Geri sayım hızlandı

“Somut durumun somut analizi” dediğimiz şey, basitçe, genel manzarayı resmetmek anlamına gelmiyor. Mevcut koşullar içinde siyasal hareket alanının kavranmasına, eldeki araçlarla ilişkisinin kurulmasına referans veriyor. Elbette bu manada, siyasal pratik bir faaliyettir.

Son genel seçimlerin ilk sonuçları alındığında “milli irade”ye tekabül eden seçmenlerin yarısının. AKP ve Tayyip Erdoğan’ı büyük bir güçle ve hızla duvara doğru ittiğini, hareket alanını sanılanın aksine iyice daralttığını söylemiştim. Yani başka bir ifadeyle bu iktidar için geri sayımı hızlandırdığını belirtmiştim.

AKP son 3 yıldır aslında uzatmaları oynuyordu.  Dahil olduğu emperyalist sistemin işgalci gündeminde kendisi için biçilen roller, daha doğrusu, neo-liberal entegrasyon koşullarının temin ettiği, ama hiç bir şekilde sonsuz, sınırsız olmayan araçlarla, emperyalistlerin onun için belirledikleri siyasal hareket alanı içinde ömrünü uzatabildi. Tabii biliyoruz ki, siyasal hareket alanı global bağlantıları içinde ekonomi-politik bir içeriğe sahiptir.

İktidar olmak, siyasal alan açmak, siyasal çerçeveyi belirlemek, yeniden çizmek, en azından bu manada etkili olmak demektir. AKP’nin bunu yapabilme kapasitesi yok mertebesindedir. Tabii AKP deyince, onun içeride, ilan edilmemiş olması anlamında, örtük bir koalisyon halinde bulunduğunu, CHP,MHP,Kürt siyaseti ile siyasal kader birliği içinde olduğunu da tespit etmek gerekiyor. Öyle ki, AKP’nin düşmesi, bu koalisyon durumunun da son bulması anlamına gelecektir. AKP, bu iktidarını hareket kapasitesinin nispeten yüksek olduğu bir zamanda yarattı. Söz konusu üç temel bileşenini iktidarına dayanak haline getirdi. Yani onların siyasal davranışları üzerinde etki yaratarak kendisine tabi kıldı.

Değişen konjonktürler içinde AKP iktidarının politika yapma kapasitesi sürekli olarak azaldı, kontrolündeki  araçları hızla yitirmeye başladı. Bugün görüyoruz, bir kısmı kontrolünden çıktı. AKP, alanı daraldıkça,  kaldırabileceğinden fazla iktidar istedi. Oysa bunun  reel dayanakları bulunmuyordu. Bugün de bulunmuyor.

Somut durumun somut analizini yapmak bakımından AKP çuvallamıştır. Fillen, reel olarak bitmiştir. Son seçimlerle aslında bu hal tescil edilmiştir. Hem genel tarihte hem de özel olarak kendi siyasal tarihimizde bu durumun örneklerini görebiliyoruz. Demek ki, siyasal etki yaratmak açısından, yani pratik bir sorun olarak, somut durumun somut analizi hem bir araç hem de bir amaç oluyor.Öğreniyoruz.

AKP artık durumu okuyacak, kavrayacak, gereğini yerine getirecek akli kapasiteye sahip değildir. Bu aynı zamanda korku psikolojisini teşvik eden bir haldir. Psikolojisiz siyaset olmaz. Korkuyor, korktukça saldırıyor. Saldırdıkça daha çok korkuyor. Durum aşağı yukarı son üç yıldır böyle.

AKP, bir dindarın durumunda olduğu gibi, anakronik bir zaman algısını veri alıyor. Kendisi için reel olmayan, hayali bir zaman yaratmaya çalıyor. Elbette bu siyasal bir şizofreni halidir.. Aklı başında hiç kimse (İçerideki bileşenlerini, uyruklarını kast etmiyorum tabii, ancak onların içinde dahi,  giderek artan ses tonuyla, sorgulayan öznelerin olduğu açıktır) bu haldeki bir özneyle yola devam etmek istemez.  Özcesi, AKP düşüyor.

Rusya meselesine gelince, onun hareketlerini de ekonomi-politik gerçekleri sınırlıyor tabii. Bunu göz ardı edemeyiz. Rusya büyük, her zaman emperyal kapasitesi olmuş bir devlet. Bunun olabilmesi için akılcı referanslarının, metotlarının olması gerekiyor. Öyle değil mi? Rusya politik olarak fevri hareket etmez. Yapmak istediklerini, eğer bunlar önlemlerse, aktif olarak zamana yayar. Gelgelelim, bir savaş halinde olununca hızlı düşünüp, hızlı hareket etmesi de gerekiyor. Bu da ihmal edilmemelidir.

Rusya, Suriye’den hareketle Orta Doğu’daki, isterseniz, Akdeniz’deki etkisini arttırmak istiyor. Elbette, bu yeni ortaya çıkmış bir arzu değil. Ancak bugün uygun koşulları ve fırsatı bulmuş olduğunu görüyor. Her hamlesinin yarattığı etkileri, ona karşılık olarak verilen tepkileri iyi okuyup, kendisine bu amacı doğrultusunda yeni görevler çıkarması anlaşılır bir şey.

Örnekse, Türkiye’nin uçağını düşürmesi, aslında Suriye’ye müdahaleyi düşünmeye başladığı vakit, yapmak isteyip de, yapamadığı bir şeyi, S-400 füze sistemlerini Suriye coğrafyasına konuşlandırma düşüncesini gerçekleştirmesine olanak tanıdı. Bence bu son hadisenin en dolaysız, en önemli siyasal sonucu şu ana kadar bu olmuştur. Rusya, Suriye’deki kalıcı varlığını tescil ettirmiştir. İkinci olarak, Suriye coğrafyasında eskisine göre daha geniş ve özellikle batılı kamuoyu nazarında daha önce olmadığı kadar meşru bir hareket özgürlüğüne sahip olacaktır. Bunun işaretlerini Türkiye’den Suriye’ye giden TIR’ların vurulması olayında aldık. Üçüncü olarak, bu süreç içinde Türkiye’nin IŞİD ve diğer cihatçı teröristlerle olan lojistik, ekonomik ve siyasal ilişkilerini teşhir etme olanaklarını daha önce olmadığı kadar elde etmiştir.

Böylece aslında Türkiye’deki iktidarın Suriye menşeli dayanağını tamamen umutsuzluğa sevk etmiştir. Buna göre, “Türkiye, uçak düşürme olayıyla, bindiği dalı kesmiş oldu” da demek mümkündür. Görüyorsunuz, akli kapasite dumura uğrayınca, kaçınılmaz olarak kendi manevra alanını sınırlamaktan başka bir işlev göremez hale geliyor. Demokratik alanı daralttığı ölçüde, beklediğinin tersine, kendi siyasal hareket alanını da daraltıyor. Bu halin sonuçlarını daha sık izleyeceğiz. Bu yüzden geri sayım hızlandı diyorum. Akılsızlık, akla alan açıyor. Veyahut, Türkiye Rusya’ya karşı!

Artık AKP iktidarı içeride, dışarıda köşeye sıkışmış bir hayvan gibi saldıracak, ısırmaya yeltenecek. Bunu dışarıda yapamadığı ölçüde içeride azgınlaşacak. Bir süre sonra sokaklar aslında çözümün bir Saray mesafesinde olduğunu pratik olarak kavrayacaklar. Hepimiz öğreniyoruz, bazen şaşırarak…

Bir şey daha söyleyerek bitireceğim. Bugün Rusya’yı tarihsel Türk siyaseti içinden de görmek gerekir. Rusya, Tanzimat’tan beri, Türkiye’nin kendisini Batı’ya kabul ettirmesinin, emperyalist camiaya dahil olmasının (her devirde) aracı olmuş bir ülkedir. Türkiye, Avrasya’yı jeo-politik pivot bölgesi olarak sorunsallaştırmış Anglo-Amerikan emperyalizmine karşı sürekli Rusya ile  şantaj yapmıştır. Bunun iç siyasete yansıması, “Moskof düşmanlığı”dır. Son uçak olayının bu siyasal bilinçaltının tekrar yüzeye çıkmasına katkısı olmuştur. Gelgelelim, onun sürdürebilirliğinin de ekonomik-politik sınırları vardır. Bu koşullarda, en başta işbirlikçi sermaye sınıfı açısından,  sürdürebilmesi kabil değildir.

Tabii bir de, Türkiye’nin Rusya şantajını sürdürebilmesi için Rusya’nın Akdeniz’de konumlanmaması gerekir. Eğer Rusya Suriye’deki varlığını ya da isterseniz mevzilerini tahkim ederse, Türkiye’nin emperyalist Batı karşısında elinde tuttuğu çok önemli bir koz, eskisi kadar önemli olmayacaktır. Dolayısıyla, Türkiye’nin Suriye’de yapmış olduğu büyük yanlışlar, kendisi için bir bumeranga dönüşmüştür.

Sokak bekleniyor

İçinden geçtiğimiz, devrimci potansiyeli olan konjonktür aslında çok öğretici oluyor. Şahsen öğrenirken şaşırdığım da oluyor. İnsan kavrayışı için de “hareket bereket” olabiliyor.

Mesela, genelkurmay başkanlığı 27 Mayıs’tan sonra hiç yapmamış olduğu bir şeyi, Yassıada’da yargılanmış, itibarı düşürülmüş DP’nin gkurmay başkanı Erdelhun’u resmen mezarı başında anıyor ve bunu genelkurmayın resmi web sitesinden de açıklıyordu.

Tesadüflere hiç inanmayan biri olarak, gerçekten çok şaşırmıştım. Ülkemizin koşullarının DP’nin iktidar devri, özellikle ikinci ve son bölümüyle benzerliğine burada, daha önce, okuyucuyu bıktıracak kadar tekrar yaparak değinmiştim.  Beni asıl şaşırtan, basitçe, bir ülkenin mevcut koşullarının, o ülke tarihinin belli bir dönemiyle benzerlik gösterirken onun içinde yer alan, üstelik de koşulları değiştirebilecek, en azından etkileyebilecek makamda bulunan kişilerin, kurumların  bu benzerliği pekiştirmek gibi bir dertleri olmamasına rağmen, söz konusu benzerlik algısını güçlendiren davranışlar içinde bulunmaları değildi. İnsanları, kurumları bu davranışlara sevk eden kudretti.

Elbette doğa üstü bir kudretten söz etmiyoruz. Örneğimiz bağlamında, belli koşullarda ortaya çıkmış yasal zorunluluktan söz ediyoruz.  Beni şaşırtan zorunluluk dediğimiz gerçekliğin dinamizmidir. İnsanları,kurumları nasıl da belli davranışlara teşvik edebiliyor. Pes doğrusu!

Şaşırdım. Sonra biraz düşününce, aslında toplumsal yasaların fizik yasalardan öyle kolay kolay ayrılamayacağına karar verdim. Yani toplumsal yasalarla, fizik yasalar arasında yakınlıktan daha fazla bir şey, ortak bir mantık, işleyiş mantığı olduğunu idrak ettim. Elbette böyle olmalıdır. Fizik yasalara tabi doğada devinen insan toplumları  fizik doğayla ilişki kurarak, onu dönüştürerek, onu dönüştürürken kendilerini, yaşam şekillerini de dönüştürerek, varoluşlarını sürdürebiliyorlar. Verili doğa onları; onlar da, dönüştürücü faaliyetleriyle doğayı koşulluyorlar. Tek fark, toplumsal yasaların oluşmasında, işleyişinde toplumsal öznenin oynadığı rol.

Söz gelimi,”birleşik kaplar yasası” diyoruz. Fizik bir yasa olduğunu biliyoruz. Ancak toplumsal hayatımızda da işlerliği olan bir yasa değil mi? Güncel bir örnek olması dolayısıyla uluslararası kitlesel göçleri alalım. “Kavimler göçü” tarihin, dönemler bitiren, yenilerini açan bir gerçeği değil mi?  Aslında daha ilk okul sıralarında öğretmenlerimiz meselenin farkında olmadan anlatırlardı : ” Dünyanın büyükçe bir kısmında kuraklık, açlık baş göstermişti. Oralarda yaşayan sıkıntı içindeki  insanlar refahın yaşandığı bölgelere doğru kitleler halinde hareket ettiler”.  “Birleşik kaplar yasası” işliyor yani. Savaşlar, iklimsel değişimler vs aslında işin spektaküler kısmı. Öğretmenlerimiz anlatmamış olsalar da, arkalarında sınıf kavgalarının olduğunu yaşayarak öğreniyoruz.

Siyasete bakalım. Yine güncel olsun, Cemaat olayı mesela. Suriye’de, Türkiye’ye yüklenmek istenen ve Reyhanlı patlamasıyla ilan edilen yeni rolün altını kalın çizgilerle çizen  emperyalist hamlenin tetikleyicisi olduğu 2013 Haziran’ı emperyal güçlerde bir tedirginliğe neden oldu. Tam da önemli işgalci gündemin orta yerinde, “model Türkiye” patladı.

Cemaat, taşıyamayacağı kadar büyük bir iktidarın sahibi olmuştu. AKP ile koalisyon yaparken, daha doğrusu onu en başından örgütlerken, partiyi, Tayyip’i şu ya da bu aşamada tamamen kontrol altına almayı,  zamanı gelince de sırtından atmayı hesaplamıştı. Eğer partiden ve Tayyip’ten bir direniş gelirse, göz önünde olmayan sahip oldukları reel devlet iktidarını devreye sokarak bu direnişi etkisiz hale getirebileceklerini düşünmüştü. Öyleyse, devletin içindeki her engeli etkisizleştirmesi, onun bütün kilit noktalarına yerleşmesi şarttı. Zaten ABD de hükümetle esas olarak onlar üzerinden temas kuruyordu.

Aslında Tayyip Erdoğan da bu durumun farkındaydı. Ancak Cemaat’e karşı hamle yapabilecek durumda değildi. Daha doğrusu, hâlâ ona ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Haziran ayaklanması kaçınılmaz olan çatışmanın beklenmedik bir zamanda yapılmasına neden oldu. İki taraf da korkuya kapıldı. Korku, güvensizliğe yol açtı. Cemaat, “ilk vuran kazanır” hesabıyla hamle yaptı. Olmadı. Sadece polisle, hakim ve savcıyla iktidar alındığı nerede görülmüş? Üstelik ciddiye alınacak bir kitleniz dahi yoksa. Yani sokakta yoksanız. O şartlarda, mühürü tutan yine sultanlığa devam etti. Emperyalist siyaset, sinikçe de olsa, güce saygı duyar.

Şimdi bu noktada, yazıyı yazmaya başlarken planlamamış olduğum uzun bir parantez açmak istiyorum. Lenin bunu ta “Ne yapmalı?” günlerinde fark etmişti. Mesele mührü kapmakta ama kaptıktan sonra da akıllı hareket etmekte. Sınırları, gücü, kapasiteyi iyi analiz etmekte. Sadece lokal değil, globalle bağlantısı içinde, eşzamanlı olarak, somut durumun somut analizi.

