“Askeri darbe” olur mu?

Bazı medya organları birtakım Amerikalı yorumcuların iddialarına dayanarak Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirilebileceğini gündeme taşıyorlar. Pekiy Türkiye’de,  içinde bulunduğumuz uğrakta, böyle bir olasılık gerçekleşebilir mi?

Öncelikle bir kez daha altını çizerek belirtmek isterim, cumhuriyet dönemindeki bütün askeri darbeler, askeri muhtıralar Türkiye’nin emperyalist Batı ittifakıyla bütünleşmesinden, düzenin ordusunun söz konusu ittifakın askeri organizasyonu olan NATO’ya dahil olmasından sonra gerçekleştirilmiştir.

NATO,  emperyalist ittifak içindeki tek tek ülke ordularının emir ve komutasına dahil ve tabi oldukları bir üst organizasyondur. NATO, emperyalist siyasetin çıkarlarını kollayan, koruyan bir örgüt. Emperyalist hegemonyayı sürdürme siyasetinin arkasındaki zor, terör aygıtı, bu aygıt olmadan emperyalist siyasetin kendisini empoze ettirmesi kabil değildir. Tıpkı, hukuk ve arkasındaki (zabıta veya kolluk, gözetleme, yargılama ve cezalandırma, kapatma sistemi gibi) terör organizasyonu arasındaki ilişkide olduğu şekilde. Söz konusu terör aygıtını ortadan kaldırırsanız, hukuk yazılı ve örfi,  yaptırım gücü olmayan kurallar bütününden ibaret hale gelir.

Buna göre, cumhuriyet Türkiye’sindeki bütün başarılı askeri darbeler ve muhtıralar NATO’nun emir ve komutası içinde, onun çıkarlarının gereği olarak, veyahut onun çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde gerçekleştirilmiştir. Yani bu darbeler NATO darbeleridir. Bugün emperyalizme biat etmiş liberaller, İslamcılar, Türk ve Kürt ulusalcıları, yani burjuva milliyetçilikleri darbelere karşı olduklarını ya da desteklediklerini ifade ederlerken bu gerçeği görmezden geliyorlar.

Türkiye’de, metropol ülkeleri de dahil emperyalist zincirin halkalarını oluşturan diğer ülkelerde, emperyalistlerin çıkarlarını tehdit eden bir gelişme ortaya çıktığında,  askeri darbeler bu tehdidi aşmak adına bir araç halinde gelebiliyorlar. Askeri darbenin olup olmayacağı, kapitalist-emperyalist siyasetin çıkarlarından hareketle, onun en üst organizasyonlarının dahil oldukları karar süreçleri içinde belirlenir, veyahut o düzeyde onaylanması gerekir.

Ulusal ve uluslararası çerçevede sınıf mücadeleleri söz konusu olduğunda, elbette merkezin olduğu yerde merkez-kaç güçler de vardır. Bunlar arasındaki çelişki ve gerilim, her ulusal yapıya belli bir özerklik alanı tanıyabilir. Gelgelelim, sisteme dahil darbe süreci ve yönetimi sistemin siyasetiyle, sürecin şu ya da bu momentinde,  aynı hizaya gelmezse, sistem içinde sürdürülmesi olanaksızlaşır.

Halen içinde bulunduğumuz koşullarda, yani emperyalizmin soğuk savaş sonrasında mutlak hegemonyasını kurmak adına başlatmış olduğu genel saldırı, işgal, deniz aşırı militer, para-militer operasyonlarının emperyalist siyasetin ivedi gündemini oluşturduğu koşullarda, sistemin bütün ulusal ve uluslararası organizasyonları bu koşulların ihtiyacına yanıt verecek şekilde bir değişim geçirirler. Elbette bu pürüzsüz işleyen bir süreç değildir. Ayak diremeler, direnişler olacaktır. Böyle bir durumda, mesela, kendi ulusal gerçekliğimiz dolayısıyla bu aksaklıkların nasıl aşılmış olduğuna dair anıları halen canlı zengin örneklere sahibiz.

Sistemin bugünkü ihtiyacı, ulusal bileşenlerin özerklik alanını daraltmak, hegemonik merkezin veya üst organizasyonların manevra ve kontrol alanını genişletmektir. Normal koşullarda, ulusal egemen yapıların egemenlik alanlarına giren karar alma inisiyatif ve süreçlerinin sözü edilen üst örgütlenmelere aktarılması (Aktarma derken,  içsel ve dışsalın sınırlarının tespit edilmesinin güçleştiği bir durumu ihmal etmiyorum. Yani bu fiille zorunlu olarak bir dışsallaştırmayı, dışa doğru hareketi kast etmiyorum)  ve karar alma kapasitesi de dahil olmak üzere siyasal gücün bu ikinciler lehine tekelleşmesini takviye etmektir. Mesela Türkiye’de bu, bariz, ama  pürüzsüz olduğu iddia edilemeyecek bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Kitlesel direnişler, devlet aygıtları içindeki direnişler vak’adır.

Elbette bu durum sistemin metropollerinde de, ülkelerin sistem içindeki ekonomi-politik ağırlıklarına göre cereyan etmektedir. Buna göre, oralarda, çıkar çatışmalarına referans veren direnmeler de daha etkili olabilmektedir. Mesela bu noktada, oğul Bush devrindeki Körfez savşına Almanya ve Fransa’nın birlikte vermiş oldukları reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye devleti ekonomi-politik manada kırılganlık düzeyi (özellikle AKP rejimi altında emperyalist siyasetin bölgedeki hamleleri ve bu çerçevede TC devletine biçilen roller nedeniyle bu kırılganlık daha da arttırmıştır) yüksek bir vasal devlettir. Zincirin zayıf halkalarından biridir.

Darbeye maruz kalan Mısır da öyleydi, bugün de öyle. Mısır’da,  yani henüz AKP rejimi altındaki Türkiye’nin geçirdiği dönüşümleri geçirmemiş bir ülkede, o zaman, ABD’nin siyasal ihtiyaçları adına erken harekete geçmesinin yanlış olduğu, büyük bir yığınsal direnişin ardından gelen askeri darbeyle ilan edilmiş oldu.

Zaten NATO’nun darbeden haberi, bilgisi olmasına rağmen karşı harekete geçmemiş olması, darbenin hemen ardından ona onay vermesi, bu girişimin tek başına Mısır ordusunun bir tasarrufu olamayacağına karine teşkil eder. Sonra, Mısır gibi bir ülkede ulusal birliğin, ve ulusal devletin büyük ölçüde orduyla anlam kazandığı gerçeğini de unutmayalım. Orduyu çözerseniz, ulusal birliği ve devleti de çözersiniz. ABD bu riski, Türkiye’nin AKP altında geçirmiş olduğu dönüşümleri geçirmemiş bir ülkede göze almanın yanlış olduğunu anlamış olmalıdır. Yine unutmayalım, darbe öncesi, Mısır halkının en nitelikli kesimlerini ihtiva eden,  aşağı yukarı 26-27 milyon iktidar karşıtı protestocu insan adeta sokakları kendisine mesken etmişti. Geçerken, Mısır’da da, bizde olduğu gibi, Suriye krizi, bu ayaklanmaları tetikleyen önemli bir etken olmuştu.

