiş, TC devletinin hevesi de böylece kursağında kalmıştı. Ancak fatura da DP hükümetine çıkartılmış, kriz aşıldıktan hemen hemen bir yıl sonra hatalı bir kaleci gibi boşa çıkmış olan Menderes’in ipi çekilmişti.

Tweetle

Tekrar Rusya ve Suriye hakkında

Her ne kadar Rusya, Suriye’de askeri üs kurmak gibi bir niyetinin olmadığını söylese de, bu ülkede ısrarla takviye ettiği askeri yığınak, naklettiği silahların türü ve  teçhizatın içeriği Rusya’nın Lazkiye civarında çok önemli, iyi donanımlı, yani caydırıcı özelliklere haiz bir harekat üssü kurmakta olduğuna dair işaretler veriyor. Bu Rus hamlesinin her şeyden önce, ABD yönetimi içindeki, ABD ve müttefikleri arasındaki  çelişkileri, zayıf yönleri iyi okuyan Rusya’nın, ABD’nin Ukrayna hamlesine bir yanıtı olarak görülmesi gerekir.Bu hamle Rusya’nın Suriye söz konusu olduğunda iki temel kaygusuna da yanıt veriyor: IŞİD içindeki Rusya kökenli cihatçılarla ilgili kaygu ve tedarikçi bir ülke olarak Rusya’nın petrolle ilgili ekonomi-politik kayguları.

Dikkat edilecek olursa, ABD ve müttefiklerinden Rusya’nın bu yeni hamlesine sert tepkiler gelmedi. Göç baskısı altında bunalmış AB ülkeleri Suriye konusunda ABD önderliğinde izledikleri politikaların işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini görüyorlar. Bu baskılar ABD yönetimine de  transfer ediliyor.ABD, son İran uzlaşmasıyla görüldüğü gibi, artık doğrudan askeri müdahalelerden kaçınıyor. Böyle bir gündemi (en azından) şu sıralarda yok.

Öte yandan, FED’in son kararı da ekonomik krizin devam ettiği anlamına geliyor. İyileşme falan hikaye. Ekonomide de her an işler tekrar alt üst olabilir. Bu parasal genişleme sürdürüldükçe  balon şişirme devam eder. Bunun önüne geçilemez. Parasal genişlemeyi daraltan önlemler almanız, faizleri arttırmanız öncelikle FED tarafından, kapitalizm tarihinin belki de en büyük parasal operasyonuyla, kurtarılmış bankalarınızın (çünkü hepsi kurtarıcıları FED’e borçlu), sisteminize dahil çok sayıda ülke ekonomisinin zarar görmesine neden olabilir. Bu da gelir tekrar sizi hem ekonomik hem de politik olarak vurur.Yani bir çözümsüzlük hali var. Sürekli ertelemeler bunun göstergesi. Sağlıklı bir analiz için sadece ABD’deki ekonomik göstergeleri değil, genel olarak sistemin göstergelerini dikkate alan bir metota ihtiyaç var.

Şimdi Rusya’nın Suriye’deki, ABD-İran antlaşması sonrasına rast gelen bu yeni hamlesi, İran’ın bu hamleye desteği (İran da Rusya’nın petrol ekonomisiyle ilgili kaygularını paylaşıyor. S.Arabistan’ın ABD’nin talebi doğrultusunda ham petrol fiyatlarıyla piyasa koşulları hilafına istediği gibi oynama olanağına kavuşmuş olması İran’ı çok rahatsız ediyor. Özellikle Ukrayna sorunu etrafında S.Arabistan’ın ABD arzusuna uyarak petrol fiyatlarını dramatik bir şekilde aşağı çekmiş olmasından sonra İran bölgede ve  tabii Suriye’de siyasal etkinliğini arttırmıştır), her şeyden önce, artık emperyalist ülkelerin önceden olduğu gibi, Orta Doğu’da cetvelle sınırlarını tespit ettikleri yeni ülkeler yaratamayacakları anlamına geliyor. Bunun en önce Kürt siyaseti bakımından sonuçları olması beklenmelidir. Tarihsel olarak emperyalizmden gelecek lütuflara bel bağlamış Kürt siyasetleri bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaklar. Bulundukları ülkelerde hem politikaları anlamında hem de yapısal anlamda -bir kez daha- değişimler geçirecekler.

Ta başından yapılan bir yanlış, “büyük Kürdistan” siyasetiydi. Bu coğrafya “büyük Kürdistan” için çok küçük. Doğru olan, tek tek ülkelerin Kürdistan coğrafyalarında ayrılıkçı vurguları, imaları olmayan ( ayrılma talebi Kürtler bakımından bir hak olsa da), o ülkeleri ileriye doğru devrimci bir şekilde dönüştürme mücadelesi vermekti. Bu sayede söz konusu hakkın demokratik olarak tanındığı koşullar yaratılmış olurdu. Bu yapılmadı. Malum tarihsel politik saplantılı tavırlar yinelendi. “İstediğimi kim verirse” ilkesizliği Kürt siyasetini kaçınılmaz olarak fırıldak haline getirdi. Şimdi biraz ileride hareket alanının iyice daraldığını görecek.

Ancak Kürt halkının  büyük kentlerde yaşama isteğinde ifadesini bulan  ilerici asimilasyonu, bu giderek ivme kazanan sosyolojik eğilim, Kürt siyasetinde ihtiyaç duyulan kentli proleter devrimci aklın mevzi kazanmasına zemin hazırlıyor.

ABD, Rusya’ya karşı aynı metotlarla karşı durabilecek halde değil. Düşüşte olan bir güç, savunma stratejisi uyguluyor. Paralı savaşçıları bunun için kullanıyor. Ancak onlarla uyguladığı “kontrollü kaos” un sürdürebilir olmadığı ortaya çıktı. Eski Roma’da da benzeri olmuştu. “Barbar” tabir ettikleri ve kendileri adına savaşan paralı askerler göçlerle Roma’yı paralize etmişlerdi. Esasen bugünkü “Avrupa” da bu göçlerden sonra oluşan yeni bir nüfus kompozisyonu tarafından yaratılmıştı. Şimdi de Avrupa’nın 90’lı yıllardan beri (eski sosyalist coğrafyaları en vahşi şekillerde çözmenin böyle bir sonucunun da olabileceği hesaplanamamıştı) sürekli ivme kazanan göçlerle yeniden yaratılacağı bir süreçte bulunduğunu düşünebiliriz(1)

Bugün Avrupa’da görülen paniğin ideolojik yansımalarını ya da ideolojik tepkilerini de görüyoruz. Reformist ve “radikal”  Avrupa solu örtük ya da utangaç bir ırkçılık, onu besleyen bir ideoloji olarak  “İslamofobi” nin (“Müslüman partikülarizmi” nin “Batı üniversalizmi” ni kuşattığından dem vuruluyor. Ama birincisinin ta başından ikincisi tarafından, kendi amaçları için kullanılmak adına dizayn edilmiş olduğu görülmüyor) sözcülüğünü yapıyor. Tutarsız, çelişkili akli konumlara savruluyor. Artık kafasını toparlayamıyor (Mesela kadın hakları, feminizm falan diyor, “müslüman kadınları türbandan kurtarmak” adına edebiyat parçalarken, aynı sıralarda, “kadınlar için özel taşıt araçları” çağrısı yapıyor. Öncelenmemiş ölçüde abartılı şekilde, hatta resmi, muhafazakar kurumları da kullanarak eşcinsel, LGBT haklarını ideolojik vitrinine koyarak kadını eve kapatmanın yollarını arıyor).

Yine mesela,  “Üçüncü Roma olarak Moskova” anlayışının temsilcisi gibi gördükleri “slavofil Putin” i baş düşman ilan ediyor. İran’la varılan antlaşma dolayısıyla ABD’yi ince ince eleştiriyorlar. İran’ı Avrupa’da katliamlar yapan cihatçı teröristlerin hamisi gibi sunmaya çalışıyor. Gerçeklikten kopuk, şizofrenik bir ideolojik kurgudan ibaret bir dünya resmediyorlar. Ondan hareketle gevezelik ediyorlar. Gitmekte ve gelmekte olanı kabul etmiyorlar. Görmemek için direniyorlar. Tabii bizim gibi ülkelerdeki acentaları da aynı frekanstan yayın yapmaya devam ediyorlar.