“Brest Litovsk”, “savaş komünizmi”, “NEP”. Lenin iktidarı bu üç başlık altında tutabildi. Lenin’den sonraki son büyük komünist veya leninist Stalin de, “tek ülkede sosyalizm”, “sanayileşme ve kollektifleştirme” ve “büyük anayurt savaşı” başlıkları altında sosyalist iktidarı sürdürdü. Lenin devrinde düşman, yeni rejime göre, esas olarak, dışsaldı ve gayet net olarak ortadaydı: işgalci emperyalist devletler, eski rejimin taşıyıcısı işbirlikçi burjuvazi ve işbirlikçi feodalite.

Stalin devrinde, yeni kurulmakta olan sosyalist düzen içeriden kendi “yeni” sınıf işbirlikçilerini kaçınılmaz olarak yaratacaktı. Kuruculuk toplumsal-ekonomik bir faaliyettir. Doludan boşa aktarma yapmaktır. Devrim mağdur etmeden mamûr edemez.

Gerçekte “sağ” ve “sol”  muhalefet diye ayrı ayrı iki muhalefet yoktu. Farklı görünümleri, sunuluşları içinde tek bir muhalefet vardı.Ancak onunla mücadele edenler açısından ikiye bölünmesi (mücadelenin zamanlaması için zaruretti) taktik gereğiydi. Bunu ekonomi-politik önceliklerin planlanması başlığı altında ele almak da mümkün. Veyahut, isteyen bununla bir koşutluktan söz edilebilir. Muhalefet söz konusu olduğunda, solu da sağı da özsel olarak farklı bir şey istemiyordu. Başında bir Napolyon taslağı olduğu halde, bir taraf, “dünya devrimi” diyor, bunu “alameti farikası” yapıyor, SSCB’nin bu devrimin lojistik tedarikçisi işlevini üstlenmesini talep ediyordu. Sağdaki diğeri, SSCB’nin bir çevre ülkesi olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerin tedarikçisi olması gerektiğini vaz’ ediyordu. İkisi de sanayileşmeye, kolektivizasyona karşıydı. Yani sözde sosyalizm adına üflenmiş palavra gerekçeler arkasında, sosyalizm kuruluşuna muhalefet ediyorlardı. İkisi için de sosyalizmin zamanı değildi.

Soldakinin hiç şansı yoktu. Sovyet topraklarındaki emperyalist işgal, “dünya devrimi” olmadan mağlup edilmiş, biraz sonra da Almanya’daki devrim yenilmişti. Bu “sol”, reel değildi. Kitlesi yoktu. Cemaat gibi partide, devlette stratejik konumları ele geçirmeye oynuyordu. Sonuç olarak, özellikle de (hiç inanmadığı geri kapitalist ülkeler yerine, devrim beklediği)  gelişmiş kapitalist ülkelerde, izole “entelektüel çevre”ler olmaktan öte gidemedi.

Sağdaki,  reel bir güçtü. İhmal edilemeyecek kadar güçlü toplumsal-sınıfsal tabanı vardı. Sosyalist kuruluş devrinde, anlaşılır nedenlerden dolayı,  tam bir odak veya sığınak haline gelmişti. Gününü bekliyordu. Bu bakımdan, bizdeki yeni rejimin bağrında gelişen “laik cumhuriyetçi kemalistler” ve “Türk-islamcılar” arasında esas olarak politik olan çekişmeye referans veren  ilişkiye benzer bir ilişkiden söz edilebilir. Ancak Sovyetler’ deki çekişme esas olarak ekonomikti. Sovyetler’de de sosyalist “devlet sınıfı”, Türkiye’deki  kemalist “devlet sınıfı” gibi yeni rejime inancını ve sadakatini yitirmişti. Uzatmayalım. Sağ muhalefet, Sovyet iktidarını 1956’dan sonra adım adım içeriden yükselerek ele geçirmeyi başardı. Mesela, Gorbaçov, daha politbüroya seçilmeden önceki yıllarında  Bukharin ve NEP devri üzerine etütler yapmıştı. SSCB’yi tasfiye etmeyi değil, NEP’e dönüş yapmayı planlıyordu. Perestroika’nın siyasal içeriği Bukharin’e dönüştü. Kaçınılmaz olarak planlayıcılarının elinde patladı.

O zaman, Çin’deki Deng’in örnek alınmasını isteyenler, Çin’de daha önce bir NEP’in yaşanmamış olduğunu ( ya da isterseniz sürekli bir NEP hali bulunduğunu- her ikisi de doğru olacaktır), Çin’de sosyalizmin de kurulmamış olduğu gerçeğini görmüyorlardı. Çin’de sosyalist bir devrim olmadı. Deng söz konusu olduğunda, Deng’in, Çin’de daha önce hiç tecrübe edilmemiş, daha organize, kapitalist dünyaya entegre, gelecek adına, yüzü kapitalizme dönük,   ve daha planlı ama pragmatik   bir tür NEP dönemini başlatmış olduğu kabul edilebilir. Kabaca 1949-1979 arası dönem uzun sürmüş bir tür “savaş komünizmi”  devri olarak görülebilir. Deng’ten önce Çin’de kollektifleştirme vardı. Ancak kayda değer bir sanayileşme programı uygulanmamıştı. Kollektifleştirme esastı. Anti-feodal bir devrimin temel vaadiydi. Yani kolektifleştirme ve sanayileşme sosyalizm kuruculuğu açısından tatbik edilmemişti. Mao dönemindeki Çin’in sosyalizm adına siyasallaştırılmış, yani somut programatik  bir gelecek vizyonu yoktu. Günlük yaşanıyordu. Salınımlar kaçınılmaz oluyordu. Bu hali ideolojik haklı çıkartmalardan değil, o zamanki somut maddi süreçlerden hareketle okumak doğru olur.

Çin bayrağı da, Çin yönetiminin düşüncesini, isterseniz, kararsızlığını yansıtıyor zaten. Bayrakta, devrimi simgeleyen büyük yıldızı çevreleyen dört küçük yıldız, dört sınıfı, işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi ve burjuvaziyi simgeliyor. Sosyalizmin böyle bir bayrağı olabilir mi?

Bayraktan açılmışken, Sovyetler Birliği bayrağı, 1924’e kadar, hâlâ “dünya devrimi” beklendiği, bunun merkezinin de Almanya olacağı sanıldığı için sonraki anlamından farklı bir şeyi sembolize ediyordu. Orak, Rusya köylüsü; Çekiç, Alman işçi sınıfı anlamına geliyordu.  “Tek ülkede sosyalizm” dönemi Alman devriminin kesin bir yenilgiye uğradığı 1923 sonuna kadar, zihinsel hazırlığı epey önceden yapılmış olsa da, gündemde değildi. Bununla birlikte, yanılmıyorsam, 1936’ya kadar “Ekim Devrimi” yıldönümlerinde, bayram “dünya devrimin ilk günü” alt başlığı altında kutlanmış, sonrasında bu alt başlık atılmış, “Büyük Ekim Devrimi” başlığı tek başına kullanılmıştır.

Özcesi, “tek ülkede sosyalizm” siyaseti, sadece emperyalistlerin hışmına uğramamış, o zamana göre anakronik bulunabilecek bir kavram kullanmak gerekirse, “dünya devrimi” belagatine sarılan ve ona sarılma ihtiyacı duymayan versiyonlarıyla, Rusya’yı bir “üçüncü dünya ülkesi” haline getirmeyi tasarlayanlar tarafından da ihanet gibi görülmüştü. Parantezi kapatıyorum.

Dönelim mevzumuza. Cemaat devlet içinde güç kazanmak adına iktidara fazla abandı. Orantısız ölçüde iktidarla  doldu. Bu gücün boşaltılması gerekecekti. Öyle de oldu. Eğer Haziran’a baştan sahip çıkmış, Tayyip’in karşısına o zaman dikilmiş olabilseydi, işin rengi değişebilir miydi? Değişebilirdi. Peki, bunu yapabilir miydi? Yapamazdı. Yani zorunluluk koşulları, isterseniz fizik şartlar,  bize istediğimiz gibi hareket edebilme özgürlüğü tanımıyor. Zorunluluğu kavrayamadığınız zaman esaret başlıyor. Şartlara esaret…Duvara doğru itiliyorsunuz. Artık bütün yapabildikleriniz, çırpınmak mesabesinde.

Şimdi sıra Tayyip’e geldi.  Mühürü kullanmayı bilmezsen, zorunluluğu kavramayamazsan, gidersin. Aslında Tayyip’in macerası fiilen 2013 Haziran’ında bitmişti. Cemaat, parlamento muhalefeti ve tabii Kürt siyaseti ona dört elle sarılmış oldukları için (halen de böyle) gitmesine izin vermediler. Emperyalist siyasetin de boşluğa tahammülü yoktur tabii. Artık bu miyadını doldurmuş koalisyona (herhalde kolayca dış olduğunu söyleyemeyeceğimiz) IŞİD faktörü de dahil oldu. Hep birlikte bir “kaybedenler kulübü” kurdular.

Bu koşullarda, iç güçler bu kulübü tasfiye edemezse, kaçınılmaz olarak dış güçler devreye girip kapların boşalacağı, nispeten dengeleneceği koşulları (muhtemelen içerideki bağlantılarını da devreye sokarak)  başlatacaklardır. Emperyalizmin bütün beyninizi ele geçirmiş, düşünme  yetilerinizi dumura uğratmış olduğu şartlarda, sizde sadece kımıldayacak mecal değil, zaten kendisinin size açmış olduğu alanda kımıldayacak yer de bırakmaz. Malum, fille yatağa girmenin bir bedeli oluyor.

Şimdi hiç şüphe yok ki, AKP rejimi ve Erdoğan’ın çırpınmakta olduğu şu koşullarda AKP’nin dahil olduğu uluslararası bağlam da dahil dünya, çok sorunlu bir bölgede, kapasitesinin üzerinde iktidar yüklenmiş bir adamı daha fazla taşıyamaz. Bu kabın boşalması gerekiyor. Kıvılcımlar, sokağı harekete geçirecek kıvılcımlar bekleniyor.Bunun için hamleyi Rusya’nın yapması mı isteniyor?

Türkiye devrimci sosyalistleri emperyalist vesayeti reddetmelidir

Ecnebi medyada Fransa saldırıları tartışılıyor. Oradaki “ana akım” tabir edilen medya, büyük ölçüde, çarpıtmalar, yanlış yönlendirmeler,  hedef şaşırtmalarla tartışmayı sürdürüyor. Emperyalist sermayenin medyasının, yakın geçmişte saygınlıkları tartışma konusu dahi yapılmak istenmeyen  emperyalist medya organlarının emperyalist siyasetin isterlerine nasıl adapte olduklarını görüyoruz.

Aynı, geçmişte  yere göğe sığdırılamayan burjuva demokrasileri gibi. Bugün emperyalist batılı devletlerin ve onların vasallarının terörist, işgalci karakterleri artık kanıt gerektirmeyecek kadar açıkken onların medya organları bu açık seçikliği örtmek adına incir yaprağı işlevi görecekler tabii.

Fransa’daki son terör eylemlerini, İran-ABD antlaşması, Rusya müdahalesi, mülteci sorunuyla birlikte bu yeni konjonktür içinde değerlendirmek gerekir. Mevcut durum devam ettiği sürece, bundan sonra olabilecek benzer saldırıları da aynı çerçevede analiz etmek gerekir.

İran antlaşması, Rusya müdahalesi, ABD yönetimi içindeki bölünmeleri, görüş ayrılıklarını daha da derinleştirmiş, bu bölünme ABD’nin emperyalist ortakları ve vasallarını da kat etmiştir. Obama, İkinci Dünya Savaşı sonrasında,   ABD tarihinin Jimmy Carter’dan sonraki en zayıf başkanıdır. Giderayak başına iş aşmamak adına yönetimdeki bölünmede şahin olmayan kanada tutunmaya çalışmaktadır.

Fransa, Libya saldırısından sonra gözünü karartmış, Libya’da alamadığını Suriye’de almak hesapları yapmıştır. Elbette Fransa’nın bu arzusu, farklı nedenlerle Suriye yangınını çıkartmış, farklı çıkarları adına onu körüklemekte olan arkaik petrol monarşilerinden oluşan bölge ülkeleri tarafından teşvik edilmiş, Fransız devleti de, aynı Türk devleti gibi, bu doğrultuda terörist angajmanlara girişmeye, kirli yükümlülükler altına   girmeye itilmiştir. Hiç şüphesiz bu angajmanların gerçekleşmesinde sadece büyük sermaye gruplarına sunulan “ekonomik fırsatlar” değil, onların temsilcileri olan liderlere, siyasetçilere verilen parasal ve/veya mesleki rüşvetler de önemli bir rol oynamışlardır.

Bu angajmanların yerine getirilmediği, tereddütlerin oluştuğu koşullarda malum uyarı,  ikna araçları devreye sokulmuştur. Fransa, Rus müdahalesine kadar Suriye’de şahinlerden kopmamış, onlarla aynı hizada kalarak sömürgeci beklentilerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hatta emperyalist müttefikler arasında neo-con düşüncelere en bağlı ülke olmak gibi bir özelliğe de sahiptir.

Gelgelelim, Rus müdahalesi sonrasında oluşan durum, Fransa’yı, Libya’dakine benzer bir düş kırıklığını yeniden yaşamamak adına  angajmanlarını gözden geçirmeye sevk etmiştir. İran antlaşmasıyla başlayıp, Rus müdahalesi, mülteci kriziyle süren bu son gelişmelerin Fransa devleti içinde  görüş ayrılıklarına yol açmamış olması mümkün değildir.  Bu farklılıkları Paris saldırıları sonrasında hükümet tarafından yapılmış olan açıklamalardan, atılan siyasal adımlardan da anlayabiliyoruz. Soruşturmanın seyri içinde dışa vurulan resmi kurumsal davranışlar da bu bakımdan zihin açıcı oluyor.

Mesela, Fransız istihbaratının olayı karartma, yönlendirme çabaları içinde olduğu kimi düzen yanlısı medya organlarında yapılan tartışmalarda dahi telaffuz ediliyor. Daha önce söylemiş olduğum gibi, böyle bir açık meydan okuma, savaş ilanı mesajı içeren saldırının emperyalist istihbarat organları, en azından onların dahilindeki belli klikler tarafından önceden bilinmemesi olanaklı değildir. Bir Fransız gazeteci, olaydan bir kaç gün önce Fransız güvenlik güçlerinin  benzer bir saldırı simülasyonunu Paris’teki büyük bir hastanede gerçekleştirmiş olduğunu tespit etmişti. Yani bir tatbikat dahi yapılmış.

Olay sonrası gelişmelere baktığımız zaman, bazı klişe açıklamalara rastlıyoruz. Bu bir çok gazetecinin de dikkatini çekmiş, çekmemesi de mümkün değil. Bu tür olaylar sonrasında olay yerinde saldırganlar tarafından düşürülmüş (!) pasaportlar ya da kimlik cüzdanları bulunuyor. Hatırlarsak, Charlie Hebdo olayı sonrasında da terk edilmiş bir araçta, iki kardeş teröristin aracı terk ederlerken düşürdükleri (!) kimlikler bulunmuştu. Oradan hareketle failler kesin olarak tespit edilebilmişti. Sarkozy devrindeki terörist Merah’ın saldırısı sonrasında da saldırganın kimliği bulunmuştu. Kimlikler de ne hikmetse genellikle gıcır gıcırdır. Yine hatırlayalım, ABD’deki 9/11 tezgahı sırasında da her şeyin yüksek ısı dolayısıyla eridiğinin iddia edildiği şartlarda (İkiz Kuleler’in dahi yüksek ısıya dayanamayıp erimiş oldukları söylenmişti) ne hikmetse,uçağın enkazı arasında yine böyle gıcır gıcır kalabilmiş pasaportlar bulunmuş, bunların saldırganlara ait olduğu kesin bir dille ilan edilmişti.