Yalnız bu noktada, özellikle Obama’nın ikinci döneminde,  ulusal ve ulus-ötesi boyutlarıyla, ABD yönetimini teşkil eden  oligarşik sermaye korporasyonları içindeki farklı maddi çıkarlara, buna göre farklı önceliklere referans veren bölünmelerin, fikir ayrılıklarının, kararsızlıkların şiddetlenmiş olduğunu tespit etmeliyiz. Böyle bir uğrakta anlaşılabilir durum tabii. Mısır deneyimini irdelerken bu olguyu da ihmal etmemek gerekir. Nitekim, sonrasında ve halen ABD yönetimindeki bu hali dışa vuran politikalara tanık oluyoruz. Bu hal genel hatlarıyla her zaman oradaydı tabii, ancak dediğim gibi emperyalist siyasetin soğuk savaş sonrasındaki teyakkuz hali çelişkileri şiddetlendiriyor, onların farklı, hesapta olmayan boyutlar almasına neden olabiliyor. Yeni yapılanma ve örgütlenme biçimlerini ihtiyaç haline getirebiliyor.

Buraya kadar bir sorun yoksa, devam edebiliriz. Başarılı darbeler, adeta kural olarak, ulusal ekonomilerde ağır krizlerin yaşandığı, genel olarak halk sınıflarının iç ve dış politik gidişattan memnun olmadıkları, sistem karşıtı değişim talep ve beklentilerinin düzeninin sürdürebilirliğini tehdit eden boyutlara ulaştığı, geniş mağdur kitlelerin bu hoşnutsuzlukların spektaküler bir ifadesi olarak sokaklara çıktıkları, siyasal otoritenin, mevcut siyasal çerçeve içinde sorunları aşmada acze düştüğü koşullarda cereyan ediyor. Darbeler öncesinde, “sıkıyönetim” veya “OHAL” ler ilan ediliyor. Yani bir bakıma, devrimci durumdan söz edilebilecek bir ortamda gerçekleştiriliyor. Tabii kaçınılmaz olarak, her zaman anında olamazsa da, süreç içinde, bu huzursuzluktan devrimci, en azından demokratik sonuçlar elde etmeye çalışan ilerici güçleri, onların toplumsal dayanaklarını hedef alıyor.

Darbeler her zaman ilerici hükümetler devrinde olmuyor.  Türkiye söz konusu edildiğinde, ilerici yönetimlere yolun kapatılmış olduğu şartlarda, hep gerici hükümetlerin iktidar olduğu uğraklarda, ama kesinlikle gerici düzeni, hemen olmasa da, başlangıçta bir takım ilerici tavizler vermek pahasına da olsa, daha geriden  restore veya takviye etmek adına yapılıyor.

Darbeye maruz kalan hükümetlerin emperyalist siyasal talepleri yerine getirmekte ayak diremeleri ya da beceriksiz davranmaları darbe kararlarının alınmasında hızlandırıcı, teşvikçi bir rol oynuyor. Bizde, Demokrat Parti devrindeki darbenin böyle bir boyutunun da olduğunu düşünüyorum. Yine, 12 Eylül öncesinde, ekonomik sorunlar, halk sınıflarının etkin sistem karşıtı protestosu, burjuva siyasetinin kilitlenmesi gibi etkenlerin yanı sıra, NATO’nun güneydoğu kanadının Kıbrıs sorunu yüzünden  çökmüş olmasını, SSCB’nin Afganistan’a müdahalesini ve İran’daki devrimi dikkate almamız gerekir. Sonra, bütün bu olguların kapitalizmin 60’lı yılların sonlarından itibaren derinleşen, yetmişlerin ortasına doğru ivme kazanan krizinin, ancak sermayenin parasalcı birikim modelinin doğrudan ve global ölçekte uygulamaya konulmasıyla aşılabileceği inancının uluslararası tekelci finans sermayesi nezdinde güçlendiği koşullarda  cereyan etmiş olduğunu unutmayalım. Zaten darbeden sonra cuntanın aldığı kararlara bakarsanız, bunların esas olarak emperyalistler ve işbirlikçileri açısından darbenin gerekliliğini haklı çıkartan koşullara yönelik politik önlemler, uygulamalar olduğunu görürsünüz. Emperyalizmin yeni ihtiyaçlarının dayattığı, 2.Savaş sonrasındaki en gerici,  yeni bir sistemsel entegrasyonu sağlamaya yönelik büyük adımlar atıldı.

Pekiy bugün darbe olabilir mi? Türkiye gibi ülkeler, emperyalist zincirin en kırılgan halkalarını teşkil ederler. Son yıllarda emperyalist siyasetin talepleri doğrultusunda Türkiye’de yaşanmakta olan  yapısal manada ekonomik, politik  gerici dönüşümler, halk sınıflarının direnişini tetikleyerek ülkenin kırılganlığını arttırmıştır. Bu bakımdan, başkanlık sistemi talebi, daha doğrusu, sunulan şekliyle otokrasi, işbirlikçi burjuvazi tarafından bu kırılganlığın giderilmesine yönelik bir araç olarak görülmektedir.

AKP hükümeti (ama rejimi değil, dikkat edilsin), emperyalistlerin bölgesel çıkarlarına aykırı, dahası onların bölgedeki varlığını riske sokacak adımlar atarsa, bu adımları atmakta ısrar ederse, bir şekilde etkisiz hale getirilir, hatta düşürülür. Bunun askeri araçlarla yapılması gerekmeyebilir.  Nitekim, bugünkü neo-liberal globalleşme bunun için gayet etkili ekonomik araçları sağlamaktadır. Askeri darbelerde bugüne kadar tanık olduğumuz bir olgu, öncesinde, sokakların sistem karşıtı veyahut böyle bir karşıtlığa dönüşme potansiyeli olan hareketlenmesidir. Üç darbe öncesinde, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’de bu koşul en şiddetli biçimiyle devrede olmuştur. Son Mısır darbesinde de öyle. Bütün bu darbelerde sokağın önünü alma, sokağa siyasal inisitayif tanımama kaygusu vardı.

Bugün bu durum potansiyel olarak var, ancak henüz bir gerçeklik haline gelmemiştir. Umalım ki, bu vesileyle Kürt siyaseti içinde giderek nicel ve nitel değerini yitirmekte olan devrimci sol akla sahip kesimler  “Türkiyelileşme” nin önemini kavramış olsunlar.  Her şeyden önce “Kürt realitesi”, gerçek ve olası toplumsal dayanakları itibarıyla  salt dar bölgesel bir realite değildir. Reel olarak, fiilen,  isterseniz  sosyolojik anlamda, Türkiyelileşmiştir. Hatta bölgesel olanın, siyasal kapasite ve dinamizm anlamında, diğerine göre öneminin azalmış olduğunu söyleyebiliriz.  Dinamizmden dar alanda sürekli patinaj yapmayı, havanda su dövmeyi anlamıyorsak tabii. Kürt siyaseti ve onun teorisi, bu ampirik veriyi, gerçekliği kavrayamamıştır.

Bugün emperyalistlerin bölgesel hamlelerinin,  Kürt siyaseti tarafından avantajlı görülen gelişmelere yol açmış olduğu iddiası temelsizdir. Bir süre sonra bunların nasıl Kürt ulusal davası adına tuzaklar, “siyasal seraplar” olduğu görülecektir.   Sadece dışarıdaki durumu veri alıp, “komşuda pişer bize de düşer” anlayışıyla hareket eden siyasetler hayal kırıklığına uğrarlar. Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olurlar. Bu kafayla, vasal TC devleti ve oportünist PKK siyasetleri bu yazgıdan kaçamayacaklar.