İslamcılığın, islamci vahşetin kendi eserleri olduğunu görmüyorlar. Örnekse, son zamanlarda gaz verilen şiddet ve göç hareketinin İran’la varılan antlaşmayı engellemeye yönelik bir neo-con hamlesi olduğunu görmüyorlar. Neo-con hamlesi çöktü, hesabı ödemek vasallara, Avrupalı müttefiklere düşüyor. Buradan geri dönüş olmayacak.

Bu tipleri üzen, kaygulandıran hayatlarını göç yolunda kaybeden insanlar, emperyalist işgal ve saldırılar sonucu hayatlarını, yerlerini, yurtlarını  yitiren milyonlarca insan değil, “Avrupai” yaşam tarzlarının, yaşam kalitelerinin zarar göreceği endişesidir. Majestelerinin “new left”i bunun için tedirgindir. Emperyalizmle birlikte saldırıyor. Emperyalistleri “bir şeyler yapması” için teşvik ediyor. Tabii burada “bir şeyler yapmak”ın  askeri bir ima taşıdığını görmemek saflık olur. Hem lafzi olarak “neo-con” karşıtlığı yapıyorlar hem de fiili olarak “neo-con” anlayışının uygulanmasını vaz’ ediyorlar.

Ülkelerindeki aşırı sağın güçlenmesinden kaygu duyuyorlar, ancak neden güçlenmekte olduğunu görmek istemiyorlar. Bir çok aşırı sağ, örnekse Fransa’daki Le Pen hareketi, “anti-emperyalist” bir program ve söyleme sahip.  Sosyalistlerden çok daha fazla emekten yana politikalardan yana. Neo-liberalizm karşıtı bir programa sahip(2)

Denilebilir ki, samimi değiller, demagojidir. Doğru tabii. Pekiy, ya sosyalistler? Programlarına, söylemlerine bakarsanız, bu “aşırı sağlar” , hem iç hem de dış politikada reformistlerden, Syrizlardan daha soldadır. Asıl garabet burada değil mi? Güçlenmelerinin asıl nedeni “sol” gibi solun olmaması değil mi? Siyasal bir boşluğu istismar etmiyorlar mı? (Vaktiyle AKP’nin popülerleşmesinin de böyle bir boyutu yok muydu?)

ABD, Suriye’de Rusya’ya askeri olarak karşılık veremez. Ukrayna’da da veremez. Emperyalizm, hep olduğu gibi, bükemediği bileği öper. Gününün geldiğini düşündüğü zamana kadar bunu yapar. Şimdi Suriye’de cihatçılara karşı Rusya’nın ve İran’ın olası bir imha planına dahil olmanın “şerefli” yollarını arayacaktır. Böyle bir plan uygulamaya konacaksa, ona dahil olarak, kendisinin inisiyatifinde gerçekleşmiş gibi sunacaktır.

Bu gelişmelerin Türkiye’ye yönelik olası sonuçlarına gelince,  en önce artık AKP rejimini, en azından, bugünkü neo-con formatında sürdürmek mümkün olamayacaktır. Bu önümüzdeki seçim, eğer olursa, Tayyip’in müdahil olduğu, isterseniz katıldığı, son seçim olacaktır. Suriye’deki rejimin tahkimatı, Türkiye’dekinin erozyona uğramasıyla mümkün olabilir. İkisi bu çizgileriyle bir arada var olamazlar. AKP rejimi sadece AKP’den ibaret değildir, resmi muhalefet, ona tutunan, onunla el sıkışmış olanlar da çerçevesine dahildir. Onlar olmadan ayakta duramazdı zaten(3).

HDP, Türkiye soluna, kendi etnik gündeminden kaynaklanan bir ihtiyaç olarak, Bundçuluğu, “sol” diye kakalamıştır. MHP, AKP ne kadar Türkiye partisiyse, HDP de o kadar Türkiye partisidir. Daha fazla istese de olamaz. Bütün bu partiler, özel gündemli, özel misyonlu partilerdir. Aldıkları oylarla onları değerlendirmek yanlıştır.

Bu partilerin kendi içlerinde demokratik bir çerçeveye sahip olamayacakları da HDP’nin son olarak hükümet kuruluşu sırasında yaşadığı tartışmalarla bir kez daha görülmüştür. Bu partiler eşitlerin  “ittifak” ını değil, “eşitler arasında en eşit olan” a tabiiyeti esas alırlar. Gerek duyduklarında vitrin malzemesi olarak kullandıkları yüklerini silkeleyip, atarlar. Aynı AKP’nin yaptığı gibi.

Şimdi bizim için sorun, bütün bu gelişmeler olurken nasıl bir tavır alacağımız, bu olanakları nasıl proletarya siyaseti adına  olanak haline getirebileceğimizdir. Çünkü sözünü ettiğimiz kavga emperyalistler ve emperyalist olmak için çaba harcayan ülkeler arasındadır. Buradan kendiliğinden proletarya siyaseti adına olumlu sonuçlar çıkması elbette beklenemez. Siyasal olanaklar çıkar ama o olanakları devrimci şekilde gerçekleştirmek emek hareketinin becerisine kalmıştır. Aksi halde giden gericiliğin yerine bir başkasının tesis edileceği açıktır.

NOTLAR

1) Tekrar etmek gerekirse, göçlerin temel nedeni yoksulluk ve yoksunluktur. Savaşların, iç savaşların da zaten bu yoksullukla birlikte düşünülmesi gerekir. Bu göçlerin tek nedeni olarak savaşları işaret etmek doğru değildir. Mesela Meksika en çok göç veren ülkelerden birisi ama orada bir savaş yok. Bugün dünyada günlük geliri 2 ABD dolarının altında olan 3 milyar civarında insan yaşıyor (Oysa sadece “yoksullara yardım” işlevine sahip olduğu iddia edilen  Dünya Bankası’nın günlük kârı her 1 dolar için 2 dolardır). Dünyada 5,5 milyardan fazla insanın ekonomik geliri Meksika’nın kişi başına gelirinden anlamlı miktarda düşüktür. Bu yoksul nüfus kapitalizm sayesinde sürekli olarak artıyor. Göç edenlerin nüfusu, elbette, bu en az 5,5 milyarlık yoksul ve yoksunlar nüfusu yanında devede kulak bile değildir.

2) Reformist ve “radikal” sol, gözleri liberal ideoloji tarafından kamaştırılmış olduğundan bu Avrupa’daki “aşırı sağ”ın ekonomik- sosyal ve dış politik politikasının kendisinden daha solda olduğunu göremedi. Kendisini meşrulaştırmak için bu aşırı sağın faşist olduğunu iddia ediyor. Oysa bunlar, Yunanistan örneği dışında, geleneksel anlamında faşist partiler değil. Bu ithamda bulunan reformist ve radikallerin kendileri emperyalizme ve faşizme daha fazla hizmet ediyorlar. Zaten “aşırı sağ” ın işçi sınıfı içinde dahi geniş bir taban bulabilmiş olmasının nedeni de soldaki boşluk. Veyahut aynı anlama gelmek üzere, sol kulvarda reformist ve radikal solcuların öne çıkartılmış olmasıdır.  Söz konusu “sol” liberal ideoloji tarafından iğdiş edilmiş olduğu için  onun ölçütleriyle düşünüyor. Kaçınılmaz olarak Syrizalaşıyor. Ne pahasına olursa olsun kitleselleşmeyi, bunun içinse sınıfsal ittifakları zorunlu görüyor. Yani tipik bir oportünist sendrom. Sürekli Syrizalar yaratma ihtiyacı duyar. Misyonu budur.