Fransız polisinin bu bulguları ve içerdikleri bilgileri medyayla paylaşması  sonrasında, bir Fransız gazeteci haklı olarak, “en sıradan bir hırsız bile işini yaparken kimliğini, hele gerçek kimliğini yanına alacak kadar salakça bir iş yapmaz” diyerek tepki veriyordu.

Paris olayı sonrasında çoğumuz, “yav teröristler bakımından aleyhte  önemli sonuçları olacak asıl gelişme, Rus müdahalesidir. Peki neden bu saldırı Moskova’da olmamıştır? ” şeklinde bir soru etrafında düşünemedik.  Yani “bu işten kim kazançlı çıkar” (1) sorusundan önce sormamız gereken soru o olmalıydı. Özcesi, neden Fransa ?

Bu sorunun yanıtını yukarıda konuya girerken genel bir çerçeve içinde vermiş olduğumu düşünüyorum. Ek olarak, Fransa’nın özellikle 2013 yılından itibaren yakın bir çıkar ilişkisi içine girmiş olduğu IŞİD’in işgali altındaki bölgede bir tür devlet kurmuş olduğunu kabul etmek gerektiğini de belirtmek isterim. Bu devletin fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlayan önemli gelir kaynakları var. Bununla sadece petrol monarşilerinden gelen parayı kast etmiyorum (Bu arada, Katar’ın IŞİD’e parayı, hisselerinin çoğu kendisine ait Exxon-Mobil şirketi kanalıyla vermekte olduğu ecnebi medyalarda bir çok kez  yer almıştı). IŞİD devletinin kendi olanaklarıyla yarattığı veya kullanabildiği üç önemli gelir kaynağı daha var: Irak ve kısmen de Suriye’den çaldığı ham petrol; tarihi eser kaçakçılığı ve Afganistan ‘dan Taliban ve ABD işgal güçleri aracılığıyla temin edilen uyuşturucunun Türkiye üzerinden Avrupa pazarına taşınması (Bugün Avrupa piyasalarına arz olunan uyuşturucunun en az yüzde 80’i Afganistan menşelidir).

Bu üç gelirin elde edilmesinde Türkiye önemli bir transit ülke konumundadır. Yani Türkiye, söz konusu olduğunda, sadece savaşçılara terimin geleneksel anlamında verilen lojistik hizmetler önem taşımıyor.  Tekrar edelim, bu “ekonomik trafik” bakımından Türkiye olmazsa olmaz bir rolü yerine getirmektedir. Türkiye ekonomisine son yıllarda dahil olan “kaynağı belirsiz sıcak para” nın (en azından kısmen) bu trafikle alakalı olduğu tahmin edilebilir.

Buradan şöyle bir sonuç da çıkıyor: Aslında Fransız devleti, aynı Türk devleti gibi, IŞİD devleti nezdinde de angajmanlara girişmiştir. Yükümlülükler üstlenmiştir. Yani Paris terörünün arkasında IŞİD’in olduğu ilan edilirken aslında bu devletler arası angajman gözlerden saklanmak isteniyor. IŞİD tarafı ısrarla bunun altını çizmesine rağmen.   IŞİD, örtük olarak Fransa’yı aralarında akdedilmiş  antlaşmaların gereğini yerine getirmemiş olmakla itham ediyor. Biraz ileride Türkiye’yi hedef alacağı vakit de muhtemelen benzer iddiayı dile getirecektir. Hiç şüpheniz olmasın!

Bir de, dikkat edilecek olursa, bu son Paris saldırıları önceki cihatçı saldırılarının hepsinden şekil olarak farklıdır. Çok açık bir savaş ilanı, meydan okumadır. Rastgele hedefler, “kör terör” tabir edilen yöntemlerle vurulmuştur. Mesela, C.Hebdo olayında (2) olduğu gibi belli hedefler, kişiler seçilmemiştir. Ya da Suruç’ta, Ankara’da olduğu gibi basit, ilkel “canlı bomba” araçlarına baş vurulmamıştır (3). Fransız polisi halen canlı bombaların kullanıldığını  (Canlı bomba olduğu iddiasıyla fotografisi yayınlanmış bir kadının canlı bomba olmadığı da bir kaç gün önce açıklandı) iddia ediyor. Yani kullanılmışsa da, bunun ağırlıklı bir araç olarak tercih edilmemiş olduğu açıktır.

Olay, Fransız devletinin muhatap aldığı  “IŞİD devleti” karşısında acz içinde olduğunu, IŞİD’in uluslararası operasyonel kapasitesini  kanıtlamak, gözler önüne sermek gayesiyle planlanmıştır. İşin IŞİD kısmını böyle görmek eğilimindeyim. Başarısında çok kuvvetle muhtemeldir ki, angajmanlara bağlı kalmak eğilimindeki Fransız DGSE de dahil olmak üzere,   belli başlı istihbarat, veya daha genel olarak, güvenlik birimlerinin katkısı olmuştur.

Fransa’nın Suriye’de Ekim ayına kadar sadık bir şekilde dahil olduğu, S.Arabistan, Katar, BAE, Türkiye gibi ülkeleri de ihtiva eden, ABD yönetimindeki neo-con unsur tarafından da desteklenen ittifak, Rus bombardımanı, onunla birlikte yürütülen Suriye ordusu ve Hizbullah’ın kara harekatı sonrasında Fransa’nın tereddütleriyle sarsılmıştır. Fransa’nın yeni şartlarda, kendi başına inisiyatif alması herhalde söz konusu ittifak içinde Rus müdahalesinden daha fazla tepki yaratmıştır.

Fransa, ABD’deki Obama tarafı ve Rus müdahalesi arasında emperyal beklentilerinin gerçekleşmesine hizmet edecek bir çıkış yolu aramıştır. Herhalde sözü edilen ittifakın kabullenemeyeceği hamleler yapmıştır. Esad’lı çözümü, lafzen de olsa,  bu kadar hızlı kabullenmesi, bir siyaset değişikliğinin daha önceden düşünülmüş,tartışılmış olabileceği kanaati uyandırıyor.

Tereddüt eden Fransa, Kürt kartına sarılmıştır. Bölgede bir Kürt nüfuz bölgesi ya da bir Kürt kolonisi, isterseniz, “manda yönetimi” oluşturma hesapları yapmaya başlamıştır. Fransa’nın bu inisiyatifi söz konusu ittifakın bütün bileşenlerini, bu arada, IŞİD devletini de rahatsız etmiştir. Çünkü Kürt bölgesi olarak ilan edilen coğrafya (Aslında Kürtler o coğrafyada azınlıktır. Bizim Kürtçülük afyonuyla uyuşmuş, Suriye’nin kuzeyi söz konusu olduğunda, mitolojik bir kurgusal coğrafya tasavvurundan hareket eden solculara gel de bunu anlat!) IŞİD’in nefes borusu anlamına geliyor. Sanıyorum, Fransa’nın söz konusu hamlesi Paris olaylarının sahneye konulmasında büyük rol oynamıştır.

Öte yandan, son zamanlarda, Türkiye’nin eski müttefiki olan bölgedeki Kürt unsur YPG, IŞİD ve Türkiye’nin geçmişte bir müddet aynı ittifak içinde yer almış olduklarını unutmayalım. “Barış süreci” esas olarak bu olanağı temin etmek adına gerekliydi. IŞİD’in o zaman var olup olmaması önemli değildir. Bir vekalet savaşı zaten sürdürülüyordu. Kürtler de bu savaşın askerleri olarak görülüyordu. Hatta o zaman cihatçıların bir çok Kürdü öldürmüş olmalarına rağmen  (PKK’ye yakın Kürt liderlerden birisinin oğlu da bu kurbanlar arasındaydı) sahadaki bu ittifak bozulmamıştı.

Geçerken şunu da söylemem lazım: “Öcalan’ın iadesi” ve “barış süreci” arasında, emperyalist siyaset açısından oynadıkları roller bakımından bir benzerlik, koşutluk olduğunu inkâr edemezsiniz.

Bugün de aslında Suriye Kürt hareketinin ağırlıklı bir kesimi ve IŞİD, Türkiye aynı jeo-politik emperyalist ittifakta yer alıyorlar. Bu durum bunların aralarında tepişmelerine mani değildir. Böyle bir coğrafyada, böylesine karmaşık ittifak şartlarında bunun olmaması mümkün değil. Değerlendirme bakımından önemli olan, emperyalist “büyük siyaset” nezdindeki konumdur. Yoksa, tepişmelerin üstesinden “ayar mekanizmaları” kullanılarak gelinmekte olduğunu artık şu kadar tecrübeden sonra öğrenmiş olmamız gerekir.

Hiç şüphesiz PKK bugün, aynı TC devleti gibi,  emperyalist siyasetin sözcüsü haline gelmiştir.  Sabri Ok’un, daha önce başkalarının da çıkıp, Suriye’nin üç etnik veya dinsel gruba ait olacak üç ayrı nüfuz bölgesine bölünmesini talep etmiş olması bunun açık kanıtıdır. PKK, emperyalist siyasetin ihtiyaçlarına göre düşünüyor, talep ediyor. Bu üç bölge hiç şüphesiz kolonyal bir karaktere sahip olacaklardır. Aksini iddia,  bizi enayi yerine koyma teşebbüsü olur.

Bu durumda  halen komünist siyaset adına çıkıp, bu emperyalist siyasetin siyasetsizleştirmiş olduğu Kürt gruplarını “dost” ilan etmek, ” içlerinde dostlarımız var ama…” şeklinde cümleler kurmak yakışık almıyor (4). Kürt siyaseti, “Bağımsız Kürdistan” mümkün olursa, orasını da aynı şekilde “etnik ve mezhepsel” temelde nüfuz bölgelerine ayıracak mı? Bunlarla siyasal, ideolojik kavga, anti-emperyalist mücadelenin gereğidir.

Bu arada, dikkat edilirse, artık oportünistler  “Kürt ulusal hareketi” yerine  “Kürt özgürlük hareketi” demeyi tercih ediyorlar. Kaçınılmaz olarak “liberal” bir söylemin bileşeni olan etnik-kimlik siyasetini, marksist-leninist ulusal demokratik siyaset yerine ikame ediyorlar. Batı’da bu tür söylemin daha fazla itibar gördüğünü de biliyoruz.  Bunun “demokratik emperyalizm”  ya da “demokratik modernite” anlayışıyla sorunu olmayan bir yaklaşım olduğu açıktır. Bu bakımdan tutarlıdır.

Tekrar olsun, her ikisi de dahil oldukları ve maşa gibi kullanıldıkları emperyalist savaşı, “vatan savaşı” gibi, kendi ilerici ulusal savaşları  olarak sunan Türk ve Kürt ulusalcılıkları Türkiye devrimci sosyalist hareketinin kimyasını, karakterini bozmuşlardır. Onu emperyalist vesayet altına sokmuşlardır. Bu vesayeti sırtımızdan atmazsak, kitlelerden dışlanacağız.

NOTLAR:

1) “Kimin yararına” (“Cui bono” ) sorusunu, aslında ilk kez Cicero,  İsa’dan önceki ilk yüzyıl içinde bir söylevinde,  “işlenmiş bir suç en çok kimin işine yarıyorsa, gerçek fail, ya da azmettirici de odur ” anlamında  kullanmıştı.

2) Charlie Hebdo olayı da İslamofobi’yi emperyalist çıkarlar adına istismar etmek için kullanılmıştır. Aslında saldırının doğrudan İslami gerekçelerle yapılmamış olduğunu o zaman ki yazılarımda ifade etmiştim. Charlie, ta 68’lerden itibaren emperyalizmin hizmetinde liberteryen bir çizgiye sahipti. Çok yakın zamanlarda Fransa’da yapılmış çalışmalar, Charlie’nin Fransız kültür endüstri dahilinde,  İslamofobi’nin üretildiği başlıca merkezlerden biri olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hatta bu amaç doğrultusunda, terör olayından kısa bir süre önce bir Orta Doğu ülkesinden (muhtemelen şantajla) 200 bin avro bağış aldığı dahi iddia ediliyor.

Medya aracılığıyla şantaj burjuva medyasının tarihi kadar eskidir. Mesela, kendisi de kariyerine yayıncılıkla başlamış olan büyük yazar Balzac’ın en önemli romanlarından birisi olan Sönmüş Hayaller’i (nedense 60’lardan sonra  yeni bir Türkçe çevirisi ve baskısı yapılmamış)  modern gazete, kitap, dergi sektörünün doğumuyla birlikte, nasıl şantaj, rüşvet, yandaşlık, “havuz medyacılığı” gibi olguların da eş zamanlı olarak ortaya çıkmış olduğunu yazarın kendi deneyimlerine de referans vererek işler.

3) Suruç ve Ankara patlamalarında IŞİD kullanılmıştır. Ancak bugün Paris saldırısıyla bundan başka bir benzerliği olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’deki patlamalar, muhtemelen Erdoğan’a bağlı MIT’in  talebiyle (yoksa, ricasıyla mı demek lazım) IŞİD piyonları tarafından gerçekleştirilmiştir. Birbirlerinin devamı olan bu olaylarla hedeflenen amaca ulaşılmıştır. Burada sadece MIT ve IŞİD değil, Kürt siyaseti de, şu ya da bu derecede,  önemli bir rol oynamıştır. Mesela, Fikri Sağlar’ın sormuş olduğu gayet anlamlı soru yanıtsız kalmıştır: Suruç organizasyonunu kim(ler) yaptı? O gençleri oraya kim (ler) götürdü? Şimdi MİT’le “barış süreci” pazarlıkları yapan  bir örgütten, “esir bir önderlik”ten söz ediyoruz. Öyle değil mi? Kürt siyaseti, Paris cinayetlerini dahi konuşmaktan kaçınıyor. Unutturmaya çalışıyor.

4) Bir kere ne HDP ne de CHP sosyal demokrat. Dünyada bugün sosyal demokrasi diye bir şey kalmadı. Sosyal demokrasi esas olarak, yani yapılabilir, sürdürülebilir somut bir siyaset olarak 2.D.Savaşı sonrasında, bir yandan rakip bir sosyalist dünya sisteminin ortaya çıkması; diğer taraftan, bunalım ve onu izleyen savaşın yol açtığı  yıkım şartlarında ihtiyaç duyulan ve Keynesçi olarak tabir edilen reel ekonomik uygulamalar sayesinde yükseldi. 60’ların sonlarına doğru hissedilen stagnasyon koşullarında, globalist parasal birikim modelinin devreye sokulmasıyla birlikte, sosyalist sistem gibi, onun da altı oyulmaya başladı. Bugün mevcut değil, olması için gerekli şartlar da yok. Zaten bugün ülkemizdekiler de  dahil olmak üzere  kurumsal anlamda böyle iddiayla ortaya çıkmış bir parti yok.