Aktif bir devrimci siyaset zorunlu olarak silahlı mücadeleye referans vermez, ama zorunlu olarak siyasal karar alma ve siyasal inisiyatif kullanma, öngörülerde bulunma kapasitesine tekabül eder. Siyaset belirleme,  öngörü ve müdahale kapasitesi elinden alınmış, yani depolitize edilmiş güçlerin sahadaki mücadelelerinin sürekli bir patinaj görünümünde olması kaçınılmazdır. Bu dediğim TC devleti için de geçerlidir.

Türkiye’de askeri darbeler, ülke emperyalist zincirin kırılgan bir halkası olarak kaldığı sürece her zaman başvurulabilecek bir araçtır. Emperyalist düzen siyaseti için reddedilemez bir olanaktır. Ancak ne getirip ne götüreceği hesaplanmadan kalkışılmaz. Bugünkü görünüme göre, emperyalist siyaset açısından askeri darbeyi gerektirecek şartlar tam olarak yoktur.

AKP’nin şantajcı hamlelerinin arkasının boş olduğu anlaşılmıştır. Türkiye’nin Suriye’de bir başına ya da gölgesinden dahi korkan, Türkiye’ye nazaran çok daha kırılgan (düşününüz ki sadece S.Arabistan’ın kraliyet ailesi dahilinde hemen hepsi birbirleriyle iktidar rekabeti içinde olan iki bin civarında prens var) Arap petrol monarşileriyle bir müdahalede bulunamayacağı anlaşılmıştır. Zaten ABD’nin onayı olmadan buna kalkışmaları, iktidardakiler için  ölüm fermanlarını imzalamak anlamına gelirdi. Şimdi bütün yapacakları, zaman zaman dostlar alışverişte görsün mesabesindeki top atışları eşliğinde,  ateşkesi, barış sürecini sabote etmek olacaktır. Obama yönetiminin sonuna kadar bu çabalarına destek bulmaları kabil olamayacaktır. Sonrasını bilemeyiz. Sonrasına giden sürenin de bu şartlarda hayli belirsizliklerle dolu olduğunu söylemeye bile gerek yok(1)

Yalnız bu noktada şunu da söylemek isterim, eğer bölgesel Kürt ayaklanması, Türkiye’nin protestosuyla, “Türkiyeliler” in ayaklanmasıyla buluşabilseydi, ya devrim ya da darbe (veyahut her ikisi birden) gerçekleşebilirdi. Kürt siyaseti ve onun timarı haline gelmiş Türk solu bu olanağı şu ana kadar kavrayamadılar. Konumlanmış oldukları emperyalist burjuva siyasetinin görüş açısından da görmeleri mümkün değildir. Bir kez emperyalizmin arabasına at olarak koşulmayı kabullendiniz mi, at gözlüklerini de kuşanmak zorunda kalırsınız.

NOTLAR

1) Bugün ABD ve Rusya arasında, Suriye sorunu etrafında varılmış olan antlaşma elbette kırılgandır. Aynı ABD’nin İran’la olan antlaşması gibi. Bu hal, bu ülkelerin Suriye’de rıza göstermiş oldukları ateşkesi de kırılganlaştırıyor tabii. Gelgelelim, bu ülkelerin, özellikle ABD ve Rusya’nın olası yeni bir dünya düzeni adına birbirlerini yoklamakta oldukları da vak’adır. Yani bu Suriye deneyiminde, geleceğe değgin olası müttefiklik veya düşmanlık olanakları da sınanmaktadır. Hatırlayalım, ABD aşağı yukarı 1930’a kadar SSCB’yi tanımamıştı. Dahası, iç savaş sırasında, Britanya önderliğindeki emperyalist işgale asker vermişti. Bu arada 1924’ten itibaren, aynı 2.Savaş’tan sonra Marshall Planı’yla yapmış olduğu gibi, bu defa Dawes Planı’yla Almanya’yı ekonomik olarak ayağa kaldırmış, Nazi savaş makinesinin yaratılmasını finanse etmişti. Bilindiği gibi, bu planın devreye girmesiyle, Fransa ve Belçika, Almanya’nın ödeyemediği savaş tazminatları nedeniyle işgal etmiş oldukları Alman endüstrisinin kalbini teşkil eden Ruhr bölgesinden çekilmişlerdi (Bu en az yüzde yetmişi ABD merkezli finans sermayesi tarafından temin edilmiş “yardım” ın, 1924-29 yılları arasında, 63 milyar altın marka ulaşmış olduğunu hatırlatmak isterim. Bu sayede 1929’da Almanya tekrar dünyanın en büyük ikinci sanayi ülkesi haline gelebilmişti. Tabii bu “yardım” karşılığında en büyük Alman endüstri kuruluşları ABD finans-sermayesinin kontrolüne girmişti. Örnekse, kimya devi IG Farben, Rockefeller’ın; AEG ve Siemens, General Electrics’in, yani J.P.Morgan’ın; Alman telefon şirketi, ITT’nin ; Opel, General Motors’un, yani Du Pont Ailesi’nin; Volkswagen ise Ford’un kontrolüne giriyordu. Başkan Wilson devrinde izolasyonist dış politikasını terk eden ABD’nin bunu yapmasının en önemli nedeni belki de Britanya ile arasındaki rekabetti. Nitekim, Britanya merkez bankası da 1929 Bunalımı’nı ABD’yi en zarar görecek ülke olarak manipüle etmiştir. Bunda başarılı da olmuştur).

Naziler iktidar olduklarında, başkan F.Roosevelt, eğer SSCB, Nazi Almanya’sına saldırırsa, Almanya’nın yanında yer alırız demişti. Ancak savaş patladığında önce kerhen, savaşın sonlarına doğru Sovyet zaferi kesinleşince, aktif olarak Sovyetler’le müttefik olmuştu.

Almanya’nın henüz ne yapacağı bilinmiyor. Siyasal, askeri faktörlerin yanı sıra, kapitalizmin üçüncü büyük bunalımının evrileceği olası yeni aşamalar, bu kararsızlığın giderilmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır.   Bu bakımdan ABD ve İngiltere’nin Rusya ile erken bir kapışmadan kaçınması beklenmelidir. Yani Anglo-Amerikanlar, hem Rusya’yı hem de Almanya’yı karşılarına alarak olası bir savaşı kazanamazlar. Bu bakımdan 1.D.Savaşı ve 2.D.Savaşı öncesindeki ve sırasındaki gelişmeleri, bu iki deneyimi tekrar hatırlamakta yarar var. Muhtemel bir dünya savaşı önceki ikisinin devamı olacak. Yani emperyalizm bıraktığı yerden devam edecektir.

“Tampon diplomasisi” nin sonu mu?

TC devletinin diplomatik  refleksleri tarihsel olarak sürekli “tampon olmak” arzusuna referans veriyor.Bunun varoluşsal bir arzu olduğunu söylemek mümkün.

Daha önce bir çok kez tekrar etmiştim. Türkiye’nin Batı emperyalizmi bakımından önemi, Batı’nın  Rusya’yı rakip bir güç olarak görmesinden itibaren artmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünün beklenenden uzun sürmüş olmasının en önemli nedeni de budur. Rusya Çarlığı’nın devrin hegemonik gücü olan Britanya  İmparatorluğunun dümen suyuna girmeye direnmesi yüzünden Osmanlı’nın kaçınılmaz sonu sürekli erteleniyordu.