3) 1957’de Suriye’de yönetimin SSCB’ye yakınlaşması, ABD ve NATO’yu tedirgin etmiş, bu ülke emperyalistler tarafından tehdit edilmiştir. Bir “Suriye sorunu” meydana getirilmiştir. Bu sorun etrafında Türk ordusu bir tehdit unsuru olarak kullanılmak istenmiş, devrin Demokrat Parti hükümeti gönüllü bir şekilde Suriye sınırına 200 bin civarında asker yığmış, bu sorunu emperyalist talepler doğrultusunda istismar ederek, durumdan vazife çıkarma gayreti içinde olmuştur. Suriye’nin işgali gündeme getirilmiş, SSCB’nin verdiği nota sonrasında ABD, havaya girmiş vasalı Türkiye’nin yularını çekme ihtiyacı duymuş ve sorun bu şekilde aşılabilmiştir. Ancak bu sorun esnasında Türk hükümeti ABD’nin kontrolü dışında kışkırtıcı girişimlerde bulunmuş, bu durum ABD’yi rahatsız etmiştir. Menderes’in ipinin çekilmesinde herhalde bu sorunun ele yüze bulaştırılmış olmasının da katkısı olmuştur. Suriye sorununda  geri adım atmakla DP’nin düşürülmesi arasındaki ilişki hakkında siyasal literatürümüzde hatırladığım bir araştırma yok.  Bu tür girişimlerin siyasal sonuçlarının olmaması mümkün değil.

Tweetle

ABD-İRAN Antlaşmasının Olası Siyasal Sonuçları

Bilindiği gibi, ABD ve İran arasında varılan antlaşmayı engellemeye yönelik Cumhuriyetçi (burada başı senatör McCain çekiyor) ve Demokrat (başlarında Hilary Clinton var (1) ) neo-con girişimi ABD Kongre’sinde 11 Eylül günü onay bulamadı ve başarısız oldu. İran’la yapılan antlaşma Obama yönetiminin öteden beri yapmayı düşündüğü ve fakat yönetim içindeki muhalefet yüzünden yapamadığı bir işi gerçekleştirmesi için yolu açmış oldu(2)

Hatırlayacak olursak, ikinci kez başkan seçileceği seçim kampanyası sırasında ve seçimi kazandıktan sonra başkan Obama, yeni dönemde dikkatlerini Orta Doğu’dan Anglo-Amerikan emperyalizmin pivot bölgesi Avrasya’ya çevireceklerini açık bir şekilde beyan etmişti.

Gelgelelim, daha önceki yazılarımda değinmiş olduğum sebeplerden ötürü, aradan geçen zaman içinde bu yolda istedikleri adımları atamadılar.  Ukrayna hamlesiyle Avrasya yolunda ciddi bir adım attılar ama Orta Doğu’nun ayak bağı olmasının önüne geçemediler. Bu bakımdan ABD yönetimi adına gerçek bir becerisizlik söz konusudur. Obama, herhalde Carter’dan sonraki en aciz başkandır. Evet, ABD yönetimi için bir adım ileri iki adım geri veya tersine tekabül eden hamleler bir çok kez olmuştur, olabiliyor. Ancak bu kez Suriye ve Irak işinden zamanında sıyrılamamak Ukrayna işini de zora sokmuş, Rusya,Çin  ve İran’ın tekrar aktif ve yön verici güçler olarak devreye girmelerine neden olmuştur.

ABD yönetimi son zamanlarda tam bir çaresizlik halinde, özellikle Suriye ve Irak politikasında, kendisinin dahi inanmadığı işlere girişmiştir. Bunun esas nedeni yönetim içindeki neo-con tazyikine dayanamamasıdır. Tavizler vermek zorunda kalmıştır. Mesela ta baştan İsrail gemlenmek istenmiş ama başarılı olunamamıştır. Suriye ordusu ve Hizbullah’ın IŞİD’i geriletmeye başlaması karşısında neo-con (bu cephede S.Arabistan, Katar, BAE, Ürdün, Türkiye, İsrail gibi ülkeler, Avrupa ve Japonya’da etkili konumda bulunan bir çok siyaset adamı, örnekse, Fransa’da Juppe ve Fabius, ve siyasal çevreler yer almaktadır) kaygularını gidermek adına “anti-IŞİD koalisyonu” oluşturulmuş, başına da şahin neo-con’lardan General John Allen getirilmişti. Bu oluşumun esas gayesi, Türk ordusunun olanaklarını da daha aktif kullanarak IŞİD’e destek vermekti. IŞİD’in kontrolünün güçlüğü görülünce bu kez “eğit-donat” hikayesi  icat edildi. Gelgelelim onun sahadaki işleyişi de çok geçmeden mizah konusu oldu.

İran ve Rusya’nın Suriye’den yana ağırlıklarını arttırmaları, İsrail’in provokasyonları ABD’nin bölgede doğrudan istemediği bir savaşa girebileceği koşulları yaratıyordu. Ukrayna konusunda da müttefikler arasında sorgulamalar başladı. Öte yandan kitlesel göç sorunu  ABD ve müttefiklerini iyice köşeye sıkıştırdı. Bu göçün yaklaşık yüzde 20’si Suriye’den kaynaklanmaktadır. Kontrol altına alınması her geçen gün güçleşen “vekalet savaşı” ve kısmen onun sonucu olan göçler, mevcut ve olası neo-con provokasyonları ABD hükümetini İran’a taviz vermeye götürdü.

Bu antlaşmadan sonra gerçekleşen altı adet kayda değer gelişmeye dikkat çekmek isterim.

Birincisi, Suriye, Irak, Türkiye, Mısır ve Yemen gibi ülkelerde şiddetin tırmanmasıdır. Genel olarak Suriye sorunu etrafında ortaya çıkan, Rusya, İran ve Obama yönetimini ihtiva eden bir tür zımni (ya da pratik koşulların yarattığı ) ittifakın, Suriye’de, IŞİD’e karşı olarak Kürtlere Esad yönetimi yanında belli roller  vermeyi planlaması, buna mukabil neo-conların kontrolünde olan Erdoğan-Davutoğlu hükümetinin muhtemelen General Allen’ın telkinleriyle bu plana karşı bir hamle anlamına gelen bir hat izlemesidir. Provokasyonlar yapmasıdır. Bu zımni denebilecek ittifaka karşı PKK kartını kullanmak istemesidir. Esasen neo-con taleplerle AKP yönetiminin çıkarları arasında bir uyum olduğunun da altını çizmek isterim. Burada bir örtüşme var. Çünkü Şam yönetiminin kalması, Ankara yönetiminin gitmesi anlamına gelir. Bu çok açıktır. Dolayısıyla PKK ve AKP arasındaki kör döğüşüyle, Cemaat Partisi ve AKP arasındaki döğüş arasındakine benzer bir ilişki vardır. Sadece seçime odaklı bir analiz yetersiz olur.

İkinci gelişme, kendisini Yemen’de beklemediği bir savaşın içinde, hem de doğrudan bir savaşın içinde bulan S.Arabistan yönetiminin Suriye, İran ve Rusya ile açık ya da örtük, doğrudan veya dolaylı temasları başlatılmış olmasıdır. S.Arabistan, ABD-İran antlaşmasından hayli tedirgin olmuş, neo-con patronlarının arzuları hilafına ( bir panik olarak da izahı mümkündür) söz konusu “düşman” ülkelerle görüşmelere başlamıştır. S.Arabistan bu “vekalet savaşı” nın en önemli parasal sponsorudur.  Suriye’deki savaş beşinci yılına girmiştir. Şu ana kadar S.Arabistan adına istenilenin küçük bir kısmı dahi elde edilememiştir. Üstelik bu ülkenin temel gelir kaynağı olan ham petrolün  fiyatı 110 dolar mertebesinden 50 dolara kadar gerilemiştir. Şimdi S.Arabistan bu başarısız savaşın kendisi için olası olumsuz sonuçlarını en aza indirmenin hesaplarını yapmaktadır. Son diplomatik hamlelerini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Üçüncü bir gelişme, Avrupa ülkelerine doğru önüne geçilemeyen göç hareketlerinin bu ülke halkları nezdinde büyük tepkiler doğurması ve kamuoyları tarafından hükümetlerin emperyalist politikalarının hedef haline getirilmiş olmasıdır (Mesela ısrarlı anti-Amerikan çizgisiyle Madam Le Pen’in partisine olan destek artıyor) . Dikkat edilecek olursa son zamanlarda, sadece Ukrayna sorunu etrafında değil, Suriye sorunu etrafında da Almanya ve Fransa’nın Rusya’yla temasları artmıştır. Bu sorunun Rusya’sız çözülemeyeceği  her iki ülke yöneticileri tarafından açıkça ilan edilmiştir. Fransa, Şam’daki büyükelçiliğini yeniden açma kararı almış, vakit geçirmeden bu ülkeye gizlice bir büyükelçi dahi atamıştır. Hatta bu gelişmeyi izleyen günlerde, Suriye ordusunun IŞİD karşıtı operasyonlarına Fransız uçaklarının destek vermiş olduklarını Fransız medyasından öğrendik.