Bir proletarya sosyalisti bugün hiç  tereddüt etmeden  HDP’nin gerici, bundist bir parti olduğunu ilan etmelidir. Vitrinine serpiştirilmiş üç beş “dost” solcunun veya sosyalistin varlığı bu saptamayı geçersiz kılmaz. Dahası, genel olarak Kürt siyasetinin, TC devleti ve bütün siyasal bileşenleriyle birlikte AKP rejimi gibi, özsel olarak pasifize edilmiş, politikasız, politika yapma kapasitesi, iktidarı bulunmayan bir oluşum olduğunu tespit etmek gerekir. Reel hegemonik- emperyalist siyasete tabidirler. Bu anlamda “reel siyaset” i telaffuz etmektedirler. Onun hamlelerinden rol kapmaya çalışmak başlıca meziyetleri olarak görülmek gerekir.

ABD, Suriye’de ne bir kara operasyonu yapabilir ne de “uçuşa yasak bölge” ilan edebilir

Antalya’da Obama, İran antlaşmasıyla netleşmiş ABD tavrını açık bir şekilde tekrar ilan etti: Suriye’de ne kara operasyonu olacak ne de “uçuşa yasak bölge” oluşturulacak. ABD bunları yapabilecek durumda olmadığı için İran ve Rusya ile antlaşmak zorunda kalmıştı. Bu antlaşmalara ayak direyen  üç önemli ülke vardı: Fransa, Türkiye ve S.Arabistan.

Fransa, DeGaulle’cü dış politikasını terk ederek (1), “gün bu gündür” anlayışıyla, eski günlerdeki gibi, sömürge paylaşımından pay kapmak istedi. NATO’ya “tam üye” sıfatıyla geri döndü.  Libya’dan sonra Suriye’yi gözüne kestirdi. Olmadı.

S.Arabistan direniyor. Ancak daha fazla ileri gitmesine izin verilmeyecektir. Yemen’de batağa saplanmıştır. Petrol silahını daha fazla kullanması acılarını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Yemen’de ne ABD ne de çok bel bağlamış olduğu Mısır ona yardımcı olmuyor. Suudi krallığı çatırdıyor. Esad yönetimi Suriye’de kalınca Kral Salman’ın orada oturması mümkün olmayacak. S.Arabistan’ın bir anda İran ve Rusya’ya doğru can havliyle tutunmaya çalışması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Türkiye’ye gelince, en çok direnecek olan bölge ülkesi Türkiye’dir. Jeo-stratejiyi bir yana bırakalım. IŞİD, esas olarak Irak’tan, kısmen de Suriye’den  ham petrol çalıyor. Bu sayede yüz milyonlarca dolarlık gelir temin ettiği haberleri yabancı medyada epey bir zamandan beri yer alıyor. Peki, IŞİD bu ham petrolü kime satıyor? Hangi pazarlarda pazarlıyor? Elbette bu petrol cari dünya fiyatlarının altında bir fiyatla satılıyor. Mesela Türkiye bu petrolü satın alıyor mu? Başka bir soru, bu ham petrolü kim taşıyor? Kimin tankerleri taşıyor? Yani Türkiye’yi yönetenlerin IŞİD’le akçalı ilişkileri var mı? IŞİD’e “kazancı cazip” tıbbı hizmeti kim veriyor?

Türkiye IŞİD’e lojistik destek temin eden en önemli ülke. Bu biliniyor. Ancak aynı zamanda IŞİD’in çaldığı ham petrolün başlıca pazarının da Türkiye olduğu telaffuz edilmiyor. Yine, IŞİD’in de Türkiye’nin lojistik desteği kapsamında, Türkiye’ye Irak ve Suriye’de,  mal ve hizmet pazarı yaratmış olduğu açıktır. Yani IŞİD devleti ve Türk Devleti arasında ekonomik ilişkiler var.

Halen “orducu sosyalist” sahtekârlar, TSK’yı parlatıyorlar. Onların “ulusalcı” versiyonları ordudan medet umuyorlar. Dün ODATV’de, GKurmay web sitesine atıfta bulunulan bir habere göre, genelkurmay başkanlığı DP devrinin son genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun’u ölüm yıldönümünde mezarı başında anmış. Bu resmi anma  Erdelhun’un ölümünden sonra ilk kez oluyor.

Şimdi daha önceki yazılarda bir çok kez olaylı (Olaylı çünkü ana muhalefet lideri İnönü’nün bir çok yerde saldırıya uğradığı, miting yapamadığı, hatta bazı kentlere sokulmadığı bir seçim idi. DP için çok kritik bir seçimdi; CHP’nin seçimi kazanma ihtimalinin yüksek olduğu telaffuz ediliyordu) 1957 seçimlerinden söz etmiştim. Ve zamanımızla benzerliklerine işaret etmiştim.

Bu seçimler sonrasında DP hükümeti Suriye sorununu da kucağında bulmuştu. Durumdan vazife çıkartarak, giderek ağırlaşan ekonomik şartları düzeltme hesapları yapıyordu. Önce Eisenhower Doktrini çerçevesinde ABD’den verilen gazı aldı. Kraldan çok kralcı oldu. Tam saldırı havasına girmişti ki, Sovyet notası geldi. Nota, NATO’yu tedirgin etti. ABD geri adım atma ihtiyacı duydu. Yıl 1959’du. Ekonomi dibe vurmuştu (1958’de yüzde 330 devalüasyon olmuştu). Menderes başbakan. Bayar cumhurbaşkanı. Erdelhun gkurmay başkanı idi.

DP’ye savaş lazımdı. Öyleyse, DP’nin Suriye’ye girmesi gerekiyordu. Menderes ve Bayar’ın gkurmay başkanı planları hazırlamıştı. NATO “hayır” diyordu. Ha, 1958’de sadece cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonu olmadı. Önemli bir şey daha oldu. CIA, İsrail’in İran Şahı için ısmarlama kurmuş olduğu SAVAK, MOSSAD ve devrin MİT’inin TRIDENT adı verilen bir üst organizasyon altında faaliyetlerini birleştirmesini temin etmişti. TRIDENT bu üçlünün CIA tarafından doğrudan eşgüdümlenmesi anlamına geliyordu. Mısır, İran, Irak ve Suriye vak’alarından sonra ABD gayet tedbirli davranıyordu. Bir de Türkiye şokuna tahammül edemezdi.

ABD’yi ikna edemeyen Menderes son bir hamle olarak İsrail’in kapısını çalarak, Suriye’ye ortak bir operasyon teklifi yapıyordu. Hatta Erdelhun’un yanında bazı üst düzey generaller ve amiraller olduğu halde gizlice İsrail’e, TSK’nın hazırlamış olduğu işgal planlarıyla gittiği biliniyor. Dedim ya, bu kez ABD işi çok sıkı tutuyor, “Nuh diyor peygamber demiyordu”. Böyle olunca, İsrail’den olumlu bir yanıt alınamadı.

ABD, Menderes ve Erdelhun’a çok kızmıştı. İkisine de kesinlikle güvenmiyordu. Uzatmayalım, ağır ekonomik sorunlar, Menderes hükümetinin gerici, baskıcı politikaları, popülist politikaların sürdürülebilir olmaktan çıkması (Aslında daha  57 seçimleri öncesinde DP Türkiye’sinde işler iyi gitmiyor, sokaklar huzursuzlanıyordu. Bu yüzden içeride ve dışarda bir çok etkili çevre CHP’nin 57 seçimini kazanacağını tahmin ediyordu), en başta kentli orta sınıfların, emekçi sınıfların patlamasına yol açtı. Sokaklar karıştı. Bir önderlikten mahrum olan sokakların devrimini, TRIDENT’in hamlesiyle, Silahlı Kuvvetler çaldı. Sonrası malum. Sokağın ağzına bir parmak bal, “DP rejimi”ne devam, ama bu kez İnönü yönetiminde.

Suriye’nin işgal planını hazırlayan ekipte bulunan en üst düzeydeki  general ve amiraller şunlardı: Rüştü Erdelhun (Gkurmay başkanı), Cemal Gürsel (Kara Kuvvetleri Komutanı), Cevdet Sunay (Gkurmay 2.Başkanı ve 1960’da C.Gürsel’in Menderes’le ihtilafı nedeniyle kızağa alınmasından sonra Kara Kuvvetleri Komutanı) , Tekin Arıburun (Hava Kuvvetleri Komutanı)  ve Fahri Korutürk (Deniz Kuvvetleri Komutanı) . Bunlardan ikisi Menderes’e çok yakındı, tabii onun hesabına sonuna kadar bastırmışlardı. Erdelhun ve Arıburun’ dan söz ediyorum. . Menderes’le birlikte Yassıada’da yargılandılar. ABD sözü dinleyen, böylece “bizim çocuklar” imtiyazlı mertebesine yükseltilen öbür üçü mükafatlandırıldı. Sırayla, önce Gürsel, o ölünce, Sunay ve sonra Korutürk cumhurbaşkanı oldular. Bazı iddialara göre bu beşi birden İsrail’e giden heyetin içindeydi.

Bir hatırlatma: Sunay’dan sonra Demirel Tekin Arıburun’u aday göstererek rövanşı almak istedi. Olmadı. Korutürk lehine emir büyük yerden gelmişti. T. Arıburun, AP’den Cumhuriyet Senatosu üyesi ve bir süre de başkanı olarak kariyerini tamamladı.

Şimdi AKP’nin “yeni” genelkurmay başkanının Erdelhun’un mezarı başında anılması için talimat vermiş olmasını  manidar buluyorum. Tam da Tayyip’in “Suriye de Suriye, ille de Suriye”  savaş tamtamını bütün gücüyle çaldığı şu günlerde…

Bugün eğer ABD ve Türkiye IŞİD’i gerçekten Suriye ve Irak’tan çıkartmak istiyorlarsa, onun en önemli lojistik sahası olan Cerablus-Afrin hattını kapatırlar, bu iş bir aya kalmaz biter. IŞİD kağıttan kaplandır. Bu hattın kapanması demek, IŞİD’in Halep’i, İdlip ve Rakka’yı tamamen kaybetmesi anlamına gelir. Yani çökmesi anlamına gelir. Bunu bilmek için stratejist olmak gerekmiyor. Ortalama zekalı bir lise talebesi bile harita üzerinde manzaraya baktığı vakit bu gerçeği kavrar. Kimse kimseyi kandırmasın!

Şunu artık kabul etmek lazım, IŞİD, Suriye’den, Irak’tan kovulsa ne olur, Türkiye’de iktidarda değil mi? AKP/IŞİD siyasetine ancak sokaklar, emekçi, ilerici halkın ayaklanması son verir. Tabii burada mesele devrimi bir kez daha kaptırmamak.

Öyle ilçe binalarında üye kaydına gelecek insanları bekleyerek ne kadar bu olası akıbetin önüne geçilebilir bilemem. Doğrusu, mobil hale getirilmiş ilçelerin sendikalara, okullara, kitle örgütlerine, iş yerlerine gitmesidir. Örgütlenme, mevzi kazanma  esas olarak oralarda olur.

NOTLAR

1) “Ost-politik” in gerçek mimarı, veyahut Willy Brandt’ın habercisi olarak da görülebilecek DeGaulle,  NATO’nun tam üyeliğinden ayrıldığı ve bunda ısrarlı olduğu için en az 30 kez suikast girişimlerine maruz kalmış, sonrasında “demokratik emperyalizm” in manipüle ettiği 68’in “liberal solcuları” nın hedefi haline gelerek iktidardan düşmüştü. Fransız 68’lilerinin en büyük somut siyasal başarısı, “kazanım”ı bu olmuştur.

Bu vesileyle, liberalizmin (tabii “liberal” ya da “demokratik” emperyalizmin de) anglo-amerikan ideolojisi olduğunu, W.Wilson’ın, J. Locke’un 20.yy’daki siyasal pratik tezahürü olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim. “Wilson doktrini” ne, Sovyet Devrimi’nden biraz önce son şekli verilmiştir. Söz konusu doktrin,  “dünya devrimi” şiarı altında kurulan 3.Enternasyonal’e karşı zımnen “liberal enternasyonal” ilan etmişti. “Lenin doktrini”, 3.Enternasyonal için ne anlama geliyorsa, “Wilson doktrini” de bu zımni Liberal Enternasyonal için o anlama geliyor. Nitekim, Sovyet devriminden yaklaşık on yıl sonra zuhur edecek “Anti-komintern paktı” ndan önce söz konusu Liberal Enternasyonal, Sibirya’da karaya ayak basarak şansını denemek istemişti.

Laf Fransa’dan açılmışken, son saldırı bu yılbaşından beri “demokratik” Fransa’daki ikinci büyük terörist saldırı. Pekiy, siz her iki saldırı sonrasında Fransız parlamentosunun hükümetin Suriye, Irak, IŞİD politikalarını tartıştığını, bu konuda somut sonuçları olan bir oturum yapmış olduğunu hatırlıyor musunuz? “Biz oralarda ne yapıyoruz?” u tartışan bir parlamento var mı? Yok. Şimdi tekrar ırkçı “islamofobi” sakızı çiğnenecek. Ama bu söz konusu “siyasal islam” ın emperyalistler tarafından yaratılmış olduğu telaffuz edilmeyecek. Bizdeki “liberal acentalar” da burada aynı telden çalmaya devam edecekler.

Ne zaman Rusya   Şam yönetimi lehine hamle yapsa, terör, şiddet tırmandırılıyor

Emperyalistler 2014 Eylül ayı başlarında Galler’deki NATO zirvesinde IŞİD’e karşı ortak mücadele yürütecek bir  koalisyon oluşturulması yönünde karar almışlardı. Bu karardan bir kaç hafta sonra da Fransa inisiyatif alarak bölge ülkelerinin NATO ülkeleriyle koordinasyon içinde hareket edecekleri, esas olarak Irak’ta faaliyet gösterecek bir anti-IŞİD koalisyonu oluşturmuştu.

Bu koalisyonların ortak gayesinin,  IŞİD tehdidine karşı dünya kamuoyunun dikkatini çekmek (Bu sayede IŞİD kasıtlı olarak adeta  bilim-kurgusal, gizemli, sofistike, her şeye kadir bir organizasyon olarak sunuldu.Böylece genç, köksüz müslüman nüfus nazarında çekiciliği arttırıldı), IŞİD’in parasal ve lojistik kaynaklarını yok etmek (IŞİD’in parasal, askeri, lojistik kaynakları, destekleri apaçıktı, bu desteklere son verilseydi, IŞİD iki üç haftadan fazla varlığını sürdüremezdi) IŞİD’e karşı ortak askeri operasyonlar düzenlemek (Tersine IŞİD’in Suriye ordusu karşısında önünü açacak operasyonlar yapıldı)  olduğu duyurulmuştu. Tabii asıl amaçları IŞİD bahanesiyle, Suriye ve Irak’ı işgal etmek ya da küçük “nüfuz bölgeleri” halinde bölmekti. Bu iki ülkeyi şu ya da bu şekilde kolonileştirmekti.

Rusya müdahalesine kadar, aradan geçen yaklaşık  bir yıllık zaman içinde IŞİD’in geriletilmesi mümkün olmamış, söz konusu koalisyonların IŞİD’le savaşıyormuş gibi yaparak zaman kazanmaya çalıştıkları ortaya çıkmıştı. Hem emperyalist ülkelerin kendi içlerinde hem de kendi aralarında görüş ayrılıkları vardı. Emperyalist sistemin vasal bileşenleriyle sistemin efendileri arasında da sürtüşmeler olduğu görülüyordu.