Britanya İmparatorluğu, Osmanlı’nın ayakta kalması adına bir takım reformlar dayatıyor, böylece Osmanlı ekonomisini ve devlet bürokrasisini kontrolü altında tutabiliyordu. Tanzimat ve Islahat hareketlerini, yeni kapitülasyonları, idari ve askeri yapıdaki reformları, son devir Osmanlı savaşlarını bu gerçeğin ışığı altında okumak gerekir. Elbette, o zamanki idareciler, siyaset erbabı da, tıpkı bugünküler gibi, ” biz bu reformları kendimiz için yapıyoruz, bir dayatma söz konusu değil” diyorlardı.

Emperyalist bir bilimsel disiplin olarak jeo-politiğin 20.yy’ın hemen başında, Britanya’da, Britanya emperyalizmi adına, Avrasya’yı “pivot bölge” ilan ederek ortaya çıkmış olması, aslında Türkiye’nin Britanya karşısında elini güçlendiren bir gelişmeydi. İttihatçılar bunu kavrayamadılar (1). Yanlış ata oynadılar.

Kemalistler, Sovyet devrimi sayesinde, son savaşta düşman kamplarda yer aldıkları ve yenildikleri hegemonik Britanya devletine kafa tutarak, onu alt ederek hem yeni bir ulus devlet kurdular, hem de bu devletin meşruiyetini ona tescil ettirdiler. Yani, hem Britanya’yı yenerken hem de TC devletini ona onaylatırken Sovyet Rusya’yı kullandılar. Bu önemli bir diplomasi başarısıydı. Ancak özgün bir siyaset değildi. Değildi çünkü, Tanzimat’tan itibaren başlayan dönemin çok büyük bir kısmında Osmanlı devleti tarafından izlenmiş dış politik çizgiye, “tampon diplomasisi” ne,  geri dönülmesi anlamına geliyordu. Kemalistler, 2.Meşrutiyet devri parantezi dışında, uzun bir dönem boyunca izlenen Osmanlı dış siyasetine, ana hatlarıyla, geri döndüler. Rusya’yı düşmanlaştırıp, Batı emperyalizmi adına onun önünde tampon işlevi üstlenerek, emperyalist dünyayla ve siyasetle müttefik olmak. Ülkede burjuva TC düzeninin ancak bu işlev sayesinde sürdürülebilir olacağını düşünüyorlardı.

Vaktiyle, Osmanlı devleti de  Britanya’ya, “beni kollamazsan, Rusya aşağı iner, Balkanlar, Akdeniz kontrolünüzden çıkar, bu sayede elde edeceği jeo-stratejik avantajlar sayesinde, Avrupa’nın ve Asya’nın, tabii bu arada,  sömürge Hindistan’ın güvenliği tehlikeye düşer” diyordu. Yani düşmanlaştırdığı Rusya ile şantaj yapıyordu.  Aynı şantajı farklı bir hikayeyle Batı da Osmanlı devletine yapıyordu ama onun kaybedecek daha çok şeyi vardı. Osmanlı diplomasisi bunun farkındaydı. Korkuyordu, ancak himayesine girdiği büyük devletlerin daha çok korktuklarını görüyordu. Bu bakımdan, Hegel’deki uşak/efendi diyalektiğini çağrıştıran bir ilişkiden söz edilebilir.

Mesela 19.yy’daki Kırım sorununda,  bölge Balkan ve Akdeniz güzergahlarından birisi olarak görüldüğünden, ön almak adına, Osmanlı orada erken bir Dünya Savaşı’na sokuldu. Efendisinin gözüne girmek için can atan Osmanlı o savaş uğruna varını yoğunu seferber etti. Savaş bittiğinde Osmanlı maliyesi de sıfırı tüketerek havlu attı. Devletin Batılı büyük kapitalist devletlere bağımlılığı ve tabii uşaklık kapasitesi de adeta sınır tanımaz hale geldi.

Sovyet devrimi, daha ileride bunun bir Doğu Avrupa ve Asya devrimine dönüşmesi, Anglo-amerikan emperyalizminin paniğini arttırdı. TC devleti daha en başından emperyalist Batı’ya karşı Rusya kozunu kullanmaya başlamıştı. Bunun için “anti-emperyalizm” söylemini “anti-kapitalist” öğelerden temizledi. Cumhuriyet devrinde, sosyalistlerin orantısız bir terörle yok edilmeleri, bastırılmaları, Batı emperyalizmine iman tazelemek, güven vermek ve tabii onları panikletmek gibi işlevlere sahipti. Yeni cumhuriyet devleti, “İngilizci” son asır Osmanlı siyasetini, yani bu kez Sovyet  Rusya karşısında emperyalizm adına tampon rolünü sürdürmek istiyordu.

Sovyet Rusya ve komünizm çok daha erken bir zamanda, 20’li yılların ikinci yarısından itibaren düşmanlaştırıldı. Kapitalizmin ikinci büyük bunalımı bu anlayışın 30’ların sonlarından itibaren uygulanana göre, özellikle dış politika bağlamında, zorunlu olarak daha örtük bir şekilde yapılmasını gerektiriyordu. İçeride hız kesmek söz konusu değildi. Tersine, mesela, biri itirafçı, diğerleri dönek olan eski komünistlerin önemli bir ağırlığının olduğu, ülke kapitalizmini bunalım koşullarına adapte etme gayretindeki  “sol kemalist” Kadro girişimi dahi bastırılmıştı.

Burjuva cumhuriyet rejimi kendisini kanıtlamak adına  sola karşı orantısız terör uyguluyor, Reichtag Yangını mesabesinde, mesela 1938 Harp Okulu kumpası gibi, icraatların altına imzasını atıyordu. Görüyorsunuz,  kemalist ve islamcı uygulamalar arasında nasıl bir süreklilik var (2). Osmanlı devrindeki gibi, hem korkuyor, hem de himayesine girmek istediği emperyalist güçleri korkutmaya çalışıyordu. Düzenin solu ezmesinde bu ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerekir.

Sovyet Rusya şantajı bu devlet çökene kadar devam etti. İlk soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ortada kalma riski karşısında, ABD emperyalizmine kayıtsız koşulsuz, tam bir teslimiyet  siyaseti izlendi.

Rusya’nın Putin devrinde yeniden doğrulması şantajcı Türk diplomasisi için bir fırsattı. Ancak kullanılamadığı görülüyor. Sovyetler Birliği’nin halen bir güç olduğu koşullarda, devletçi kapitalist, nispeten sosyal ama otoriter Türk devleti ulusalcıların kontrolündeydi. Son devir Osmanlı devleti gibi Rusya kartını kullanıyordu. Tabii bu kartı Batı’ya kızdığı zaman da kullanmaya çalışıyor, ancak hemen ipi çekiliyordu. En çok, veciz, “yeni bir dünya kurulur”  “one minute” ıyla mastürbasyon yapabiliyordu.

SSCB’den sonra devir teslim yapıldı. Ulusalcıların yedeği İslamcılar idareyi ele aldı. Dünya kapitalizminin geçirdiği dönüşümlere koşut olarak parasalcı, her şeyin özelleştirildiği, devletin hemen hiç bir sosyal işlevinin kalmadığı, dolayısıyla cumhuriyet rejimine ihtiyacın olmadığı otokratik bir rejimin kurulması yolunda, zaten önceden hazırlanmış temellere dayanılarak, büyük adımlar atıldı. Yeni-osmanlıcılık iddiasındaki islamcı AKP rejimi Osmanlı’dan intikal eden “Rusya şantajı” diplomasisini, Suriye’ye karşı izlediği politikayla terk etti. Daha doğrusu, Rusya’nın hamlesi planlarını bozdu.