Dördüncü olarak, Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yapmaya başlamış olmasıdır. Lazkiye’de  bir Rus askeri üssün kurulmakta olduğu iddia ediliyor. Rusya buraya en gelişmiş silahların, tankların da aralarında bulunduğu askeri malzeme sevk etmektedir. Şu ana kadar en az bin civarında Rus askerinin Suriye’ye gönderilmiş olduğu iddia edilmektedir.

Dikkat edilecek olursa, Rusya’nın bu hamlesi emperyalist bloktan çok sert bir tepki almamıştır. Neo-con ideologlar her ne kadar Rusya’nın Suriye’yi ikinci bir Kırım haline getireceğini bas bas bağırıp dursalar da, bu neo-con histeri şu ana kadar ciddiye alınabilecek bir tepkiye yol açmamıştır. Elbette, hava sahaları Rusya’ya kapatılıyor. Diplomatik nezaket kurallarını ihlal etmeyen uyarılar yapılıyor ama bu emperyalist diplomasinin fıtratında vardır.

Rusya’yı Suriye konusunda bu kadar duyarlı hale getiren çok önemli bir olgu var. Rusya, ABD’nin çok sayıda Çeçen cihatçıyı ileride Rusya’da da kullanmak üzere Suriye’ye sevk etmiş olduğunu biliyor. Hatta son bir iki yılda bunlardan bazıları lider kadrolara dahil oldular.  Suriye ve Irak’taki cihatçıların toplam sayısının yüz binden az olmadığı tahmin ediliyor. Cihatçılar arasında Arapça ve Türkçe’den sonra en yaygın kullanılan dil Rusça’dır. Rusya, Suriye’de muhtemelen bir imha savaşı başlatacaktır. Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Ermenistan, İran gibi ülkeler Rusya’ya destek vereceklerini açıkladılar.

Rusya ve İran defalarca Suriye ordusunun başarılı olmasını engelleyen en önemli faktörün Türkiye’nin askeri ve lojistik desteği olduğunu açıklamışlardı. Yani sorunun merkezi, Kuzey Suriye’dir. Bu teşhis doğrudur. Öyleyse, olası bir Rus operasyonu Suriye’nin kuzeyine doğru ilerleme eğilimi içerisinde olacaktır. Rusya ve Türkiye’nin Kuzey Suriye’de karşı karşıya gelme ihtimali yabana atılmamalıdır. Muhtemelen cihatçıların olası imhadan kurtulanları büyük ölçüde Suriye’ye  girdikleri yer olan Türkiye’ye doğru kaçacaklardır. Böyle bir gelişmenin Türkiye için ağır sonuçlarının olabileceğini öngörmek gerekir.

NATO genel kurmay başkanları toplantısı sonrasında Türk genel kurmay başkanı, Suriye, Irak ve İran’ı ana tehdit ülkeleri olarak saydı. Ukrayna sorununa dolaylı olarak değindi. Yani malum neo-con önceliklerin Türk genelkurmayının da öncelikleri olduğunu belirtmiş oldu. Tabii buna fazla takılmamak lazım. ABD yönetimi nereye giderse, NATO ve Türk genelkurmayı da o tarafa gider. Bugünkü “paşa hazretleri” de ancak 19 yy’ın “paşa hazretleri” kadar kendi erkine sahiptir. Onun için bu şartlarda esas olarak  ABD’nin hamlelerine bakmak lazım. Devleti de bu şartlarda analiz etmek gerekir.

Beşinci bir gelişme, ABD’nin Esad yönetimiyle ilk kez bu antlaşma sonrasında gerçek bir işbirliği içine girmiş olmasıdır. Suriye ordusunun IŞİD’e karşı Haseke’deki operasyonlarına ABD savaş uçakları da destek vermişti. Bunun hayli etkili bir destek olduğunu medyadan öğrendik. Böylece Esad yönetiminin meşruiyeti dolaylı olarak da olsa kabul edilmiş oldu(3)

Son bir gelişme, bugün okuyoruz, İsrail başbakanı Netanyahu’nun ABD’den umudunu keserek Rusya’ya, Suriye meselesini konuşmak için gitme kararı almış olmasıdır. İsrail’de de kaygular artmıştır.

Bütün bu gelişmelerin olası sonuçları ve onlara bağlı olarak olası yeni gelişmeler, Türkiye’de önemli siyasal sonuçlar doğuracaktır. AKP hükümetinin sürmesi artık olanaklı görünmemektedir. Bu öngörüler gerçekleşirse, önümüzdeki seçim (eğer yapılabilirse) Tayyip’in müdahil olduğu ya da katıldığı son seçim olacaktır. Bu arada, Reel Türkiye ekonomisinin şu haliyle 3 TL üzerine çıkmış bir dolar kurunu kaldırması da mümkün görünmemektedir. Türkiye’deki siyasal tablo, parti yapıları, bu arada Kürt siyaseti ve sosyalist sol içinde önemli değişimlerin yaşanması kaçınılmaz görünmektedir (4)

Son ABD-İran antlaşmasını ve devamındaki gelişmeleri Türkiye medyası ve Türk ve Kürt solu henüz okuyamadı. Hatta belki farkında dahi değiller. Ancak şahsen önemli değişimlerin gerçekleşeceği bir periyoda girdiğimiz kanaatindeyim (5)

NOTLAR:

1) Hilary Clinton Demokarat Parti’deki neo-con hizbin başında bulunuyor ve başkan adayı. Obama’nın ilk kez başkan seçildiği seçimlerden önce de partide adaylığını açıklamış ancak ABD yönetimin ihtiyaç duyduğu başkanın Bush’un dişisi olmadığı kararı hakim gelmiş, Obama ile uzlaşma yoluna gidilmişti. Obama’nın ilk devresinde neo-con’larla bir koalisyon hükümeti kurulmuş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta neo-con telkinler doğrultusunda Obama’nın ilk dış ziyaretlerinden birisini yapmış olduğu Türkiye’de neo-con kliğin buradaki has adamlarından Davutoğlu dış bakan yapılmıştı. Clinton’dan rahatsız Avrasyacı Brzezinski hizbi, ondan kurtulmak için beklediği fırsatı Libya’da ABD büyük elçisinin öldürülmesiyle buldu. Bence bu son İran antlaşmasını engelleme girişiminin başarılı olamaması, Clinton’ın tekrar başarısız olacağının işareti olarak da görülebilir. Hatta gelecek başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçilerinin kazanamayacaklarının işareti olarak bile görülebilir.

2) Elbette ABD Orta Doğu’dan vazgeçmez. Gerileyen bir emperyalist hegemonik güç olarak ABD, Obama devrinde,  saldırı stratejisinden savunma stratejisine geçmiştir. “Kontrollü kaos”  gerileyen bütün tarihsel imparatorlukların başvurduğu stratejidir. ABD ileri ve geri adımlarla bunu uygulamayı sürdürmek isteyecektir. Gelgelelim, müttefikleri var, vasalları var. Onların kaygu ve önceliklerine de duyarlı olma ihtiyacı duyabilmektedir. Tabii rakiplerinin hamlelerini de hesaplamak zorundadır. Yani sürgit, kör kör gözüm parmağına  anlamında belli bir stratejiyi uygulamak mümkün değildir.