“Kontrollü kaos” stratejisinin kontrolü mümkün olamıyordu. Batı ülkeleri aleyhine öngörülemeyen demografik sonuçlar doğuruyordu. Kontrol edilemeyecek kadar geniş boyutları olabilecek bölgesel savaş olasılığı ortadaydı. Olası bir savaşı göze alamayan ABD hükümeti, bölgedeki bu belirsizliği gidermek ve  artan basıncı düşürmek adına İran’la anlaştı. Antlaşmayı yetkili kurullarında onaylattı. Böylece Rusya müdahalesi için koşullar da temin edilmiş oldu. Muhtemelen ABD ve Rusya arasında (en azından) bir tür zımni antlaşmaya varılmıştı.

Bu demek değildir ki, iki ülke karşılıklı olarak oturup madde madde, detaylı bir şekilde bir antlaşmaya vardılar. Muhtemelen Rusya’nın “ılımlı teröristler” e değil ama  IŞİD’e karşı operasyon yapması, “ılımlı olmayan” cihatçıların  belini kırması Obama yönetimi tarafından kabul edilebilir bulunmuştu. Ancak Rusya’nın daha öte adımlar atması olasılığı da herhalde ABD tarafından ihmal edilmiş değildi. Dahası, Rusya’nın bir noktadan sonra (elbette ABD’nin katkılarıyla) tökezleyeceği hesapları da yapılmış olmalıdır.

Rusya, Suriye, İran, Irak ve Hizbullah güçleri, NATO koalisyonunun bir yılda alamadığı mesafeyi bir kaç hafta içinde aldılar. Sahada arka arkaya başarılar kazanmaya başladılar. Bu gelişmeler karşısında, ABD ve müttefikleri itibar kaybettiklerini fark ettiler. Rusya, askeri başarılarıyla da kalmadı, diplomatik bir atağa geçti. Esad yönetimini Suriye’nin tek meşru yönetimi olarak tespit eden Cenevre’deki tavrın altını çizerek, Cenevre barış sürecinin tekrar başlatılmasını talep etti. Daha da ileri giderek, İsrail’in Golan Tepeleri de dahil olmak üzere 1967 Savaşı öncesindeki sınırlarına çekilmesini gündeme taşıdı(1).

Emperyalistler bakımından bu kadarı fazlaydı. Askeri başarılarla desteklenmeyen bir diplomasinin başarılı olamayacağını biliyorlardı. Suriye’den emperyal hesapları adına çok fazla beklentileri olan Fransa (2),  Esad’lı bir Suriye’yi  kendileri adına “olmak ya da olmamak” sorunu olarak gören AKP rejimi Türkiye’si, S.Arabistan, Katar ve İsrail gibi ülkeler mevcut Şam yönetiminin meşruiyetini onaylayan her türlü diplomatik ve askeri çözüme karşı direniş gösterdiler.

Bunu yaparlarken, IŞİD’e karşı alternatif olacak cihatçı yapılar oluşturmaya ya da farklı cihatçı yapılarını güçlendirmeye başladılar. Artık IŞİD’i bu haliyle kullanmalarının kolay olmayacağını görüyorlardı. Bu çerçevede, mesela, “vatan savaşı”yla (!) da  meşgul Türk genelkurmayı IŞİD’e verdiği desteği  “ılımlı cihatçı” Ahrar-uş Şam örgütü lehine  azalttı. Şam’daki meşru yönetim, Türk genelkurmayına mensup subay ve astsubayların, MİT elemanlarının söz konusu örgütte fiilen görevler üstlendiklerini açıklamıştı.

Bu arada, özellikle Fransa ve İsrail, Suriye’nin kuzeyinde, Suriye ordusunun verdiği büyük askeri destekle cihatçı katillere karşı başarılar elde etmiş olan Kürt direnişçileri kendi yanlarına çekerek Şam yönetimine karşı kullanabilecekleri bir mevzi elde etmeye gayret ediyorlardı.

Öte yandan, Rus müdahalesi sonrasında Almanya kendisini mümkün olduğu kadar sahadaki mücadelelerin dışında tutmaya çalıştı. Bölgeden AB ülkelerine doğru göçler konusunda Türkiye’ye bir takım rüşvetler vererek onu tampon olarak kullanmaya çalışıyor. Almanya, Rusya’nın müdahalesinden de pek rahatsızlık duymamıştı. Hatta başlarda açıkça desteklemişti. Ta ki Volkswagen ve Deutsche Bank krizleri patlayıncaya kadar. Almanya şimdilik  askeri ve siyasal olarak doğrudan Suriye sorununa dahil olma iradesi göstermiyor. Başka bir yazıda Almanya’nın durumunu tartışacağım.

Yemen’de savaştıracak asker bulmakta zorlanan ( En son, bazı Afrika ülkelerine rüşvet vererek asker katkısı aldı. Mesela Senegal geçen ay 6 bin civarında asker verdi. Tabii bu işler hep parayla olabiliyor. En önemli  gelir kaynağı olan ham petrolün fiyatları da uzun yıllardan sonra en düşük düzeyde bulunuyor) S.Arabistan, orada saplandığı bataklığın kendisini hızla içine çekmekte olduğunu da fark ediyor. Yemen’e bulaşırken çok şey beklediği Mısır’dan da beklenen destek gelmedi.  Dahası, Mısır, özellikle M.Kardeşler faktörü nedeniyle, Şam yönetimine yakın duruyor. Rusya ile iyi ikili ilişkiler kurmak istiyor. Rusya’nın Suriye’deki varlığından rahatsızlık duymuyor. Eğer Esad’lı Şam ayakta kalırsa, S.Arabistan’ın zaten kendi içinde iktidar kavgalarıyla bölünmüş yapısından üç ayrı emirlik ya da krallık çıkması olasılığı var.

Emperyalistler bakımından daha önemlisi, Çin’in de aralarında bulunduğu ülkelerin bölgede Rusya ve İran’la dayanışmalarını arttırma riskinin ortaya çıkmış olmasıdır.  Bütün bu faktörler ABD’ yi sahada tekrar açık olarak rol üstlenmeye sevk etmiş olmalıdır. ABD’nin son günlerde koalisyon güçleri hesabına bölgeye ağır bombardıman uçakları ve havadan karaya etkili füzeler göndermiş olmasının böyle izah edilmesi mümkündür. Nitekim, kuzey Irak’ta IŞİD’in geriletilmesinde, bu arada, Paris saldırılarının ve Viyana görüşmelerinin hemen öncesinde, IŞİD için çok önemli bir mevzi olan Sincar’ın IŞİD’den alınmış olmasında bu son ABD desteğinin önemli katkısı olmuştur. ABD, bir yıldan beri IŞİD karşısında yapamadığını, Rusya’nın müdahalesi sonrasında süratle yapmak ihtiyacı duymuştur. ABD’nin son açıklamalarından müdahalelerini arttıracağı da anlaşılıyor. İlerleyen günlerde, diplomasi masasına, eğer oturulabilirse,  eli kuvvetli oturmak istediği açıktır.

Aşağı yukarı iki hafta öncesine kadar Şam yönetimine yakın duran, onunla işbirliği yaparak cihatçılar karşısında mevzi kazanmış olan ülkenin kuzeyindeki Kürt gruplar, ani ama şahsen beklediğim bir manevrayla (3), tekrar ABD tarafına geçmişlerdir. Suriye’nin kuzeyi aslında etnik ve dinsel olarak hayli karışık bir bölgedir. Önemli miktarda bir hıristiyan nüfus var. ABD ve Kürtler şimdi bu farklı gruplar, özellikle hıristiyan gruplar üzerinde baskıyı arttırıyorlar. Onları Şam yönetiminden kopartmaya çalışıyorlar (Bir önceki yazımda “Hatay sorunu” etrafında, sömürgeci Fransa’nın aynı bölgede bulunan Ortodoks hıristiyan nufüs üzerindeki kolonyalist baskılarına değinmiştim). Esasen “Kürt kantonu” denen oluşumlar bu farklı etnik ve dinsel grupların ortak demokratik anlayışı sayesinde olanaklı olabilmişti. Ancak son zamanlarda hristiyan toplulukların Kürtlerin milliyetçi baskılarına maruz kaldıklarını açıkladıklarına tanık oluyoruz.

Burada ABD’nin yapmak istediği Şam yönetiminin söz konusu bölgede giderek artmakta olan etkisini kırmaktır. Halen Suriye içinde kendilerine tabi, uydu, otonom bölgeler yaratmayı planlıyor. Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de de birbirlerinden kopuk etki veya güç alanları oluşturmaya çalışıyor. İsrail, Türkiye, S.Arabistan, Katar ve Fransa gibi ülkeler öteden beri bunu öneriyorlar. Ancak ABD’den farklı olarak, Esad yönetimi altında bunun başarılamayacağını iddia ediyorlar.

Bir kere meşru Suriye yönetimi ülkenin bölünmesi olasılığını kabul etmeyecektir. Irak’ta bu tür bir çözümün nelere mal olduğu görüldü. Görülüyor. Sonra, Suriye’nin kuzeyi ile Irak’ın kuzeyini birbirlerine karıştırmamak gerekir. Suriye’nin kuzeyi etnik ve dinsel olarak çok daha karmaşık bir bölgedir. İran, Rusya gibi ülkeler (Vasal Türkiye’yi saymıyorum. O itaat etmek zorundadır) nüfuz alanlarının, özellikle de enerji koridorlarını ihtiva eden bu bölgede, daraltılmasını kabul etmeyeceklerdir.

Suriye’nin kuzeyindeki olası bir kolonyal “nüfuz bölgesi” nin hayata geçirilmesi, sürdürülebilmesi halen IŞİD’in ve diğer cihatçıların en önemli lojistik desteklerini temin ettikleri Türkiye sınırındaki  110 km’lik Cerablus-Afrin hattından Türkiye’nin vereceği destekle mümkün olabilir. Bu desteğin sürekli olması anlaşılabilir nedenlerden dolayı (Türkiye Kürdistan’ı) beklenemez. Halep’in Şam yönetiminin kontrolüne; Musul’un Bağdat yönetiminin kontrolüne gireceği koşullarda ABD, İsrail ve Fransa’nın kolonyal bir Kürt devleti yaratma olasılıkları güçlü görünmemektedir. Bu şıkka oynamak Kürt siyasetleri adına telafisi mümkün olmayacak zararlara yol açar. Tekrar olsun, emperyalizme karşı durmadan, sosyalist, anti-emperyalist bölgesel güçlerle işbirliği içine girmeden Kürt siyaseti adına hiç bir ilerici sonuç alınamaz.

Rusya’nın müdahalesi sonrasında, beklendiği gibi, kimi bölge ülkelerinde bir dizi terör eylemlerine tanık olundu. Bunların hepsi yeni oluşan konjonktürün etkileri olarak görülmek gerekir. Planlayanları, elde edilmek istenen sonuçları farklı olabilir. Ancak tek bir gerçekliğin, değişen konjonktürün doğurduğu tepkiler olduklarını söylemek mümkündür. Bununla beraber, söz konusu eylemlerin en spektaküler olan ikisine, Ankara patlamasına ve Paris saldırılarına bakıldığı vakit, bunların sofistike değil, tersine oldukça basit ve ilkel (Zor, büyük hedefler değil, savunmasız, rastgele hedefler seçiyorlar. Tam da “kör terör” denilen tarzda eylemler yapıyorlar. Genellikle kalabalık ortamlarda önlem alınması güç intihar bombacıları kullanıyorlar), bununla beraber gayet organize eylemler olduklarını, gelişmiş istihbarat birimlerinin işbirliği, ilgili devletlerdeki belli başlı güvenlik  kurumlarının katkıları olmaksızın yapılabilmesinin mümkün  olmadığını kabul etmek gerekiyor (4). Açık konuşmak gerekirse, Paris’teki gibi bir saldırıdan MI6’nın, CIA’nin, MOSSAD’ın, DGSE’nin hatta MİT’in, en azından bunlar içinde yer alan belli fraksiyonların haberinin olmaması kabil değildir.

Fransa’daki son saldırılarla bu ülkeye bir “mesaj” verilmek istenmiştir. Burası açık. Ancak bu mesajın içeriği konusunda emin olmak zor. Bir kere IŞİD’in askeri olarak çökmekte olduğu anlaşılıyor. Sincar’ın düşmesi, Musul ve Rakka bağlantısını kopartacaktır. Rakka IŞİD’in çok önemli bir karargahıdır. Suriye ordusunun Halep’te ilerlemesi, Türkiye’den gelmekte olan vazgeçilemez lojistik desteğin tehlikeye düşmesi anlamına da geliyor. Yani örgütte bir panik olduğunu tahmin etmek zor değildir. Fransa’nın kuzeydeki Kürtlere desteğini arttırması da IŞİD’i rahatsız etmiş olmalıdır. Muhtemelen Fransa ve Türkiye gibi ülkelerin kendilerini sattıklarını düşünüyorlardır. Haklı olarak, en önemli destekçileri Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sürdürebilmesi için Haziran ve Kasım seçimleri öncesi vermiş oldukları desteğin karşılığını  almak istiyorlar. Türkiye’de IŞİD saldırılarının artması beklenmelidir.

Paris saldırısının  başka bir açıklamasını, olayın iki önemli toplantı, Viyana ve Antalya buluşmalarının hemen öncesinde cereyan etmiş olması etrafında  kurgulamak da mümkün. Saldırıdan sonra Viyana’dan kimsenin öngörmediği kadar hızlı bir sonuç çıkartılmıştır. Bu arada, Fransa’nın, daha önce, Sarkozy zamanında Libya’nın bombalanmasında  olduğu gibi, kendi başına hareket etmesinin önüne geçilmek istendiğini de düşünebiliriz. Veyahut, daha genelleştirilmiş bir iddia olarak, Fransa’nın yeni konjonktürde Anglo-Amerikanların beklentilerine aykırı bir şekilde hareket ettiği söylenebilir. Bunu,  ayak direme veya kendi başına racon kesme alt başlıkları altında düşünmek de mümkündür. Bu tür akıl yürütmelerin meşru olmadığını iddia edemeyiz.

Net olarak görülen şey, emperyalist bloğa mensup ülkelerin el birliğiyle yıllarca eğitip, donatıp besledikleri teröristlerin artık onları da vurmaya başlamış olduklarıdır. Ve bunun arkası gelecektir.

NOTLAR

1) Rusya’nın diplomatik önerileri gerçekçidir. Suriye sorununun çözümü  basitçe, “kabul edilebilir bir seçim” ile sona erecek bir “geçiş süreci” ne indirgenemez. Böyle bir seçimin şartlarının var olup olmadığına dair itirazlar bitmek bilmeyecektir. Emperyalistler kendi lehlerine bir sonuç çıkması için her türlü manipülasyona başvuracaklardır. Seçim yapılsa, bu kez istemedikleri bir sonuç çıktığında yine itirazlar yükselecektir. En önemlisi, seçim, ulusal egemen demokratik bir devlet olarak Suriye’nin birliğinin teminatı olarak görülemez. Böyle bir gücü olmayacaktır.

Seçim olmasın mı? Olsun tabii. Ancak öncelikle Suriye sorununun çözümünü bölgesel bir siyasal süreç olarak görmek kaydıyla. “Geçiş süreçleri” diplomasi de bugüne kadar bir işe yaramamıştır. Kalıcı çözüm ancak “siyasal süreç” ten çıkabilir. Suriye sorununu bölgenin demokratikleştirilmesi, gerici, işbirlikçi rejimlerin tasfiyesi, Filistin sorununun çözümü, Irak’ın demokratik, ulusal-egemen bir devlet olarak bütünlüğü, Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümü, İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesi gibi siyasal başlıklardan soyutlayarak düşünmek kabil değildir. Tabii eğer palyatif çözümler,  barışa son verecek bir “barış” peşinde değilsek.