Devleti ele geçirmiş yarı-lümpen niteliksiz kadroların maddi ve manevi ihtirasları, lümpenleşen işbirlikçi sermaye sınıfının aç gözlülüğünün saiki olduğu “cahil cesareti”, Suriye kriziyle ölümcül bir hesap hatası yaptı (Bu arada, İslamcılığın 1950’lerden itibaren, çeşitli kombinasyonlar içinde bu lumpenist eğilimin ideolojik ifadesi haline gelmiş olduğu gerçeğinin altını çizmek isterim. O yıllardan buraya, lumpenleşme ve islamlaşma iç içe bir yükseliş arz ediyor). Rejim, 2013 Haziran’ında Erdoğan-Öcalan gerici bağlaşmasıyla, “ipten alındı”. Haziran’ın yenilgisi ya da elde etmiş olduğu Pirus zaferi AKP’nin ve dayandığı sermaye sınıfının cahil cesaretini daha fazla teşvik etti. Zaten gayet mütevazi düzeyde bulunan devlet aklı tamamen kaybedildi.

Bu arada, Kırım, Rusya’ya geri döndü. Anglo-amerikanların Karadeniz ve Ukrayna düşleri söndü. Rusya, Suriye’ye yerleşti. Doğu Akdeniz’e ilk kez eli kuvvetli olarak  indi.

Peki Türkiye kesintilerle birlikte aşağı yukarı iki asırdan beri Batı emperyalizmine karşı kullanmakta olduğu Rusya kartını bu yeni koşullarda kullanmayı sürdürebilecek mi? Mevcut görünüme bakılırsa, TC devleti Suriye’deki hamleleriyle Dimyat’a pirince giderken elindeki bulgurdan da olmuştur.

Müdahaleden sonra Rusya’nın çok temkinli hareket etmesi, mümkün olduğu kadar uzlaşmalara kapısını açık tutan ama aynı zamanda askeri olarak Suriye’yi ve müttefiklerini tahkim etmeye yönelik kararlı bir siyaset izlemesi, Rusya’nın artık Doğu Akdeniz’i kolay kolay bırakmayacağı anlamına geliyor. Biraz ileride muhtemelen hızını arttırmak isteyecek Esad’ı da frenleyecektir.  İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün  Rusya ile işbirliğinin güçleneceğini öngörebiliriz. Hatta nasıl bir dönüşüme maruz kalırlarsa kalsınlar, hali hazırdaki petrol monarşileri de bu yeni duruma sırtlarını dönemeyecekler. Bu ülkelerin hemen hepsinin “petrol,doğal gaz” ve bunların taşınması gibi ortak çıkarları olduğunu unutmamak gerekir. Bu öngörünün gerçekleşmesi, Rusya’nın temkinli ama kararlı adımlarıyla mümkün olabilecektir.

Tamam, ama bu gerçekleşirse (Türkiye bunun gerçekleşmesi adına her şeyi yapmıştır, yapmaktadır. Türkiye’nin olası bir kara müdahalesi de, hiç şüphesiz, Rusya’nın işini kolaylaştıracaktır) Türkiye hangi ülkeye karşı, ne için, neyin tamponu olacaktır? Dahası, belki de tampon işlevi sayesinde almış olduklarını geri vermek zorunda kalacaktır. İslamcıların yönetiminde  iki yüz yıllık eski diplomasinin de sonunun gelmiş olduğu görülüyor.  Alla Turca modernleşmeyle başlamış olan söz konusu diplomasi, alla Turca “post-modernleşme” yle sanki tarih olmaktadır.

NOTLAR

1) Kemalistler, İttihatçılarla kıyaslandıklarında, siyasal olarak ne istediklerini, sınırlarını, hadlerini biliyorlardı. Bununla birlikte İttihatçılar, Kemalistlerle kıyaslandıklarında, entelektüel olarak onlardan daha donanımlı, daha global bir yapıya sahiptiler.

2) Ulusalcı kemalistler, Atatürk önderliğinde, Batı emperyalizmine ulusal egemen devlet yapısıyla, cumhuriyet rejimi altında entegre olmak istiyordu. Cumhuriyetin ilk üç yılında atılan demokratik adımlar, Türkiye halkları adına değerli kazanımlardır. Monarşinin, hilafetin tasfiyesi, laiklik, genel oy hakkı, hepsinin birden en somut ifadesi olan cumhuriyetin demokratik kazanımlar olduğu yadsınamaz.  Aşağı yukarı cumhuriyetin ilk on yılı boyunca bütün tutarsızlıklarına, kararsız davranışlarına ve sola karşı uygulanan alçakça teröre rağmen aydınlanmacı bir anlayış sürdürülmek istenmiştir. Kürt ulusal sorunu karşısındaki gerici, baskıcı tavır, düzenin içeride ve dışarıda gerici ittifaklar oluşturmasını ve onları tahkim etmesini teşvik etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu, Türkiye’nin 1.D.Savaşı öncesinde İttihatçıların yaptıkları gibi, saf değiştirme hesapları yaptığı  yıllarda daha da  büyük, faşizan, karanlık bir gericilik hüküm sürmüştür.

Emperyalizm her zaman gireceği,  işbirliği yapacağı ülkelerde en gerici öğelere dayanır. Girdiği yerde kendisini tahkim etmesi, orada gericiliği tahkim etmesiyle koşutluk arz eder.

İslamcılarsa, daha modern siyasal oyuncular olarak zuhur ettikleri zamandan itibaren emperyalizme, cemaat düzenini esas alan monarşik hilafet rejimi altında entegre olmak istiyorlardı. Yani emperyalizme entegrasyon bakımından Ulusalcılar ve İslamcılar arasında bir niyet farkı yoktu. Sadece yol, araçlar, şekil konusunda farklılıkları vardı. Bu farklılıkların demokratik olanaklar bakımından önemsiz olduğu iddia edilemez. Elbette bu farklılıkların uluslararası bağlamla bağlantısı kurulmadan anlaşılması da olanaklı değildir. Bu ayrı bir konu. Ancak gerçek olan, farklı hareket noktalarına rağmen aynı yola çıkmış olduklarıdır. Yani bu bakımdan Vahdettin ve Atatürk farklı bir iş yapmamış oluyorlar.  Bu kazaen ortaya çıkmış bir durum değil. Kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmek gerekir.

Geçerken örnek olsun, Çin’de devrimcilerin başarısını ve dolayısıyla Çin’in bugünkü konumunda bulunmasını sağlayan önemli bir faktör, burjuva-demokrat Sun Yat Sen’in devriminden sonra onun partisi olan Kuomintnag’ın 1924’ten itibaren (henüz güçlü olmamalarına rağmen)  komünistleri dışlamayıp, onlarla koalisyon kurması, onları meşru siyasal oyuncular olarak tanımış olmasıdır. Sonuç olarak bu deneyimden bugünkü kapitalistleşme koşullarında dahi işbirlikçilik, yani emperyalistlere vasallık çıkmadı.

İslamcılık ve Ulusalcılık, her ikisi de,  kapitalizmi, burjuva düzenini, emperyalizme uyrukluğu öngörür. Dolayısıyla işçi sınıfı sosyalistleri karşısında her zaman ittifak kurarlar. Bir araya gelirler.