3)  Esad bugün emperyalist saldırı başlamadan, ya da başladığı sırada olduğundan daha güçlü. Meşruiyet tabanı çok daha geniş. Bugün Suriye halkının yaklaşık yüzde 75’i Esad’ın kontrolündeki coğrafyada yaşıyor. Nüfusun yaklaşık yüzde 20’si mülteci konumda. Sadece yüzde 5’lik bir nüfus IŞİD’in ve El Nusra’nın kontrolündeki alanlarda yaşıyor.

Amerikalılar, aynı selefleri İngiliz kolonyalistleri gibi toptancı, önyargılı ve saplantılı değerlendirmeler yapıyorlar. Bütün Arapları Suudi ya da Katar Arapları gibi görüyorlar. Arap halkları arasında belli bir düzeyde aydınlanmış, modern yaşam tarzlarından taviz vermeyi kabul edemeyecek geniş kesimlerin bulunduğunu görmüyorlar. “Arap baharı” projesi bu saplantılı hesaplamalar nedeniyle başarılı olamadı. Bugün bu ülkelerin halkları arasında, internet forumlarına girip okuyunuz, eskiden revaçta olan kültürel bir “anti-Batı” tavrın yerini, siyasal bir “anti-emperyalist” tavrın aldığını tespit etmek mümkündür.

“Arap baharı” yla yapılmak istenen hedef ülkelerde Türkiye’deki AKP rejimi gibi emperyalizme sadık Müslüman Kardeşler rejimleri kurmaktı. Mısır, Türkiye ve Tunus gibi ülkelerde göreli demokratik şartlar dolayısıyla M.Kardeşler kitle içinde örgütlüydü. Siyasal bir ağırlıkları vardı. Bugün de var. Ancak Libya ve Suriye gibi ülkelerde ne Müslüman Kardeşler ne de İslamcı bir siyasal gelenek mevcuttu. Daha doğrusu, zamanında bastırılmış, ezilmişti. Bu yüzden bu iki ülkede işler kolay olmadı. Tutmadı.

M.Kardeşler örgütü 2.Dünya Savaşı sonrasında tamamen emperyalistlerin kontrolüne girdi. Zaten bu örgüt esas olarak 1928’de Atatürk’ün kültür devrimine tepki olarak doğduğunu açıklamıştı. Emperyalistlerin kendisinden istedikleri her görevi yerine getirdi. O kadar öyle ki, IŞİD’in kritik  tepe noktalarına dahi iki tane Müslüman Kardeş kökenli militan yerleştirildi ( daha önce Afganistan’da ve Yugoslavya’da ABD tarafında cihatçı güçler arasında savaşmış Ayman El Zevahiri ve Zahran Allouche).Geçerken şunu hatırlatmak isterim, Bin Ladin ve ekibine ilk siyasal eğitimleri M.Kardeşler kurucusu Seyit Kutb’un kardeşi tarafından verilmiştir. Yani El Kaide ve Müslüman Kardeşler birbirleriyle bağlantılı örgütlerdir. Her ikisi de CIA ve MI6 ortak  projesidir.

Bundan bir buçuk ay kadar önce bir Lübnan düğününe katıldım. Davetlilerin çoğu Avrupa ve Amerika’da yaşayan Sünni ve Hristiyan Araplardı. Aralarında Ürdünlü, Bahreynli, Mısırlı davetliler de vardı. Hemen hemen tamamı burjuva veya üst orta sınıftan insanlardı. Bir çoğuyla söyleşme olanağı buldum. Aralarında Esad’a karşı, ABD’yi destekleyen birine dahi rastlamadım. Ancak çoğu daha önce Esad’a karşı olduklarını hatta ondan nefret ettiklerini söylediler. Şimdi “en azından onun için dua ediyoruz” diyorlar.

4) Türk solcularının seçimler öncesi görüş alışverişleri başladı. İki parti seçime katılmayacağını ilan etti. Bu şartlarda seçim olamayacağı gerekçesiyle değil, elbette HDP ardında hizaya girmek, “Oylar HDP” ye demek için. Aynı bu şimdiki görüş alışverişlerinden çıkacak sonuç gibi. Seçimlerde HDP önemli oranda oy alsa ne olacak? AKP ile hükümet olmayacağını iddia edebilecek durumda mısınız? HDP nedir? HDP’nin ne olduğunu şöyle de açıklamak mümkündür: Bu kadar terörün ortasında, HDP eşbakanı haklı olarak “nerede bu hükümet, bu ülkede hükümet yok mu” diye feryat ediyor. Gelgelelim, hükümetle koalisyon halinde olduklarını, bakan vermiş olduklarını, hatta bu koalisyon hükümetinde bakan olmayı kabul etmeyen bir arkadaşlarını da fırçalamış olduklarını hatırlamıyor.

Önceki yazıda söyledim, bu seçimlerde alınacak doğru tavır protestodur. Seçim sonuçları bunalımı, kaosu daha da arttıracak. Sokakta anlamlı miktarda insan, bu siyasal format içinde,  artık seçimlere inancını yitirmiş vaziyette.

Mısır’da vaktiyle Müslüman Kardeşler’in yükseldiği seçimlere ve onun referandumuna katılım hayli düşük olmuş, bir meşruiyet sorunu ortaya çıkmıştı. Bu sorunun kitlelerin kollektif vicdanında yanıt bulmasıyla Mısır tarihinin en geniş katılımlı halk ayaklanması gerçekleşmişti. Ayaklanma bir siyasal önderlikten mahrum olduğu için düzenin ordusu devreye girip düzeni sağlamıştı. Böylece çok önemli olanak heba edilmişti. Düzeni meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bırakacak hamleler yapmak lazım.

5) Önemli değişimler sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu ve Avrupa coğrafyasında da gerçekleşecek. Demokratik yapılar “Arap baharı” ndan çıkamazdı. Çıkmadı. Anti-emperyalist direnişin olduğu Suriye gibi ülkelerden çıkabilir, çıkacaktır. Suriye direnişi sadece Suriye’nin değil, civarındaki ülkelerin de demokratikleşmesi adına büyük katkılar yapmıştır. yapmaktadır. Suriye direnişi bu bakımdan da okunmalıdır.  Kürt siyaseti anti-emperyalist bir damarı bulunmadığı için Suriye direnişini okuyamamış, ona karşı emperyalist cephede sözde “tarafsızlık” adına yer almıştır. Kürt hareketi asıl o zaman yenilmiştir. Kürt hareketinin sorunu, ta baştan emperyalistlerle halvet olmuşluğudur. Bu yüzden anti-emperyalist bir tavır alamıyor. Bu bakımdan emperyalizmin liberal gönlünden ne koparsa ona razı olmak durumunda. Bu haliyle “demokratik emperyalizm” e mahkum. Bugün Suriye’deki Kürtler Esad direnişine katılarak ayakta kalabileceklerini anlamış gibi görünüyorlar. Ne kadar öyle, göreceğiz.

Avrupa ülkelerinde giderek müslüman nüfus artıyor. Bu ülkelerin Orta Doğu sorununa, Almanya liderliğinde, daha aktif olarak dahil olacaklarını tahmin ediyorum. Öte yandan, bu artan müslüman nüfus bu ülkelerin Filistin sorunu ve tabii İsrail’e bakışlarını da radikal bir şekilde değiştirecektir. Bu göç eden nüfusun bir süre sonra seçmen olacağını görmek lazım. Ağırlıklı olarak en alt düzeyde işçi sınıfının üyeleri olacak bu göçmen kitle işçi sınıfı sosyalizminin Avrupa’da güçlenmesine katkı yapabilir.

Tweetle

Seçimler ve Komünistler

Önümüzdeki seçimler bu şiddet, devlet terörü, anti-demokratik baskı koşullarında, bu kan gölü içinde  nasıl yapılacak? Bir oldu-bitti seçimi tezgahlanıyor. Bu kabul edilemez. Komünistlerin bu koşullarda seçimlerin yapılamayacağını görüp, seçimleri protesto etmeleri beklenir. AKP’nin “milli irade” yalanı üzerine kurduğu oyuna alet olmamak,onu yalnızlaştırmak lazım. Böyle bir tavır, komünistlerin seçimlerde elde etmesi muhtemel 10-15 bin oydan çok daha anlamlıdır. Bu şartlarda parlamentarist beklentiler içinde olmak doğru değildir.