Gelgelelim, Rusya başlangıçtaki diplomatik konumunun arkasında durabilir mi, emin değilim. Çünkü Rusya’da neo-liberallerle, ulusalcıların koalisyon halinde oldukları bir yönetim var. Ulusalcılar, ağırlıklı olarak devletin güvenlik birimlerini; neo-liberaller, ekonomik kurumlarını kontrol ediyorlar. Neo-liberalleri bu koalisyona adeta mahkum eden bir gerçek, Rusya’nın en önemli gelir kaynağının ham petrol ve doğal gaz olmasıdır. Ekonominin ayakta kalması bu stratejik malların fiyatlarının düşük olmamasına bağlıdır. Stratejik malların fiyatlarını kabul edilebilir düzeyde tutmak için de güçlü bir askeriyeye dayanan siyasete ihtiyaç olduğu açıktır.

Rusya ve İran’ın Suriye meselesine bu kadar angaje olmalarının esas nedenleri arasında sadece enerji bölgeleri, enerji kaynakları ile ilgili kayguları yok. Bu iki ülke S.Arabistan’ın OPEC üzerindeki etkisini kırmaya çalışıyorlar. Fiyatların belirlenmesinde S.Arabistan’ın tek başına önemli bir rol oynamasına mani olmak istiyorlar. Amiyane tabirle, bu ülkenin gırtlağını sıkmaları gerektiğini düşünüyorlar. Rusya ve İran’ın bölgedeki etkilerinin artması, S.Arabistan’ın fiyatların belirlenmesindeki etkisinin azalması anlamına gelecektir. Bu şartlarda, S.Arabistan zaten zımnen müttefik olduğu İsrail’e dört elle sarılma ihtiyacı duyacaktır. Siyonizm, selefilik ve Müslüman Kardeşliği, müttefikten öte, varoluşsal bir sorun olarak birbirlerinden ayrılması mümkün olmayan üç siyasal konumdur. Bunlar arasında eşgüdümü sağlayan da birlikte tabi oldukları emperyalist büyük siyasettir.Aklıma gelmişken, siz hiç şimdiye kadar, ABD,S.Arabistan ve İsrail çıkarlarına zarar veren bir IŞİD eylemi duydunuz mu?

2) Fransız emperyalizminin şaşalı geçmişini ihya etme arzusunu Libya’ya saldırı sırasında da görmüştük. Sarkozy, Kaddafi’ yi kollamak adına ondan rüşvet almıştı. Sonra da ilk o vurmuştu. Esad rüşveti değil, dövüşmeyi seçince,  Hollande, S.Arabistan ve Katar gibi ülkelerden rüşvetler  koparttı. Epey bir meblağı cebe indirmiş olduğunu tahmin etmek zor değil.

3) Tekrarlamak gerekirse, jeo-ekonomi-politik tarihsel bir olgudur. Nehir yatağına benzer. Uzun tarihsel dönemler boyunca aynı yatakta akar. Değiştirilmesi, büyük devrimci dönemler, büyük toplumsal alt üst oluşlar, yıkımlar sonrasında mümkün olabiliyor. Yani ha deyince değiştirilemiyor. Belli bir uluslararası bağlam içinde yer alıyor. Oradan, istediğiniz vakit,  “size doyum olmaz, haydi bana eyvallah” deyip ayrılamıyorsunuz. Mesela, modern Türkiye’nin jeo-politik rotası, öncesinde imparatorluğun dağılmasına ramak kalmış olan Tanzimat devrinde belirlendi. Tanzimat devrinde Türkler uygarlık değiştirdiler desek yeridir. Türkiye o zaman kendisini Batı Avrupa jeo-politiğine bağladı. Hatta bu konumunu konsolide etmek adına, bunun toplumsal, kültürel gereklerini de yerine getirdi. Ya da getirmeye çalıştı diyelim. Osmanlı beklenenden uzun yaşamasını bu sayede temin edebildi. Cumhuriyet de aynı doğrultuda kalmayı öngörmüş olduğu için mümkün olabildi. Ve bu doğrultusunda ısrarlı olduğu için de ömrü 80 yıl sürdü. Avrasyacılar bu gerçeği anlamak istemiyorlar. Türkiye bu Batıcı doğrultuya “Rusya tehdidi” nedeniyle girdi. Yani bir anlamda, siyasal olarak, Tanzimat’tan beri Rusya’yı düşmanlaştırarak, ötekisi yaparak, kendisini tanımladı. Kürt siyaseti de, 1.Dünya Savaşı’ndan itibaren kendisini Türkiye karşısında Batı’nın (Türkiye’ye verilecek ayarlar bakımından) oyuna süreceği bir kart haline getirdi. Böylece daha baştan bağımsızlık olanağını ortadan kaldırmış oldu. Türk ve Kürt siyasetleri batıcıdır. Kısa aralar dışında emperyalizmin işbirlikçisidir.  Bu yüzden bugün Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi bu iki “müttefik” siyaseti rahatsız etmiştir.

4) Rusya’nın müdahalesi sonrasında terör saldırılarına maruz kalacağı biliniyordu. Sina Yarımadası üzerinde Rus yolcu uçağının düşürülmesi (Rusya hâlâ düşürülmemiş olduğunu iddia ediyor) önemli bir olaydır. Şimdi bu uçağın bir füzeyle vurulmamış olduğu açıktır. Aksi halde uçağın kalıntılarının bulunduğu yerde TNT izleri olurdu. Bu izlere rastlanmamış olduğu açıklandı. Bu Sina bölgesi, İsrail sınırına yakın oluyor. Muhalif Müslüman Kardeşler, İsrail’le sürtüşen aynı soydan Hamas militanları, bir miktar IŞİD militanı bu bölgenin istikrarını, kontrolünü güçleştiriyor. İsrail de bunu istiyor zaten. IŞİD’in füzeyle o yükselikte uçan bir uçağı vurma olanağı yok. Eğer gerçekten füzeyle vurulmuş olsaydı, IŞİD bunu ancak, mesela, İsrail gibi müttefik bir güçten yardım alarak yapabilirdi.

Başka bir şey oldu. Muhtemelen uçağın bilgisayar sistemine müdahale edildi. Mesela, otomatik pilot devre dışı bırakılmış ya da kilitlenmiş olabilir. Bunun için dışarıdan bir müdahale gerekir. Bu da  IŞİD’in bir başına becerebileceği bir iş değil.

Öte yandan, ABD’de bu yolcu uçaklarıyla oynamayı çok sevenlerin olduğunu da biliyoruz. Şimdi aklıma G.Kore uçağının Kamçatka yarımadası üzerinde düşürüldüğü olay geliyor. Sanıyorum 1983 yılıydı. Reagan yönetimi ve Andropov liderliğindeki SSCB yönetimi arasında aksamış füze görüşmeleri yeniden başlatılmak isteniyordu. Soğuk savaşın şiddetli zamanıydı. Amerika SSCB’yi uzlaşmazlıkla  itham ediyordu. Derken söz konusu uçağın Sovyet hava sahası üzerinde Sovyet uçakları tarafından düşürülmüş olduğu açıklandı. Uçak Kamçatka’da Sovyet askeri üslerinin bulunduğu bir sahanın üzerinde yol alırken vurulmuştu. Olay SSCB aleyhinde büyük bir kampanya yapılmasına neden olmuştu. Araştırmalar sonrası G.Kore uçağının rotasının epeyce dışına çıkarak Sovyet topraklarına girmiş olduğu anlaşıldı. Yani rotasını şaşırmıştı. Bir süre sonra G.Kore uçağının kendi rotasında doğru bir şekilde ilerlerken G.Kore’deki Amerikan üslerinden kalkmış iki adet Amerikan savaş jeti tarafından taciz edildiği ve rotasını değiştirmek zorunda bırakıldığı ortaya çıkmıştı. Hatta o savaş uçaklarının görüntüleri gazetelerde çıkmıştı. Olayda 260 civarında yolcu hayatını kaybetmişti.

Bir başka “yolcu uçağı” vak’ası, 1988’de İran-Irak savaşı sırasında, İran’ın Irak’ı dağıtacağı anlaşılınca yaratılmıştı. İran Körfezi’ndeki bir Amerikan savaş gemisinden atılan bir füzeyle Boeing tipi bir İran yolcu uçağı İran hava sahası içindeyken vurulmuş 300’e yakın insan öldürülmüştü. Bu olay, İran’ı barışa ikna etmiş, Saddam rejimi ayakta kalmıştı. Hatta ABD uçağın yanlışlıkla vurulduğunu kabul etmiş olmasına rağmen tazminat ödemeyi o zaman reddetmişti.

Bir başka olay, yakınlarda cerayan etti. Ukrayna üzerinde bir Malezya uçağı düşürülmüş, Rusya ve Ukrayna’nın doğusundaki Lugansk ve Donetsk yönetimleri sorumlu gösterilmek istenmişti. Uçağın Kiev yönetimi tarafından düşürülmüş olduğuna şüphe yok. Zaten olayın üzerinin örtülmeye çalışılması da bu kuşkuyu arttırıyor.

Son olarak, ABD’deki 11 Eylül saldırılarında da yolcu uçaklarının kullanılmış olduğunu hatırlatmak isterim.

Suriye’de yenilgiyi kabul edemeyen Fransa’nın sömürgeci hayalleri elinde patladı

Bu karikatürü www.sol.org.tr sitesinden aldım

Önce şunu söylemem lazım: Bugün bu yüzde 50 oyla seçilmiş hükümetin ömrü fazla uzun olmayacak. Suriye’de yenilgiyi kabul etmek istemeyenler tasfiye olacaklar. Daha önce bir kaç kez söylemiştim.  Yalnız bu kez “beklenenden dahi kısa olacak” kaydını da düşmek isterim. Türkiye, Fransa ve S.Arabistan, Suriye sorununda gerçeklikten kopmuş  haldeler. Yeni konjonktüre direniyorlar. Bu üç ülkenin Suriye ile ilgili aralarında yapmış oldukları gizli antlaşmalar var. Antlaşmaların içeriği gizli olabilir ama antlaşmaların varlığı sır değil. Bu üç ülkenin daha fazla direnmeleri, daha fazla batağa saplanmaları anlamına gelecektir. Bugün, mesela,  Kürt bölgelerindeki çatışmaları bu yeni konjonktürden ayrı düşünemeyiz.

Şimdi, Antalya’da bir zirve var. Bu zirve 19yy ve 20 yy’daki emperyalist paylaşım tartışmalarının yapıldığı zirvelere benziyor. Herhalde 21 yy’ın ilk önemli zirvesi olacaktır. Elbette barış ve istikrar adına kalıcı bir sonuç çıkması beklenmemelidir. Geçmişte bu tür zirveler ya büyük savaşlar öncesinde ya da sonrasında yapılırdı. Her defasında, çözüm olarak sunulanın aslında daha büyük belaların habercisi olduğu görülürdü.

Anglo-Amerikan hegemonyası sönüyor. Tarihte hiç bir hegemonik güç yerini başka bir güce veya güçlere barış içinde terk etmiyor. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmek yolunda dev adımlar attığı 16 yy’dan beri durum böyle. Son büyük savaş, 2.D.Savaşı nükleer bir savaştı. Bu savaşın sonuna doğru ABD, yükselen hegemonik güç olduğunu atom bombalarıyla ilan etmişti. Bu konuya da daha önceki yazılarımda bir çok kez değinmiş olduğum için geçiyorum.

Yine geçerken, modern siyasal tarihte, bu tür emperyal paylaşım mücadelelerinin kızıştığı devirlerde, “barış görüşmeleri” öncesinde ve sonrasında sansasyonel terör olaylarının görüldüğünü hatta yoğunlaştığına tanık olunduğunu bir kez daha belirtmek isterim.

Neden Fransa? Fransız sömürgeciliği 1830 yılında Cezayir’in işgaliyle başladı. Bu işgalin hemen sonrasında Fransa’da devrim oldu, Bourbon ailesine mensup Kral 10.Charles’ın yerine Orleans hanedanına mensup akrabası Louis -Philippe kral oldu. Bir devrimdi, çünkü burjuvazi ve özellikle de onun finans fraksiyonu, küçük burjuvazinin ve kısmen de proleterlerin desteğiyle iktidarı kesin olarak almıştı. Bütün bu toplumsal alt üst oluş, Fransız Devrimi sonrası girilen birbirini izleyen uzun Restorasyon dönemleri içinde cereyan etmişti. Louis -Philippe cumhuriyeti değil ama meşruti monarişiyi tesis etmişti.

Bu devrim/restorasyon devri modern Fransız tarihinde toplumsal alt üst oluşların, devrimci mücadelelerin  en şiddetli ve süreğen şekilde yaşanmış olduğu bir devirdir. Bugün dahi her devrimcinin çalışması gereken öğretici bir dönemdir. Farklı siyasal görünümler altında kesintili olarak 1871’e kadar aşağı yukarı yetmiş küsur yıl sürmüştür.

Fransız sömürgecilik tarihinde “Cezayir sorunu” yakın zamanlara kadar farklı kombinasyonlar, görünümler altında çok önemli bir yer tutmuştur. En çok da, “ezilen halkların kurtarılması” şiarı altında savunulmuş, meşrulaştırılmak istenmiştir. Bu meşrulaştırma girişiminde “özgürlükçü sol” her zaman eşsiz hizmetler vermiştir.

Bu çerçevede, Komün’ün önde gelen düşmanlarından, baş kasaplarından birisi olan, “solcu”, “liberal”, “cumhuriyetçi”, “laik” gibi sanlar yakıştırılan ( Komün bastırıldıktan sonra hemen Paris Belediye Başkanı yapılmıştı) Jules Ferry’i (1832-1893) hatırlayalım. Neden onu şimdi hatırlıyoruz? Fransa cumhurbaşkanı Hollande yüzünden. Bu yakınlarda Fransa’nın “sosyalist” cumhurbaşkanı Jules Ferry’den övgüyle bahsetmiş, saygılarını sunmuştu.

Her zaman Fransa’nın sömürgelerini genişletmesini savunmuş “solcu” Jules Ferry, 1871’de Alsace Almanlara kaybedildikten sonra ” şimdi Fransa’nın Alsace’ın yerini dolduracak yeni sömürgelere ihtiyacı var” diyerek, Afrika ve Çin-Hindi’ni işaret etmiş, biraz sonra da etkileri ta Vietnam savaşına kadar sürecek meşhur “Tonkin provokasyonu” nu tezgahlamıştı.

Bugünkü şartlara bakarak, “Hollande niçin böyle bir şey yapma ihtiyacı duymuş olabilir” diye uzun uzun düşünmeye gerek var mı?