Baykal açıklıyor

Haziran günlerinden birinde, Şişli Cevahir’in önündeki otobüs durağının oturma yerlerinde, etraftaki banklarda yorgun halde uyurken, sabah 04:00 sularında bir jandarma tomasının püskürttüğü boyalı suyla sırılsıklam uyanıyoruz. Toma, iki yüz metrelik bir mesafe içinde ileri geri giderek uyuyanların, uykudan uyananların, kaçışanların üzerine su püskürtmeyi sürdürüyor. Araçtakilerin yüzünü göremiyoruz. Ancak bu işi oyun haline getirmiş olduklarını, yaptıkları işi bir eğlence gibi gördüklerini tahmin edebiliyoruz. Zaten Mecidiyeköy’de, yani bir kaç yüz metre ilerimizde jandarmanın yığınak yapmış olduğunu biliyoruz. Yakınlarında bulunan eylemcilere küfrediyorlar, saldırıyorlar. Tomayı kovaladıktan sonra bir çoğu birbirlerini tanımayan eylemciler olarak söyleşiyoruz.

Konu, eğer başarısız olursak neler olabileceğiyle ilgili tahminler, öngörüler. Söyleşenlerden birisi, “onu bunu bilmem, kaybedersek daha büyük bir gericilik gelecek, dost bildiklerimizin bir çoğu da toparlanan gerici güçlere katılacak, daha büyük baskılara maruz kalacağız” mealinde bir şey söylemişti. Hemen hemen hepimiz bu öngörüyü desteklemiştik.

Haziran ayaklanması yenilince bütün düzen güçleri hiç olmadığı kadar kenetlendiler. Ayaklanma onların arasındaki çelişkileri, çıkar çatışmalarını derinleştirmiş, dar politik gerilimleri arttırmış olsa da, düzene yönelik tehlike karşısında, beklendiği gibi,  bir araya geldiler. CHP,MHP,HDP, Vatan Partisi, Cemaat, TSK, Yargı, Medya ve tabii bu sermaye düzeninin dış bağlamları.

Rejimin elde ettiği Pirus zaferi,  bütün bileşenleriyle  daha da gericileşerek toparlanmasını sağladı. Sermayenin iktidar partisi muhalefeti kolonileştirdi, aynı dili kullanır oldular. Siyaset anlamında, daha önce olmadığı kadar, aynı hizaya geldiler. Gericilikte yarışa girdiler. Bugün Baykal’ın konuşmasını okurken bunları düşündüm.

Aslında Baykal bu konuşmasında siyasal kariyeri boyunca savunuculuğunu yaptığı “laik” TC devleti, kemalizm siyasetinin gen şifrelerini bizim için deşifre etti. Dün CHP’de oy almak adına Alevi yurttaşları sıkıntıya sokacak kadar sıkı Alevicilik yaparken, bugün “sünni Halep”in Alevi Esad’dan kurtarılması adına çağrı yapıyor. Bu refleksle Atatürk cumhuriyetçiliğinin bütün o “laik cumhuriyetçi”, “anti-emperyalist” demagojisini bir kez daha açık ediyor.

Sermaye düzeninin rejimi olarak “Atatürk cumhuriyeti” laiktir, ama bu,  paradoksal olarak, “sünni egemenliğini” esas alan bir laikliktir.   Etnik yapıları Cumhuriyet çatısı altında lafzen eşitler, ama bunu yine paradoksal olarak “Türk ırkı” nın eşitler arasında en eşit olacağı şekilde yapar.

Bugün Baykal, emperyalizmin saldırısı altında parçalanmak istenen “laik Suriye Cumhuriyeti” ne saldıran Türk ordusunun hem Kürtlere, hem Alevilere karşı “sünni Halep”i zaten en başından beri desteklediği, eğittiği, himaye ettiği cihatçı haydutlarla birlikte savunması gerektiğini söylüyor. Üyesi olduğu partinin başında Zaza ve Alevi olduğu iddia edilen bir figür var. O da TSK’nin Suriye’deki faaliyetlerini destekliyor. Zaten tezkere talepleri karşısındaki tavrı da biliniyor.

Öyleyse mesele, Alevicilik, Sünnicilik, Kürtçülük, Türkçülük çerçevesinde konulduğunda, AKP rejimine muhalif de olunsa, aslında ona hizmet edilmekte olduğunun görülmemesidir. Şimdi buna Kürt ulusalcılığı, Alevi mezhepçiliği çerçevesinde karşı çıktığınızda, karşınızda Türk ulusalcılığını, Sünni mezhepçiliğinin mevzilendiğini göreceksiniz. Birde bunu sol siyaset adına yaptığınızı iddia ettiğinizde, bu kez karşınızdakilerin reaksiyonunun solu da kat ettiğini göreceksiniz. Düzenin efendileri daha ne ister?

Kılıçdaroğlu dedim,  Zaza ve Alevi deniliyor, ancak hem içeride Kürtlere, Zazalara, Alevilere yapılan baskıları, uygulanan şiddeti onaylıyor, hem de emperyalizmin işgalini, TC devletinin Suriye’yi işgal hesaplarını, TSK’nın bu çerçevede Suriye’deki direnişçi güçlere saldırmasını savunuyor. Yani selefi cihatçıların Alevi ve Kürt katliamlarını olumluyor. Neden? Nedeni gayet anlaşılır, Kılıçdaroğlu bulunduğu makamın kendisine sınıf siyasetini, işbirlikçi sermaye sınıfının çıkarlarını izlemesi ve kollaması için verilmiş olduğunu biliyor. Orada kalabilmesi için bu görevi şaşmadan yerine getirmesi gerektiğinin bilincindedir. Aynı Baykal ve ötekiler gibi.

Peki Kürtler, Aleviler ulusal demokratik taleplerinde haklı değiller mi? Elbette haklılar, ancak mesele sadece haklı olmak değil, bu haklılık tek başına siyaseten bir şey ifade etmez. Siyaset araçlarla yapılır. İdeoloji, program, dil, ifade tarzı, taktikler, ittifaklar hep araçlardır. Mesele bunların doğru seçilmesinde ve doğru uygulanmasındadır. Siyasetin teoriden uygulama alanına taşınması ancak bu araçlarla olanaklı olabilir. Haklı bir talebinizin, taleplerinizin olması tek başına sizi meşrulaştırmak için yeterli olmayacaktır. Seçtiğiniz, kullandığınız araçlar önemlidir.

Bugün gelinen noktada,  ulusalcı, islamcı, liberal Kürt ve Türk siyasetlerinin (Bunların belli momentlerde ya da belli dönemlerde aralarında işbirliği olduğunu, ittifaklar oluşturduklarını biliyoruz) çökmüş oldukları açıktır. Yine bu noktada, Kürt ve Türk ulusal siyasetlerinin, onlara tutunan mezhepçi yaklaşımların  dış güçlerin hamlelerine ya da bu güçlerden gelebilecek olası katkılarla ilgili beklentilere göre hareket etmeye başladıklarını görüyoruz.Politika oluşturma inisiyatifleri ellerinden alınmıştır. Depolitize edilmişlerdir. Dahası bu kapasitelerini de yitirmişlerdir.

Öte yandan, dün Kürdistan’daki TSK operasyonlarına “vatan savaşı” diyenler, şimdi bu operasyonların Suriye içlerinde sürdürülmesini, Kürt ve Alevi direnişçileri hedef almasını, malum kemalist “almazsan verirsin” yayılmacı zihniyetinin, Atatürk cumhuriyetinin kurucu siyasal genlerindeki “Türkçü, sünni İslamcı” karakterin somut bir tezahürü olarak alkışlıyorlar. Artık  TC’nin “vatan savaşı” emperyalizme karşı siyasal kurtuluş mücadelesi veren laik Suriye Cumhuriyeti topraklarının içlerine doğru genişlemiştir. “Laik TC’nin teminatı TSK”, hilafetçi selefi cihatçılarla ittifak halinde meşru laik Suriye Cumhuriyeti’ni parçalamaya, işgal etmeye çalışmaktadır.