Halkı seçimle hiç bir şeyin çözülemeyeceğine ikna etmek lazım. Her seçim öncekinden daha kanlı bir ortamın yaratılmasına yol açacak. Çözümü  halk sokakta üretir. Seçimlerden CHP ya da başka bir düzen partisi zaferle çıksa ne değişecek? Emekçi halkın hangi sorunu çözülecek?

Öte yandan, asker darbe yaparsa, bunu AKP rejimini sürdürmek ve Tayyip’i kurtarmak için yapacaktır. TSK dün olduğu gibi bugün de emperyalist NATO’nun, işbirlikçi Türkiye burjuvazisinin, onun devletinin ordusudur. Halk sınıflarının, bölgemizdeki bütün ezilen halkların  düşmanıdır.

Solculuk adına, 19yy’daki Tanzimat aydınlarının yaptığı gibi, “iyi paşa hazretleri”, “kötü paşa hazretleri” muhabbeti yapan kerameti kendinden menkul “orducu sosyalist” lere itibar etmemek lazım. 7 Haziran seçim sonuçları sonrasında “3.Meşrutiyet”i ilan eden “Yalçın hoca ekolü” Tanzimat devrinde kalmıştır (Hatırlanacağı gibi, daha önce de Genelkurmayın en mahrem odalarının ve tabii Ergenekon tezgahının önünü açan bir “paşa hazretleri” nin masum bir Tayyip ziyaretini “Babıali baskını” olarak ilan etmişti. Tayyip bu iddiayı ciddiye almış olsa gerekir ki, zavallı paşa hazretleri ziyaretten bir süre sonra kodesi boylamıştı) . Onun komünizmle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Anlaşılmayan, hâlâ bu tipin “makalelerin sadece yazarını bağladığı” komünist portallar tarafından parlatılıyor olmasıdır.

Türkiye’de komünist partilerin sayısının artacağı anlaşılmaktır. Parti sayıları, tabelaları artıyor. Ancak mevcut partilerin süreklilik gösteren, komünist camiada ağırlığı olan  bir tane dahi yayını yok. Hatta yayın yok. Zaman zaman olduğu vakit de, sadece parti bürolarından ya da Kadıköy iskele meydanındaki bir kaç bayiden temin edilebilen yayınlardan söz edilebiliyor.

Ülkemizde bir komünist parti ve sürelilik arz eden etkili  komünist yayınların olmaması biz bütün komünistlerin ayıbıdır. Bunu şartlarla ya da başka mazeretlerle izah etmek sorumluluğumuzu inkar etmek anlamına gelir. İllegalite şartlarında dahi komünistler daha etkiliydi. Kimseyi suçlamıyorum. Hepimiz sorumluyuz.

Bir kere bu portallarla bu işler olmaz. Mevcut partilerin internet sayfaları muhtemelen bu portallara verilen ağırlık yüzünden ihmal edilmiştir. Yabancı ülkelerdeki komünist parti siteleriyle kıyaslarsanız, durum açıkça görülür. Bu portalların hepsi aşağı yukarı aynı haber içerik ve vurgularına sahip. Sadece köşe yazıları farklı. Onların önemli bir kısmının da komünist kalemlerden çıkmamış olduğu izlenimi ediniliyor. Tabii bir de, “portallardaki makaleler yazarı bağlar” kaydı var. Bu sayede ideolojik sınırlar gevşetilebiliyor. Kafalar daha da karıştırılıyor.

Komünist eğitimin verileceği, komünist yaklaşımların ve tartışmaların yer aldığı, parti tavır ve politikalarının tespit edildiği parti siteleri komünist hareketin gelişmesi bakımından bu mevcut portallardan çok daha önemli bir işlev görecektir.  Şimdi örgütlenme çağrıları yapılıyor. Ancak bu çağrıların bir dil pelesengi olduğu açıktır. “Adet yerini bulsun” açıklamalarıdır. Mazeret üretme gayesi taşıdığı izlenimi veriyor. Örgütlenme ve eğitim arasında bir etkileşim vardır. Birbirlerini karşılıklı  olarak besleme eğilimi taşırlar (1)

Niceliğe kafayı fazla takmayalım. Bütün enerjimizi sarf ederek çelik bir komünist çekirdek yaratmamız  gerekir. Bu çekirdek yoksa milyonlara ulaşsanız dahi hedefiniz açısından bir faydası olmayacaktır. Tekrar pahasına, Bolşevikler devrim öncesi Rusya’sında nispeten en dar örgüte sahip siyasetti. Ancak en disiplinli, çelik çekirdeğe (ya da komünist siyasal akla) sahip örgüt oydu. Sırasıyla, SR’lar ve Menşevikler nicel olarak en geniş örgütlerdi. Ancak devrimi Bolşevikler yapabildiler (2)

Yine  70’li yıllarda Avrupa’da, mesela Fransa’da, İtalya’da, İspanya ve Yunanistan’da komünistlerin kitle içinde çok ciddi bir örgütlülüğü söz konusuydu. O da yetmedi cepheler oluşturdular veya oluşturmaya çalıştılar. . Sonra da hep birlikte revizyonist oldular. İktidarı almak gibi bir derdiniz olmazsa, parlamentarist gerekçelerin arkasına sığınırsanız( veyahut meşruiyeti burjuva sınırları içinde kavrarsanız), kısacası iktidardan kaçarsanız, kaçınılmaz olarak revizyonist oluyorsunuz. Dahası, reaksiyoner rejimlerin zuhur etmesine, veyahut burjuva demokratik yapıların gericileşmesine katkı yapıyorsunuz. SSCB’nin çöküşünü o taraftan da tartışmak lazım.

Bugün komünist siyasal aklın temsil edildiği, gelişmeleri global ölçekte öngören, doğru talepleri, doğru politikaları tespit etme yeteneğiyle donatılmış, çelik disipline sahip bir komünist partisine ihtiyacımız var. Yoksa 95 yıllık geleneği kimin temsil ettiğine dair idrar yarışının bir manası yok. Hiç bir manası yok. Zaten bu bir hukuk, teori konusu değil, pratik bir sorundur.

NOTLAR:

1) Örgütlenme, özellikle işçi sınıfı içinde örgütlenme kolay bir iş değildir. Ülkemizde de zorlukları var. Diyelim, ayda 1500  lira maaşlı bir iş bulabilmiş bir işçi kendisini asgari ücrete talim eden bir işçiye göre bir nevi “işçi aristokratı” olarak görebilir. Özellikle de Anadolu’da. Şimdi mesela, Bursa’da Renault da, Tofaş’ta çalışan işçilerin önemli bir kısmı “komünizm” lafını dahi duymak istemezler. Bir kısmı gericidir. Tamam. Ancak daha önemli bir kısmı orta sınıf ekonomik standartlarına sahip olduğu için böyledir. Mesela Renault’da, patron tarafından aylık olarak işçilere dağıtılan gayet kaliteli havlu, sabun vesair gereçleri temin etmek için başka bir yerde çalışan asgari ücretli bir işçinin maaşının neredeyse üçte birisini harcaması gerekir.

Fabrikaların sağladığı kolaylıklar sayesinde araba sahibi olan, onları yenisiyle sık denebilecek aralıklarla değiştirebilen işçiler var. Bir kaç yılda bir sahibi oldukları evlerinin mobilyasını değiştiren işçiler olduğunu en son o işçilere gıpta eden, kendileri daha düşük ücretli işlerde çalışan,  iki işçi yakınından dinledim.

Bursa’da Türk Metal’e öfke tamamen ekonomik kaygulardan kaynaklanıyordu. İşçiler sahip oldukları ekonomik standartlardan taviz vermek istemiyorlardı. Özcesi, işçi sınıfı dediğimizde yekpare bir bütünü ifade etmediğimizi, edemeyeceğimizi bilelim. Onun için örgütlenme söz konusu olduğunda sınıfın en alt katmanlarına inmemiz gerekir. Önceliği ona vermek daha gerçekçi bir yaklaşım olur.