Zamanı biraz geriye alalım. 2010 yılında, Fransa ve İngiltere, Lancaster House Agreement denilen ( Daha önce, 60’lı yıllarda yapılmış,  Afrika’da “Rodezya sorunu” etrafında, yani yine bir sömürgeci bağlamı bulunan aynı taşıyan antlaşmayla karıştırılmamalıdır) bir “işbirliği, savunma ve güvenlik” antlaşması imzaladılar.  Yeni bir tür Sykes-Picot da denebilir. Bu emperyalist antlaşmayla, Fransa ve İngiltere, Amerika’nın BOP operasyonlarına doğrudan ve etkin bir şekilde dahil olacaklardı. Antlaşmanın bir çok maddesi gizli tutulmuştur. Antlaşmayla, Orta Doğu’da despotik, anti-demokratik rejimlerin tasfiyesi hızlandırılacak, “demokratik, hümaniter” rejimlerin kurulması sağlanacaktı. “Arap baharı”, ABD’nin “renkli devrimler” inden esinlenilerek  ilk kez bu toplantıda kararlaştırılmıştır. Buna göre, önce Libya ve Suriye eş zamanlı olarak Fransız ve İngiliz uçakları tarafından etkili bir şekilde bombalanacaktı. Sonra El Kaide ve türevi cihatçı lejyonerler karadan devreye sokulacaktı. Fransa adına bu antlaşmanın baş mimarı olarak görülebilecek kişi, “neo-con” A. Juppe idi.

Gelgelelim Fransa, bir uyanıklık yaparak, “ilk darbeyi vuran malı götürür” mantığıyla İngiltere’yi ekip, kararlaştırılan tarihten  iki gün önce Libya’yı bombalamaya başladı. Tabii ABD ve özellikle İngiltere çok kızdılar. Fransa’yı protesto ettiler. Yalnız bıraktılar. Bu yüzden Suriye’nin bombalanmasından o zaman vazgeçilmişti. Fransa’da bu işi yapan Sarkozy’nin  başına gelenleri de biliyoruz. Sonuç olarak Libya, Fransa adına tam bir hayal kırıklığı oldu.

Ancak bu kez Hollande yönetimi Suriye’de işleri sıkı tutmaya karar verdi. Bir yandan Fransa içinde ve dışında “ilerici, liberal, demokrat” güçler kullanılarak, hedef alınan veya sömürgeleştirilecek olan ülkelere karşı hep yapıldığı gibi, bir kez daha, ideolojik, dezenformasyon kampanyası başlatıldı. Bu çerçevede,   “Diktatör, Suriye halklarının kasabı zalim Esad” muhabbeti başlatıldı.( Bir örnek olması adına,  o malum koronun bizdeki acentalarının aslında hep aynı, bilindik şablona göre kurgulanmış olan yazıları  için BirGün Gazetesi kolleksiyonlarını önerebilirim).

Fransa, bu kez İngiltere ve ABD’nin bilgisi ve desteği dahilinde, Ürdün’de, kısaca ÖSO olarak tanınacak örgütü kurdu. Bunu yaparken Türkiye’den lojistik destek aldı. Bu lejyoner sömürgeci örgütün savaşçıları yine El Kaide havuzundan devşirildi. Büyük çoğunluğu, ABD ve Türkiye marifetiyle Libya’dan taşındı. Bu trafiği yöneten Libya’daki ABD büyük elçisi, nakil işlemlerindeki aksaklıkları gidermek için Türk büyük elçiyle görüştükten bir gün sonra muhtemelen cihatçılar arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle öldürülmüştü.

ÖSO’nun ilk komutanı Suriyeli Riyad El Esad oldu. Suriye’deki meşru yönetimin başında bulunan Esad ve ailesiyle hiç bir yakınlığı bulunmayan bu zat, sanki Esad yönetiminin ve Esad ailesinin bir parçasıymış, ve o dahi başkaldırıyormuş gibi sunulmuştu. Emperyalist savaşların sadece askeri bir boyutu olmuyor tabii. Enformatik bir boyutu da oluyor.  Bu komutan müsveddesi muhtemelen ismi yüzünden tercih edilmiştir. Ha bir de, bu örgütün bayrağı var. O da Fransa tarafından tespit edilmişti: Suriye’deki eski Fransız sömürgeci yönetiminin bayrağı. Örgüt, başkenti Humus olan “özgür Suriye Cumhuriyeti” kurmak amacında olduğunu belirtiyordu. Neden Humus? Humus, eski sömürgeci Fransız yönetiminin de başkentiydi. Emperyalizm yanlısı işbirlikçi sünni Arapların kalesi olarak görülüyordu.

Fransa, bu örgütteki cihatçıların “ılımlı islamcı” olduklarını söylüyor, örgütü doğrudan kendi genelkurmayının kontrolüne alıyordu. Biraz daha sonra ÖSO 3000 savaşçısıyla Humus’a saldırdı. Bu “ılımlılar”ın ele geçirdikleri yerlerde eşcinselleri binaların balkonlarından spektaküler bir şekilde aşağıya attıkları görüntüleri izlemiştik. Yine bu “ılımlılar”ın Şeriat Mahkemeleri kurarak, Esad yanlısı veya Alevi oldukları için 150 kişiyi ölüm cezasına çarptırdıklarını, bunları boğazlarını keserek öldürdüklerini, görüntülerini internetten yayınlamış olduklarını hatırlıyoruz.

ÖSO’nun Suriye içlerinde ilerlemesi, Suriye ordusu karşısında mevziler kazanmış olması, Fransızların temin ettikleri gelişmiş anti-tank füzelerle mümkün olmuştu. O sıralarda herhalde Fransız halkının kahir ekseriyetini temsil eden ahali televizyonları başında bu başarıları şanlı geçmişin yeniden ihyasının somut bir tezahürü olarak huşu içinde izlemekteydi.

Tam bu sıralardaydı, eski Fransız cumhurbaşkanı, sağcı Valery Giscard D’Estaing sahne alarak Birleşmiş Milletler’in Suriye’yi tekrar Fransız Manda Yönetimi’ne vermesini talep etmişti.  Meşhur Sykes-Picot antlaşmasının Fransız mimarı G.Picot’nun, Valery G. D’Estaing’in  büyük kuzeni olduğunu da hatırlatayım.

Bilindiği gibi, 2.D.Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği öncülüğündeki  sosyalist dünyanın BM’de artan ağırlığı dolayısıyla BM artık bu tür sömürgeci kararlar alamaz olmuştu.

Yeri gelmişken, şu “manda yönetimi” kavramı hakkında da bir kaç şey söyleyeyim. ABD ve Britanya devleti arasında emperyalist rekabet hız kazanınca, kökleri ta Monroe doktrininde bulunan (Bu doktrin, Amerika Başkanı Monroe’nun 1823’te Meclis’te duyurduğu, Britanya’nın Amerika kıtalarında sömürgeleştirme faaliyetlerine izin verilemeyeceğini dair yeni Amerikan dış politikasının en önemli ilkesini içerir. Aslında böylece ABD söz konusu kıtaların kendi emperyalist planlarının arka bahçesi olduğunu ilan etmiş oluyordu. Britanya’ya “buralar bana ait sana yedirmem” demek istiyordu) esasını “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesinin oluşturduğu Wilson Doktrini’ni  dış politikasının merkezine koymuştu. ABD’nin izolasyonist dış politikayı terk edip Avrupa’ya açılmasının  siyasal ve ideolojik bir aracı olarak görülmesi gereken bir doktrindir.

Kabına sığmayan Amerikan kapitalizmi, Britanya’nın geleneksel sömürgecilik anlayışı yerine “yeni-sömürgeci” bir anlayışı öne çıkartıyordu. Bu çerçevede, “sömürge” yerine “manda” kavramı kullanılıyordu. Mandacılık anlayışı, hedef ülkelerde entelektüel işbirlikçiler bulmayı kolaylaştırıyor, sömürgeciliği bu yeni ambalajı içinde meşrulaştırmak kolaylaşıyordu. Aynı zamanda, hedef ülkelerin egemenleri, bürokratları için daha kabul edilebilir bir siyasal çerçeve öneriyordu (1)

Devam edelim. 1.Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı devleti dağılınca Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Mekke ve Medine’de İngiltere’nin (meşhur Lawrence’ın oynadığı rolü hatırlayalım) telkiniyle bağımsızlık ilan etmişti. Daha sonra 1918’de, emperyalistlerin desteği altında Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal Şam’da geçici bir Arap hükümeti kurmuştu. Suriye’deki durum Wilson prensiplerinin uygulanabilmesi bakımından uygundu. “Manda” olmak talebi vardı. Ancak çok geçmeden bu işbirlikçi geçici hükümete karşı Suriye halkları ayaklandılar. Faysal, Fransa’dan yardım istedi. Fransa “manda” yönetimi görünümünde Suriye’yi kolonileştirdi. Başkent Sünnilerin ağırlıklı olduğu Humus’a taşındı. Yeni bir sömürge bayrağı yapıldı. Buna göre bayrak üzerinde yer alan üç renkten yeşil, Şii Fatımi geçmişi; beyaz, Emevi geçmişi; siyah, Abbasi geçmişi temsil ediyordu. Üç yıldız ise Alevi, Dürzi ve Hıristiyan azınlıkları temsil ediyordu.

Fransa daha sonra Suriye’ye ait olan Lübnan’ı Suriye’den ayırdı. Lübnan’da Maruni katoliklerin denetiminde bir devlet kurmak istiyordu. Ortodoks hıristiyanları bastırmadan bunu başaramazdı.  Bu yeni devlet, kendisi için en büyük tehditi daha çok Suriye’nin kuzeyinde yoğunlaşmış Ortodoks hristiyanlar ve onlarla siyasal işbirliğine yatkın Aleviler olarak tanımlıyordu. Aleviler henüz siyasal olarak örgütlü değildi. Yeni manda yönetimi sürekli olarak bu bölgeye askeri saldırılar düzenliyordu. Kesin bir netice alınamıyordu. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyinde kontrolü sağlamak sömürgeci Fransız yönetimine  pahalıya mal oluyordu. Söz konusu Ortodoks hıristiyan ve Alevi muhaliflerin yoğunlaştığı kent Antakya idi (Aleviler henüz siyasal manada bir bütünlük göstermiyorlardı)

Fransa’da, Fransız sömürgeci siyasetinin “sol” temsilcilerinden, Jules Ferry’nin prototipi olduğu siyasal figürlerden birisi olan “sosyalist” Leon Blum başkanlığında Halk Cephesi hükümeti kuruldu. Halk Cephesi bütün sömürgeleri azad edeceğini vaat etmiş, ama bekleneceği gibi, hükümet olur olmaz bu vaadini unutmuştu. Avrupa’da bağımsız ülkelerin Alman ve Fransız emperyalistleri tarafından Nazilere  peşkeş çekildiği günlerde, Suriye’nin kuzeyindeki baş ağrısından bunalmış Halk Cephesi de Antakya’yı yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne sorunsuz bir şekilde (hatta seve seve) peşkeş çekiyordu (1939). Fransız ve Suriye egemenleri, Lübnanlı katolikler bölgedeki Ortodoks hıristiyan ve Alevi halktan nefret ediyorlardı. Fransa özellikle bölgenin geleceğiyle ilgili Katolik projeleri dolayısıyla Ortodoks hıristiyanların tasfiyesine büyük önem veriyordu. Leon Blum, Antakya’nın Türklere verilmesiyle bu Ortodoksların çok geçmeden milliyetçi kemalistler  tarafından yok edileceğini gayet iyi biliyordu. Nitekim, öyle de oldu.

2.D.Savaşı sonrasında Suriye’nin bağımsızlık talebine Fransa, ağır bir bombardıman ve katliamlarla yanıt verdi. Ülkedeki halklar, dinsel gruplar birbirlerine karşı kışkırtıldı. Fransa o kadar gözünü karartmıştı ki,  bağımsızlık kararı alan Suriye parlamentosunu dahi bombalamıştı. Suriye devleti SSCB’nin desteğini de alarak bağımsızlığını almış, yine SSCB’nin desteği sayesinde bu bağımsızlığını konsolide etmeyi başarmıştı.

NOTLAR:

1) “Wilson doktrini” nin sömürge ve yarı-sömürgelerde aydınları nasıl cezbetmiş olduğuna dair bizden iyi bir örnek Halide Edip hanımdır. Halide Edip hanım, daha 13-15 yaşlarında iken, Osmanlı topraklarında mebzul miktarda açılmış bulunan emperyalist -misyoner okullarından birisi olan Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde yatılı olarak kaydedilmiş, orada “sister”lar gözetiminde iflah olmaz bir Amerikancı olarak yetiştirilmişti (Demek ki, bir cumhuriyet için olmazsa olmaz olan Öğretim Birliği ilkesini sadece İmam Hatip Okulları değil, bu Yabancı Okullar da ihlal ediyorlar).  Halide Edip, İstanbul’un işgali sırasında yurdun bir çok yerinde işgale karşı mitingler tertip edilmesinde önayak olmuştu.

Ancak işgalci güçler arasında bulunan Amerika’nın adını bu güçler arasında saymıyor, ona toz kondurmuyordu. Ona göre işgalciler, Fransızlar, İngilizler ve İtalyanlardı. Oysa Amerika da işgal güçlerine asker vermişti. İstanbul’da bağımsız karargahları bulunuyordu. Halide Edip, ABD işgalci güçlerinin komutanlarıyla dostane ilişkiler içindeydi. Zaman zaman bir araya geliyorlardı. Mitingleri bu koşullarda gerçekleştirmişti. Halide hanım aslında liberal bir illüzyona maruz kalmıştı. Bir Amerikalı liberal olarak düşünüyordu. İngilizce düşünüp, Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Halide hanım profesyonel bir siyasetçi değildi. Kafası netleşmiş bir entelektüel de değildi. En önemlisi, bugünkü liberaller gibi “uşak” değildi.

Halide hanımda illüzyon olan, istisna olan bu yeni vak’alarda gerçeğin kendisidir, kuraldır. Halide hanım samimi bir şekilde doğruyu arıyordu. Bu şimdiki kaşarlar çoktan bulmuş oldukları “doğru”yu arsızca savunuyorlardı. Halide hanım cesurdu. İşbirlikçi değildi. Dönek olmamıştı. Şimdikiler  ödlek, dönek ve işbirlikçidir.

Bilindiği gibi, Halide Edip daha sonra Kurtuluş Savaşı’na da katılmış, yiğitçe mücadele etmiş, ama bu Amerikancı liberal illüzyonun etkisini kırmayı başaramamıştı. Çok geçmeden, zaten sürekli gerilim halinde bulunduğu kemalist liderlikle çatışmaya başlamıştı. Liberal kafa yapısıyla devrimi anlayamıyordu. Bütün bu dönemi boyunca Halide Edip’in  tutarlı entelektüel bir çizgisi olmuş, bundan taviz vermemiştir. Halide Edip şimdiki liberaller gibi satılmamış, satın alınmamıştı. İllüzyon da olsa, inandıklarını dürüstçe savunmuştu.

CHP yola gelir mi?

Seçimler bitti, düzen muhalefeti bir kez daha kaybetti. Daha doğrusu yine kendisinden beklenen misyonu yerine getirdi. Bilindik koro gecikmeden devreye girdi : “Bu CHP ile olmaz”. ” Kemal abi bırak artık ! “.

Hatırlarsanız, AKP rejiminin önünü açmak adına misyonunu yerine getirmiş olan ve siyasal son kullanma tarihi dolduktan sonra  düzen güçleri tarafından alaşağı edilmiş Baykal devrinde de, her seçim yenilgisi sonrasında aynı çağrı yapılır, “Deniz bey, Önder abi bırakın artık, lüfen ya!” denilirdi.