Doğarken laik Türkiye cumhuriyeti sancağı altında vaftiz edilmiş sermaye,  göçerken Osmanlı hilafet sancağına sarılmaktadır. Sermaye sınıfı için Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, özgürlükler onun çıkarlarından, ihtiyaçlarından doğmuştu. Yani onlar sermaye sınıfının alametifarikası değildir. Dün ihtiyacı vardı, kullandı. Bugün ihtiyacı yok. Bir kenara attı. Dün cumhuriyete ihtiyacı olduğunu ilan etmişti. Bugün otokrasi istiyor.

Şimdi yapılması gereken hiç tereddüt etmeden   bütün bu ulusalcı, işbirlikçi yapıların dışında ve karşısında mevzilenmiş, devrimci sol siyaseti oluşturmaktır. Kurtuluşun başka yolu yoktur. Artık emperyalist sistem içinde, kapitalizm şartlarında ulusal egemenliği, laikliği, demokratik yapıları, tek kelimeyle, cumhuriyeti dahi savunmak, kurmak mümkün değildir. Bugün Baykal’ın konuşmasında bütün şifreleri açık edilen TC deneyimi bu gerçeğin anlaşılması bakımından, en azından,  karine oluşturmaktır.

AKP REJİMİ NASIL DÜŞECEK?

AKP rejimi, uluslararası bağlantıları, dayanaklarıyla birlikte eski rejimin bağrında, onun olanakları kullanılarak yaratıldı. Emperyalizm eski soğuk savaş lehine sona erince dünya hakimiyeti veya “tarihin sonu” adına bir stratejiyi uygulamaya koydu. Uluslararası emperyalist finans sisteminin kayıtsız koşulsuz dünya hakimiyetini öngören bir stratejiydi bu.  Bunun için ulusal egemen devlet yapılarının tasfiyesini öngörülmekteydi.

Orta Doğu pilot uygulama bölgesi olarak seçilmişti. Bunun nedeni elbette bu coğrafyanın sahip olduğu enerji kaynakları ve bu kaynakların ABD egemenliğinin başlıca ekonomik aracı olan ABD dolarıyla olan yaşamsal bağlantısıydı. Orta Doğu, başta Çin gibi yükselen bir ekonomi olmak üzere, ABD’nin başlıca rakipleri olan Avrupa ve Japonya’nın enerji ihtiyaçlarını büyük ölçüde temin ettikleri  coğrafyadır. ABD bu bölgeyi kontrol ederek rakiplerini, olası rakiplerini de kontrol edebileceğinin hesapları yapıyordu. Halen de yapıyor.

Bunlar biliniyor. Uzatmayalım. ABD bu stratejinin gerçekleştirilmesi adına savaşı, iç savaşları, terör faaliyetlerini göze almış, hesaplamıştı. Bu doğrultuda kullanacağı araçlarını özellikle  70’li yılların sonlarından itibaren bariz bir şekilde dizayn etmeye başlamıştı. Daha doğrusu temposunu bu yıllardan itibaren hızlandırmaya başladı.

Yetmişli ve seksenli yıllarda Amerikan hegemonyasının sönmekte olduğuna  dair yapılmış ABD menşeli akademik çalışmaların bir çoğuna bakılırsa,  yeni bin yıla girmeden SSCB ve sosyalist blok çözülemezse, ABD hegemonyasının çözülmesinin kaçınılmazlığıyla ilgili iddiaların sıkça ortaya atıldığı görülür. Yine bu çalışmaların bir çoğunda, Amerika’nın ayakta kalabilmesi için parasalcı ekonomik modelin hakim kılınması ve dünya ekonomilerinin de buna koşut dönüşümler geçirmesinin zaruretinden söz edilir.

Tabii bu analizlerin bir çoğu emperyalist saldırı anlayışını meşrulaştırmaya yarayacak gerekçeler üretmek adına yapılıyordu. Böyle olsa da, ABD’nin 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren ekonomik olarak zor koşullar içine girmiş olduğunu biliyoruz. 70’li yıllarda bu koşullar daha da ağırlaşmıştı. ABD sermaye çevreleri bunun SSCB’de olduğu gibi yapısal ekonomik bir sorun değil, sistemik bir sorun olduğunun farkındaydılar. ABD kapitalizmi, sürekli ve kaçınılmaz olarak birisinin ötekini davet ettiği sistemik stagnasyon/ finansallaşma kısır döngüsünden çıkamıyordu. Bunlar da biliniyor.

Zamana oynayan ABD, daha sosyalist blokun çözülmesi esnasında hamlelerini başlattı. Önce Irak, ve Almanya ve Fransa’nın fırsattan istifade etme girişimlerini bozmak adına, önceden  hesapta olduğunu pek söyleyemeyeceğimiz, Yugoslavya saldırısı başlatıldı.

Dünya koşulları, bu arada, Türkiye gibi araç olarak kullanılacak vasal devletlerin henüz ihtiyaca yanıt verecek şekilde dizayn edilmelerinin tamamlanamamış olması hamlelerin sürekliliğini kesintiye uğratmıştı. ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki iki ana hedefi, tarihsel olarak bu bölgenin ele avuca sığmayan, dik başlı iki devleti, İran ve Suriye idi. İran’la savaştan sonra en zayıf halka haline gelmiş Irak sadece kolay bir girizgah ve sonrasında üs işlevi görecekti. Irak’ın her iki hedef ülkeye ve tabii NATO üyesi Türkiye’ye de komşu olduğunu dikkate alalım. O zaman Irak’ın bir özelliği de, müttefikleri olmayan, etrafıyla düşmanca ilişkilere sahip, içeride toplumsal dayanaklarını kaybetmiş bir ülke olmasıydı. Onun bu özelliği ABD’nin işini kolaylaştırmıştı.

Bugünkü Suriye operasyonu planlarının en geç 2001 yılında hazırlanmış olduğuna dair Amerikan medyasında çıkan yazılara internetten ulaşmak mümkündür. ABD’nin yanlışı, İran’ı ve Rusya’yı hafife alıp, Suriye’yi, Saddam Irak’ıyla aynı kefeye koyması oldu. Buna mukabil, Çin’i politik olarak gereğinden fazla ciddiye aldı. Çin’in dünya gücü olma veya hegemonik roller üstlenme potansiyeli olabilir ama vizyonu yoktur. Çin tarihsel olarak her zaman bir bölgesel güç merkezi haline gelmek ister. O kadar. Bu konuya  daha eski yazılarımda değinmiştim.

Bu noktada bir şey ilave etmek isterim. Türkiye ve Suriye arasındaki gerilim 1980 darbesi sonrasında başlamamıştır. İki ülke arasındaki gerilimin tarihi, emperyalistlerin 2.Savaş sonrası Suriye ile ilgili emellerinin de tarihidir aslında. Suriye’de sömürgelikten kurtuluştan sonra iktidarı alan anti-emperyalist, anti-siyonist, laik-milliyetçi güçler, Orta Doğu’ya kötü örnek oluyorlar, bölgedeki bütün anti-emperyalist, anti-siyonist milliyetçi,  hatta zaman zaman sosyalist hareketler için destek noktası işlevi görüyordu. Kısacası, Suriye 50’li yıllardan itibaren emperyalistler için,  tabii onların bölgedeki karakolu Türkiye için de, baş ağrısı anlamına geliyordu.