2) Şimdi Haziran 2013’te  önemli bir rol oynamış örgütlere o günlerde katılımın arttığını biliyoruz Yani öyle parti ilçe bürolarında kayıt için gelecek üyeler beklemek doğru değildir. Ortam devrimcileştikçe nicel olarak da güçlenirsiniz. Hareket her şey değildir ama bereket getirebilir. Önce örgütlülüğüm, üye sayım artsın sonra harekete geçerim anlayışı yanlıştır. Devrim talebi değil ama belli bir devrimci örgüt kolay kolay çok geniş kitlelere dayanamaz. Ya da bazı istisnai hallerde (daha çok nispeten küçük kırsal toplumlarda veya ulusal kurtuluş savaşı şartlarında ) böyle bir dayanak bulabilir. Asıl geniş kitle tabanı, büyük kitle desteği devrimden sonra iktidarın alındığı andan itibaren gereklidir. Yoksa iktidarı tutmanız güç olur.

Bir de, bazı arkadaşlar “bir daha Haziran olmasın, kendiliğinden hareketle iş olmuyor” mealinde laflar ediyorlar.Çok yanlış! Bütün devrimler kendiliğinden patlamalarla başlar. Ancak salt kendiliğinden hareketle de devrim olmaz. Bu farkı görmek lazım. Yok, Haziran’lar olsun, olmalıdır. Oradan devrim çıkarmak öncünün işidir. Hiç bir örgüt baştan sona bir devrimi planlayamaz. Kitleleri makine gibi devindiremez.  İktidarı almak bir moment sorunudur. Öncünün (“çelik çekirdek” in ) kabiliyeti bu bakımdan önemlidir.

Özcesi,kitleler kendi sorunlarını kendileri için en can yakıcı momentlerde ayaklanmalar halinde dışavurabilirler. Ancak devrim yapamazlar. Devrim için öncü bir organize aklın devreye girmesi gerekir. Devrim süreci  kitle ayaklanması (ayaklanmaları)  süreciyle tetiklenebilir. Ancak bu ikisi tek ve aynı şey değildir. Tekrar olsun, kitle ayaklanmaları sürecini devrim süreci haline getirmek öncünün kabiliyetine referans verir.

Tabii Haziran tipi kitlesel ayaklanmaları hakir gören bir anlayışla, “önce örgütlenme” diye tutturan zihniyet arasında bir tutarlılık olduğunu söylemeye bile gerek yok.

ÖNCEKİ YAZIM İÇİN NOT:

Bir önceki yazıda ABD ve İran arasında varılan antlaşmayla ilgili ABD Kongresi’nde yapılacak oylamanın (Yanılmıyorsam,  11 Eylül tertibinin yıldönümü olan yarın oylanacak. Tarihin tesadüf olmadığı açık) öneminden söz etmiştim. Antlaşmanın reddedilme olasılığı var tabii. Bu olasılık çok zayıf değil. Gerçi başkanın veto yetkisi var ama yine de sonucu şimdiden kestirmek mümkün değil. Bunu öngören Rusya’nın Suriye’ye yığınak yaptığı haberleri yayılıyor. Özellikle Lübnan menşeli haber kaynakları Rus gemilerinin Suriye’ye tank sevkiyatını tanıklara dayandırarak haber veriyorlar. Ne kadar doğrudur bilinmez. Tam bu sıralarda arka arkaya bir çok ülkenin Rusya’nın Suriye yönüne uçacak uçakları için hava sahalarını kapattıklarını duyuyoruz. Bu hafta başındaydı galiba, John Kerry, Lavrov’a, Rusya’nın Suriye sorununa doğrudan müdahil olmaya yönelik çabaları nedeniyle hükümetinin kaygularını iletiyordu. İran antlaşmasıyla ilgili karar ve Rusya’nın Suriye’de daha aktif bir rol üstlenmesi Türkiye’de şartların değişmesine neden olabilir.

Tweetle

“İran sorunu”

Obama yönetiminin İran’la, bu ülkenin  nükleer çalışmalarıyla ilgili olarak varmış olduğu antlaşmanın bu ay içinde ABD’nin ilgili yönetim organlarında onaylanması gerekiyor. Aksi halde, antlaşma geçersiz olacak. Bugün bölgemizde ve ülkemizde artan şiddet, siyasal gerilim, ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmayla yakından alakalıdır. Bunu tespit etmek gerekir.

ABD’de kısaca “neo-con” olarak tabir edilen orta doğucu şahinler, bu antlaşmanın ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu’daki etkisini hayli azaltacağını, bölgeyi, İran, Rusya gibi ülkelerin rahatça at oynatacağı bir alan haline getireceğini iddia ediyorlar. Bu antlaşmanın S.Arabistan, Katar, BAE, İsrail gibi ülkelerin güvenliğini tehdit ettiğini söylüyorlar. Sürekli savaş çağrıları yapıyorlar. İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin aktif bir savaş siyaseti izlemesini talep ediyorlar.

Arka arkaya İngiliz ve Fransız, Türk parlamentolarından, hükümetlerinden neo-con talepleri doğrultusunda savaş çağrıları yapıldığını duyuyoruz. Bir yandan da provokasyonlar arttırılıyor. Şiddet, göç hareketleri teşvik ediliyor. Göz yumuluyor. Bu antlaşmanın ABD’de görüşüleceği güne kadar da artarak devam etmesi beklenmelidir. Sorunun Esad gitmeden, destekçileri etkisizleştirilmeden çözülemeyeceği algısı dünya kamuoyunda yaratılmak isteniyor. Bu çizgiye yakın emperyalist medya araçları bu amaçla en gözü kara şekillerde kullanılıyor.

Obama sayısal olarak azınlıkta, Cumhuriyetçilerden en az 4-5 oy alması gerekiyor. Aksi halde neo-conların zafer sarhoşluğu bölgeyi ve belki dünyayı  uzun ve çok şiddetli bir savaşın içine sokacak. Rusya bunu öngörerek Suriye’deki tahkimatını, askeri uzman sayısını arttırıyor. Hatta yabancı medyada çıkan haberlere bakılırsa, Suriye ordusunun bazı bölgelerdeki başarısında, ona komuta eden Rus askerlerinin katkısı var.

Şimdi bakınız, S.Arabistan, İsrail, Katar,Türkiye  gibi ülkeler söz konusu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle son 7-8 yılda elde etmiş oldukları siyasal konumları yitireceklerini haklı olarak düşünüyorlar. Esasen iktidarları pamuk ipliğine bağlı petrol monarşileri kendilerine garantiler verilmemiş olduğu için bu antlaşmadan hayli kaygu duyuyorlar. Yoksa, mesela, S.Arabistan gidişattan rahatsız. Rahatsız ki, Rusya ve İran’la diyalog arayışları içerisine giriyor. Yeterli garantiler verilmediği sürece mevcut ortamın sürdürülmesine katkı yapacağını eylemleriyle anlatıyor. Neo-con siyasetini destekliyor. Bugün Türkiye’deki yönetim de en büyük parasal desteği muhtemelen Katar ve S.Arabistan’dan alıyor. Tayyip’in çıkıp, “tehdit IŞİD değil, PKK’dir” demesi bundandır. Yani iktidarlarını yitirme telaşında olanların işbirliği halinde olduklarını tespit edebiliyoruz. Anlaşılır bir şey tabii.

Bu bakımdan bu ay İran’la varılmış antlaşmanın onaylanıp onaylanmaması büyük önem taşımaktadır. Hatta Türkiye’de seçimlerin yapılıp yapılamayacağı da o zaman belli olacaktır dersek, abartmış olmayız. Yani şartlar bir anda değişebilir. Elbette neo-conlar, onların adamı Tayyip sonuna kadar savaş isteyecektir. Vazgeçmeyeceklerdir. Ancak yine de onay halinde, ağır bir darbe almış olacaklardır.