Yani sadece CHP, onun seçmeni istikrar örneği sergilemiyorlar, onu düzen adına içeriden eleştirenlerin de istikrar abidesi gibi durduklarını belirtmek gerekiyor. Dün Baykal’ın gidişine, Kılıçdaroğlu’nun gelişine sevinenler, bugün “biz bu Kılıçdaroğlu’ndan bıktık, bununla olmuyor” diyorlar. Ne diyelim,  adam beğendiremiyoruz, adam dayandıramıyoruz. Ne koltukmuş!

Kılıçdaroğlu da misyonunu bir hakkın yerine getirmiş, selefinin açtığı yolda, AKP rejiminin konsolide edilmesi adına elinden geleni ardına koymamıştır.

Kılıçdaroğlu siyasal kariyerinin en güçlü çıkışını 17 Aralık sonrasında yapmıştır. 17 Aralık Gülen-Erdoğan koalisyonunun sona erdiği tarihtir. Hatırlayalım,  koalisyonun bu iki bileşeni arasında kıran kırana bir mücadele başlamış, Kılıçdaroğlu, Cemaat kanadı adına, ancak görevli bir Cemaat “imamı” dan beklenebilecek bir irade, şevk ve fedakarlıkla savaşmış, son seçime kadar bu uğurda elinden geleni yapmıştı. Daha ne yapabilirdi ki, Cemaat’e hiç bir zaman sahip olmadığı “nevi şahsına münhasır”  devasa bir seçmen kitlesi  yaratacak hali yoktu ya! Lütfen gerçekçi olalım, haksızlık etmeyelim!

Mesela, “derin” devlet güçleri tarafından  Ankara patlatıldığında, yani kendi partisine mensup yöneticilerin dahi hayatlarını kaybetmiş oldukları bir saldırıdan sonra bir hışımla, kendisini fiilen başbakan ilan etmiş Davutoğlu’na koşarak, “bu ne, siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz, siz nasıl Cemaat TV kanallarını ‘Kablolu TV’ ve benzeri servis sağlayıcılarından çıkartırsınız, bunu nasıl yaparsınız, bu anti-demokratik bir uygulamadır” mealinde şikayette bulunmuştu. Huzura çıkarken “fiili başbakan” Davutoğlu’na, birazcık da olsa, rayından çıkarak, “yav, bu seçim sonuçlarıyla sen nasıl başbakan olursun” sorusunu sormasını zaten bekleyen yoktu.

Yine de hakkını yemeyelim, CHP, HDP’ ye nazaran, sevilen bir tabirle,  süreci daha iyi yönetmişti. Yani en azından hükümete bakan vererek dahil olmamış olduğunun farkındaydı. Mesela hiç bir üyesi (bildiğim kadarıyla), partisinden bakanların hükümette bulunduğu halde, HDP’li bir vekilin yapmış olduğu gibi, “nerede bu devlet, nerede bu hükümet!” nidalarıyla parlamentoyu inletmemişti.

Hükümet kanadı TV kanallarına getirdiği yasakla da yetinmemiş, biraz sonra bu kanallara kayyumlar marifetiyle el koymuştu. Doğal şartlı refleks kuralları gereği, kelimenin tabiiliği anlamında,  “doğal lider” Kemal beyin bir şeyler yapması gerekiyordu. Hemen milletvekillerini el konulan kanalların önüne “gaz yeme” şovuna gönderdi. Yine “demokrasi” çağrıları falan…  Adam daha ne yapsın ? Hülasa, Kemal bey, seçimler marifetiyle değil, Cemaat kaybedince kaybetti. Bunu görmek lazım. Seçim sonuçlarıyla bu hal ilan edilmiş oldu. Zaten her seçimin temel işlevi de “malumun ilanı” değil midir?

Şimdi hayal kırıklığı içindeki “CHP eleştirmenleri korosu” tekrar sahne aldı: “Bize yeni bir yüz lazım”, “partimizi “neocular”dan kurtaralım, Atatürk’ün koltuğuna onun adına yaraşır birini oturtalım”. “Bize Kemalist CHP lazım, daha azıyla yetinemeyiz”. Hatta hızını alamayan gözünü iyice karartmış Kemalist CHP tayfası, “Karl Marks da zaten Kemalistti, sorun solun bu gerçeği bugüne kadar görememiş olmasıyla da alakalıdır” diyebildiler.   “Zaten konjonktür de müsait, görmüyor musunuz, İngiltere, Yunanistan, Portekiz ellerinde falan bisiklete binen, blucin giyen adamlar seçim zaferleri kazandılar, hatta Amerika’da bile bir sosyalist adayın eli kulağında” (1), “ne bekliyoruz hâlâ”, gelsin bilmem kaçıncı kurultay, Kur’an da zafer vaat ediyor Hazreti Yezdan!

Bir önceki yazımda, seçim sonuçlarının beni 8 Haziran’daki kadar demoralize etmediğini söylerken, can sıkıcı, artık tahammül sınırlarımı zorlayan bu  CHP tartışmalarının başlayacağını tahmin ediyordum. Yav, 8 Haziran’daki gibi bir sonuç çıksaydı, somut siyasal durum çok mu farklı olacaktı? Zaten damardan bir koalisyon mevcut değil mi? Sahte umutların peşinden sürüklenecek, sokakların, muhalif güçlerin kafası tamamen karışacak, zaman kaybedecektik.

Oysa bizim netleşmeye, zamanı çok iyi kullanmaya ihtiyacımız var. Bu seçim sonucunun en hayırlı sonucu bu netleşmenin nesnel şartlarını, bu kez tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde, yani bu kez, en vasatların bile anlayabileceği şekilde ortaya koymuş olmasıdır. Düzen duvara dayanmıştır. Ya bön bön seyredeceğiz, ya onu dayandığı duvarla bilikte yıkıp geçeceğiz. Ben netleşmeden bunu anlıyorum. Sadece AKP hükümeti, Tayyip değil, bütün bileşenleriyle, CHP’si, HDP’si, MHP’siyle birlikte düzen duvara dayanmıştır. Onları dayandıkları duvarla birlikte  yıkmayı göze alamayanlar, yıkılacaklar.

Bunlar, gidecek yeri, hareket alanı olmayanların can havliyle saldırılarını arttıracaklar. Yaprak kımıldasa ağacı yakmaya kalkışacaklar. Durum benim için bu kadar nettir.

NOTLAR:

1) Bir süre önce Demokrat Parti başkan adaylarından Bernie Sanders’ın diğer aday Hilary Clinton’la TV’de tartışmasını izledim.  Bernie’nin bir “tavşan” olabileceğini düşündüm. Hani uzun mesafe koşucularının tempolarını ayarlamak için önlerinde “tavşan” denilen bir başka atleti koştururlar. O anlamda tavşan. Adama sanki Hilary’nin önünü açma işlevi yüklenmiş. Şahsen bu tür “sol” figürlerin ne kadar sol olduğunu anlamak için bir tür “sol ölçer” bir aygıttan vazgeçemiyorum. Hemen “New Left”, “Radikal Demokrat”, “post-marksist” sitelere başvuruyorum. Bernie o alemde, henüz Çipras ve Corbyn kıskandıracak kadar olmasa da,  hayli popüler. Bilginiz olsun!

İlk sonuçlar üzerinden erken bir yazı

Daha önce, AKP 400 vekil çıkartsa bile hareket alanının kalmamış olduğunu,  ülkeyi yönetmesinin mümkün olamayacağını söylemiştim. Bugün de aynı yerdeyim. Seçmenlerin neden böyle davranmış oldukları üzerinde akıl yürütmenin artık bir manasının olmadığını düşünüyorum. Bu partilerle her seçimde oyların geçişli olacağı açıktır. HDP ve MHP’nin kayıpları AKP hanesine yazılmış, CHP ise olduğu yerde istikrarlı şekilde saymaya devam etmiştir.

Kimbilir, belki de bizim yapamadığımızı, muhalefetin yapamadığını  AKP’nin  meşhur “yüzde elli” si bu seçimlerdeki davranışıyla yapmıştır. AKP rejimini duvara doğru güçlü bir şekilde itmiştir. Göreceğiz.

Bir çok kez, bu “barış süreci” tuzağına düştükten sonra PKK’nin artık silahlı mücadele yürütemeyeceğini, aksi halde bunun Kürt halkının geniş bir kesimi tarafından  dahi meşru görülemeyeceğini belirtmiştim. Seçimler öncesinde, PKK, bir kez daha AKP’nin tuzağına düştü. Şiddetten sonuç alacağını sandı. HDP’yi geriletti. HDP’ye yakın görünmek isteyen CHP de beklediği bir kaç puanlık çıkışı dahi yapamadı.Kürt siyaseti ve onun paçalarına tutunmuş “iktidarsız” Türkiye solcusu bu sonuçlardaki sorumluluklarını görmek zorundadırlar.

Ülkedeki “milliyetçi iklim” den müşteki olanların,  “kör kör gözüm parmağına” anlayışıyla, üstelik kendisini dahi kontrol etmesinin olanaklı olmadığı bir “kurtlar coğrafyası” nda, sürdürdüğü silahlı mücadeleden gayri siyasal ufku olmayan PKK’nin konumunu sorgulamaları gerekmiyor mu? Daha PKK’yi ikna edemediğiniz barışa, şiddete bel bağlamış AKP’yi nasıl ikna edecektiniz? “Barış Yürüyüşü” kimi ikna etmek içindi? Bunları açıkça ve cesaretle tartışmamız lazım. Sorgusuz bir itaatle bir kaç on yıldan beri PKK’nin kanatları altında siyaset yapmak, Türkiye devrimci sosyalistlerine, ilericilerine siyaseten ne kazandırdı? Şimdi  veri almamız ama değiştirmemiz gerektiğini söylediğiniz “milliyetçi ve muhafazakar iklim” i nasıl değiştireceksiniz? Saidi Nursi muhabbeti yaparak mı?

Bu Kürt önderliği siyaseten kifayetsizdir. Bu kifayetsizliği sadece onun üzerinde yükseldiği toplumsal koşullarla izah etmek doğru olmaz. En önemli neden,  özel ulusal gündemini siyasallaştırma şeklidir. Bu gündemini liberal ideolojinin etkisi altında, etnik kimlik sorunu şekline sokmuş olmasıdır. Buradan bir Türkiye partisi, sosyalist siyaset çıkmaz. Sırtını Türkiye’ye dönmek çıkar. Bundizm çıkar. Bunu görmek lazım. Haziran’dan Kasım’a geçen zamanı dürüstçe analiz etmek lazım.

Kişisel tavrım bu seçimlerin de protesto edilmesi yönündeydi . AKP rejimine muhalif kitlenin parlamentodan bir beklenti içinde olmaması için çalışmak lazımdı. Daha büyük ve daha örgütlü bir Haziran için (BHH’yi kast etmiyorum) çalışmak lazımdı. AKP’nin “milli irade” oyuncağının peşinde koşmamak gerekirdi. “Milli irade” ve oluşturduğu parlamento bir kez daha ama bu kez çok daha ağır iç ve dış şartlarda ekonomik-politik istikrarsızlığı derinleştirmiştir. Amiyane tabirle, top artık -daha oluşmadan- parlamentonun ayağından çıkmış oluyor. Siyasal tarihte örnekleri vardır,  istikrar derdine düşerek oy verenler, daha derin ve süreğen bir istikrarsızlığa davetiye çıkartabiliyorlar.

Şimdi iş artık sokakta çözülecek. AKP’nin dayandığı duvarın ötesinde sokaklar var. Bu yola daha önce başvurulabilirdi, ancak HDP, ona yüklenen “sol” anlam,  ve ona tutunanlar, 2013 Haziran’ının geriletilmesinde oynadıkları rolün bir devamı olarak görülebilecek rollere soyundukları için olmadı. “Bayrak Mitingleri” sırasında da, sonradan HDP’yi destekleyecek,  liberaller benzer bir işlev görmüşlerdi.

Kesinlikle moralsiz ve umutsuz değilim. Eğer 7 Haziran’daki gibi bir sonuç çıkmış olsaydı, moral olarak şimdi olduğumdan daha kötü hissederdim. Koalisyonlar bize zaman kaybettirirdi. Karışık, daha da karışmaya teşne kafaları daha fazla karıştırır. İlerici kitleler için sapla samanı ayırmak güçleşirdi. Şimdi işleri sıkı tutmak, netleşmek, ayrık otlarını ayıklamak, sıkı bir disipline girmek lazım. Hazır olmak lazım. Kolaycılıkla, masa başında, siyaset kulislerinde  iş olmuyor.

Şimdi olası bir hareketlenmeden “zinde kuvvetler” in kazançlı çıkmasına engel olmamız gerekiyor. En önemlisi bu. Devrimimizi kaptırmamamız lazım.

Amiyane bir deyim vardır, “papaz her zaman pilav yemez”. Ancak biz aynı nedenlerin aynı sonuçlara yol açtığını da biliyoruz. Daha önce bir çok kez değinmiştim. 1957 seçimlerinde DP yaklaşık yüzde 59 oy almış, tekrar iktidar olmuştu. Suriye krizi büyüyordu. 1958’de tarihimizin en büyük devalüasyon kararı (yüzde 330) alındı. Ekonomi tepetaklak oldu. Menderes’e savaş lazımdı. Suriye sınırına tümenler, zırhlı araçlar yığdı. SSCB’nin müdahalesi geldi. Türkiye’ye en üst kattan sert bir ültimatom verildi. Yani Suriye’yi savunmak için savaşa dahi girilebileceği ima ediliyordu. NATO, çok arzulu DP’nin ipini çekme ihtiyacı duydu. Hükümete bastırdı. Menderes geri çekildi. Ekonomideki bunalım derinleşti. Sokakların huzursuzluğu arttı. Hükümet hukuksuzluğu,  baskı ve terörü daha da arttırarak yanıt verdi. Menderes borçları katlamak pahasına ekonomik olarak irrasyonel yol, köprü, bulvar inşaatlarına girişti. Bu müsriflik karşısında “sıcak para” muslukları kapandı. Artık popülist politikaları finanse etme olanağı kalmamıştı. Menderes son bir çare olarak SSCB’nin kapısını çaldı. Para lazımdı. Siyasal kriz derinleşti.

Esasen DP’nin işi, 1957 seçimlerine girerken, yani yüzde 59’a yakın oy aldığı seçimlerin öncesinde  bitmişti. İç, özellikle dış bağlamı analiz edebilecek halde değildi. Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da SSCB ile yakınlaşan ilerici rejimler yönetime gelmiş, İran’da ilerici yönetim bir CİA darbesiyle yıkılmış( Bu darbeden sonra Mossad, Şah yönetimi için  kısaca Savak denilen istihbarat örgütünü kurdu. 1958’de CIA gölgesinde, Mossad, Savak ve o zaman ki MİT bir araya gelerek Trident adı verilen hareket ve dolayısıyla müdahale kabiliyeti yüksek bir üst organizasyon oluşturdular. Bu organizasyon herhalde  Menderes hükümetinin düşürülmesinde gayet önemli bir rol oynamış olmalıdır) ama ülkedeki karmaşa sona ermemişti. Siyasal egemenliğin yitirilmiş olduğu şartlarda, duvara dayanmış DP’nin ihtiyacı olan manevra alanını yaratması olanaklı değildi. Sonrası malum.

Eğer papaz bir kez daha pilav yerse, kaybeden AKP rejimi, düzen değil, bir kez daha biz olacağız.