Türkiye’de bugünkü şiddeti emperyalist blok içindeki bu güncel çekişmeyi dikkate almadan analiz edemeyiz. Daha önce defalarca söylemiştim, emperyalizm, emperyalist blok, onun bileşenleri, iktidar blokları, devletleri yekpare bir bütünsellik arz etmiyorlar. Kendi içlerinde, aralarında farklı çıkar önceliklerine referans veren çelişkileri, çatışmaları, en hafif tabirle, görüş ayrılıkları var. Özellikle emperyalizmin saldırılarını arttırmış olduğu momentlerde devlet olgusunu emperyalist sisteminin bütününü göz ardı ederek analiz edemeyiz. Onun içindeki görüş ayrılıkları bütün egemenlik yapılarını,parçalarını kat edecektir. Bunu öngörmek lazımdır. Bu koşullarda, dış dinamik/iç dinamik arasındaki ayrım çizgileri flulaşır, hatta kaybolabilir (1)

Lenin zamanında bu durum henüz rüşeym halindeydi. 2.Savaş’tan sonra ABD hegemonyasının konsolidasyonuyla emperyalist siyasal yapı değişim geçirdi. Mesela İngiliz tipi doğrudan sömürgecilik yerini ABD’nin, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” emperyalist mottosuyla dile getirilen yeni-sömürgecilik siyasetine bıraktı. Esasen bu siyaset, ABD emperyalizminin kurucu ilkeleri arasında ta baştan mevcuttu. Britanya İmparatorluğu’yla arasındaki kavganın temel meşrulaştırıcı argümanıydı. Zaten bugünkü “demokrasi, insan hakları” emperyalist ideolojisi de temellerini bu anlayışta bulur(2)

Tweetle

NOTLAR:

1) ABD yönetimi içinde öteden beri var olan “neo-con” ve “Demokrat ” çekişmesi son İran antlaşmasıyla şiddetlenmiştir. Hatta Obama’nın tehdit edildiğine dair haberlere ABD medyasında rastlamaya başladık. Obama’nın Antalya’da savaş gemisinde kalacağını açıklamış olmasını bu gerilimin ışığında düşünmek gerekir.

Bir başka güncel vak’a, bir süre önce John Allen’ın sözde Anti-IŞİD koalisyonun baş koordinatörü yapılmış olmasıdır. Herhalde bu atama Obama yönetimi adına bir taviz olarak görülmek gerekir. General Allen, neo-con kliğin en gözü kara kanadının, yani McCain-Petraeus kanadının has adamıdır. O bu sözde koalisyonun başına geçtikten sonra Suriye, Irak, Türkiye ve Yemen’de şiddet tırmanmış, Batı’ya ya da Kuzey’e doğru insan göçü hız kazanmıştır.

Bu arada, bu göç meselesinin Türk ve Batı medyası tarafından savaş kışkırtıcılığı adına nasıl  istismar edildiğine dair çarpıcı bir örnek,  cesedinin karaya vurduğu iddia edilen küçük yavrucağın -muhtemelen mizansen olan- resminin kullanılma biçimleridir. Benzer şekilde uyuyan  küçük bir çocuk resmini ihtiva eden popüler bir posteri hatırlıyorum. Bu olay vesilesiyle, bir kez daha, kapitalist-emperyalist çürümenin en özsel insani değerleri, duyguları, insani bağları nasıl itibarsızlaştırdığına, pazar metası haline getirdiğine, insanı maddi menfaatler, kariyerist saplantılar adına nasıl insanlıktan çıkardığına  dikkat çekmek isterim.

İnsan göçü yeni bir vak’a değil. Sadece savaştaki ülkelerden de kaynaklanmıyor. Son 4-5 yıl içinde Avrupa’ya doğru arttığı iddia edilen  göçlerin küçük bir bölümünün nedeni savaşlar. Mesela 2011-2014 (dahil) AB ülkelerine göç edenlerin sadece yaklaşık olarak yüzde 20’si Suriyeli. Yaklaşık yüzde 10’u Afganistanlı ve Iraklı. Aslında 1990’ların başından itibaren sosyalist cumhuriyetlerin çözülmesinden sonra AB ülkelerine göç sürekli artmaktadır. Mesela Bulgaristan’ın genç nüfusunun büyük bir kısmı AB ülkelerinde göçmen olarak yaşamaktadır. Göçün asıl nedeni yoksulluktur. AB ülkeleri ve etrafındaki coğrafya arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizliklerdir. Bu gerçeği saklamak istiyorlar.Bununla birlikte, geçenlerde internette okudum, bir Alman iş adamının (Ulrich Grillo) açıklamasından bu göçlerden Alman sermaye sınıfının  pek de rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Almanya için ucuz işgücü kaynağı ve talep pazarı olduğunu ima ediliyordu.

Bugün göçler esnasındaki trajik çocuk ölümlerine, bir kaç yıl önce Suriye’de Guta’da islamcı canilerin kimyasal silahlar kullanarak katlettikleri çocukların ölümlerine yüklenmek istenen işlev yüklenmek isteniyor. O zaman da o olay Esad yönetiminin üzerine atılmak istenmiş, böylece Suriye’ye doğrudan askeri müdahalenin meşruiyeti için zemin hazırlanmaya çalışılmıştı. Oysa o olayın planlayıcısı Suudi istihbarat şefi Bender Bush, lojistik desteği temin eden Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu TC hükümetiydi. Olay ABD yönetiminin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş, beş yüz civarında çoğu Alevi olmak üzere hıristiyan ve Kürt çocukları katledilmişti.

Son Hakkari vak’ası hazırlanmış bir senaryonun uygulaması olarak görülebilir. O mıntıkada kara yoluyla asker sevkiyatı bana göre bir nevi intihardır. Daha önce de bir kaç kez tecrübe edilmişti sonuçlarını biliyoruz.  GKurmay’ın bunu bilmemesine olanak yoktur. Şiddet planlı bir şekilde teşvik ediliyor. Asker ve sivil kayıpları artıyor. Sokağa çıkma yasakları yayılıyor. Kürt halkı üzerindeki baskılar, terör ağırlaşıyor. Emperyalist güçler bunun için elbette ellerinin altındaki Türk ve Kürt malum siyasal-askeri araçlarını kullanıyorlar.

“Barış süreci”  başlatıldığında bunun PKK liderliğindeki Kürt siyaseti adına harakiri olacağını ifade etmiştim. Bir daha silahlı mücadeleye dönemeyeceklerini, Kürt halkı nazarında meşruiyet bulamayacaklarını ilave etmiştim. Aynı Tayyip Erdoğan ve AKP’si gibi, PKK de kendisini dev aynasında görmüş, sadece kendi ikballerini gözeten iktidarsız Türkiye liberal ve solcularının da katkısıyla gücünü, kapasitesini abartmıştır. Bugün bunu yaşıyoruz. Emperyalizm ve AKP ile dans, “kör kör gözüm parmağına” anlayışı PKK’yi bu noktaya getirmiştir. Emperyalistlerle işbirliğine girdiniz mi, kaçınılmaz olarak sizi depolitize eder. Politikasızlaştırır.  O varken, politika yapmak size düşmez. Bu bakımdan TC devleti de, Kürt siyaseti de aynı dertten muzdariptir.

Öte yandan, bazı komünist arkadaşların önceki seçim kampanyasından beri yükselen şiddetle AKP yönetimi arasında bir çıkar bağı olmadığını düşünmeleri tam bir gaflet durumudur. Hem AKP’nin şiddetten medet umduğunu söyleyip, hem de yükselen şiddetle onun arasında bir çıkar bağı kurmamak büyük bir çelişkidir.

2) Devrimci solcular olarak önemli bir eksiğimiz, ekonomi-politiği tarihsel “politik-ekonomik coğrafya” çerçevesine yerleştirememektir. Bu yanlışın kökleri Karl Marks’a kadar gider. Onun tarih bilgisi kifayetsizdir. Mesela “Şark” hakkındaki bilgileri önemli ölçüde kolonyalist Britanya İmparatorluğu’nun İstanbul büyükelçisi de olan David Urquhart’ın verdiği bilgilere dayanır. Bu zat aşırı bir Rusya aleyhtarıydı. Osmanlı devletini İngiliz çıkarları doğrultusunda Rusya’ya karşı kışkırtmakla meşguldü. Gayet gerici bir adamdı. Parasal sıkıntılarının arttığı bir sırada Marks bir süre onun gazetesinde Şark sorunu hakkında makaleler yazmıştır. Urquhardt’ı öven yazılarını hatırlıyoruz.