Yukarıda sözünü ettiğim emperyalist dizayn çerçevesinde AKP rejimi yaratıldı. Parti olarak AKP değil ama AKP rejimi  her zaman “eski rejim” in içindeydi. Bu bakımdan önü açıldı demek daha doğru olur. Bu rejim bir savaş aygıtı olabilecek şekilde dizayn edildi. Kısacası emperyalistlerin planladıkları savaş(lar)  ihtiyacından doğdu. Onu yükselten esas olarak bu ihtiyaç oldu. İşe ordudan başlanması bu bakımdan tesadüf değildir. Ordunun dizaynın meşrulaştırılmasında liberal ve dinci kesimlerin zaten hazırda bekleyen desteği kolayca alındı(1)

Erken bir “Türk baharı” olan Bayrak Mitingleri’nin istismarı  muhafazakar halk kesimlerinin sessiz galeyanına çanak tuttu. Bu mitinglere katılan halk ilericiydi, Cumhuriyet’in kazanımlarının elden gitmesinden kaygu duyuyordu. Yani katılanların kahir ekseriyeti samimiydiler ama organizatörlerin, istismarcıların başka hesapları vardı. Kullanıldılar. Sonraki “Ergenekon” ve “Balyoz”un ilk habercisi olan danışıklı “e-muhtıra” tam da seçim öncesinde devreye sokuldu. Böylece AKP rejiminin önü tamamen açılmış oldu.

Geçerken şunu hatırlatmak isterim, Haziran ayaklanmasıyla bu Bayrak Mitingleri arasında kitlesel talepler, katılan öznelerin kompozisyonu anlamında bir süreklilik olduğu yadsınamaz. Haziran’da, öncekinde eksik olan, sosyalist siyaset, sol talepler, sol militanlık sokaklara hakim oldu. O malum organizatörlere, istismarcılara bu kez ekmek çıkmadı. Sol siyaset tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar kitlesel bir meşruiyet kazandı. Üstelik de yaklaşık 40 gün hemen hemen ülke çapında sokaklarda döğüşerek. Üstelik de bir önderlikten mahrum olarak. Bir süre sonra halk sınıflarının daha önceki devrimci mücadeleleri gibi bunun da boşuna olmadığını, boşa gitmemiş olduğunu idrak edeceğiz.

Evet ne diyordum, AKP rejimi savaş ihtiyacından, emperyalist savaş şartlarında, isterseniz, onun öngününde oluşturuldu. Böyle olunca kaderi de şu ya da bu ölçüde (Suriye’de boyunu da aşan şekilde) dahil edildiği bu savaşların kaderine bağlı olacaktı. “Savaşla gelmişti, savaşla gidecektir” demek de mümkündür.

Bugün Türkiye devleti, Suriye’deki savaşın yitirilme sürecine girmiş olmasıyla birlikte panik halindedir(2). Savaşın emperyalist blok aleyhine sonuçlaması demek TC devletinin AKP rejimi altında çökmesi anlamına gelecektir. Elinde devleti çökertmiş bir rejim ve onun oyuncularının ağır bir bedel ödeyecekleri açıktır.

Yani AKP rejimi muhtemelen bir iç ve/veya dış savaşla tarih olacaktır. İşte tam da bu olasılık proletarya devrimcileri için eşsiz fırsatlar sunuyor. Eğer bu savaşı lehimize çeviremezsek, altın bir fırsatı kullanamamış olacağız. Bu durumda “vuslat”  herhalde epey bir süre için  ötelenmiş olacaktır. Eğer bir proletarya devrimiyle iktidarı alamazsak, bize kapitalist emperyalizmin atına koşulmuş başka bir “TC devleti” kakalayacaklar. Yani azap devam edecek.  Hazırlanmak, en önce bu hazırlığı örgütleyecek yüksek siyasal akla ve cevvaliliyete sahip bir çelik çekirdeği oluşturmak lazım. Kavga şiddetlenmeden, sokaklara çıkılmadan saflar kalabalıklaşıp, sıklaşmaz. Zaman daralıyor.

NOTLAR

1) Daha önce de yazmıştım, (kendilerini “demokratik sosyalist”, “radikal demokrat”, “liberal anarşist” olarak sunan versiyonlarıyla) liberaller ve  (kendilerini kemalist veya orducu sosyalist olarak tanımlayan versiyonlarıyla) ulusalcıların ordu hakkındaki görüşleri, ordunun kapitalist devlet aygıtı içindeki konumuyla ilgili olarak benzer bir akıl yürütme tarzından çıkıyor. Liberal taraf, ordunun devletteki işlevini olumsuzlarken, o devletin kapitalist, burjuva karakterine laf etmiyor. Orduyu eleştirirken, onun içinde yer aldığı, savunduğu düzeni savunuyor. O sınıflı düzenin eşitsiz, sömürgen, baskıcı karakterini “özgürlükçü demokrasi” kavramı altında gizliyor. Öte yandan ulusalcılar, en radikal versiyonlarıyla düzeni eleştirdiklerinde bile orduya toz kondurmuyorlar, onu aksaklıkların giderilmesinde motor rolü üstlenecek özne olarak sunuyorlar. “Cumhuriyet” kavramı altında gizlemeye çalıştıkları aynı düzenin teminatı, koruyucusu olarak görüyorlar. Kapitalist devletin bekasını her şeyin üzerinde tutuyorlar. Onlara göre, düzenin olumsuz, yanlış tarafları vardır, ama o düzenin üzerinde bir kurum olarak ordu her zaman temizdir ve “halkın” çıkarlarından yanadır. Yani ordu “halkın” ordusudur. Zaman zaman kötü yola düşürülmesi içindeki kimi “kötü paşa hazretleri” nin marifetidir. Her iki taraf da orduyu kerameti kendinden menkul, toplumsal sınıflardan, sınıfsal bir aygıt olan devletten bağımsız, her şeyin üzerinde durma kabiliyetine sahip bir kurum olarak görüyorlar. Eleştirilerini böyle bir bakıştan hareketle yapıyorlar. Bu arada, söz konusu iki yaklaşımla, yöntemle, Tanzimat’ın liberal ve ulusalcı iki kanadının akıl yürütme tarzları arasında tarihsel bir süreklilik olduğunu tespit etmek gerekir.

2) Bu yazıdan sonra 2 Şubat’ta internet haber sitelerinde bir haber vardı. Cenevre görüşmeleri ertelenmiş. S.Arabistan’a,  tam bu görüşmelerin başladığı sırada Türkiye’den, aralarında başbakan ve karargah üniformasıyla genelkurmay başkanının da katıldığı bir ziyaret yapıldı. S.Arabistan ve Türkiye, Cenevre’de yenilgi ve çöküşlerinin ilan edileceğini biliyorlar. Aynı sahada olduğu gibi, diplomasi de direniyorlar. Neden ordunun başındaki kişi savaş kıyafetleriyle söz konusu ziyarete dahil olmuştur? Artık TSK’nin cihatçıların müttefiki olarak sürdürdüğü bu savaşın NATO’nun savaşı olduğunu da, eğer NATO, ABD, Avrupa ülkelerinin  açıklamalarına bakacak olursak, söylemek şu aşamada zordur. Veyahut bu savaşın giderek daha fazla S.Arabistan, Türkiye ve Katar’ın savaşı olmaya meylettiğini görmek gerekiyor. Bu ülkelerin Suriye sorunu etrafındaki faaliyetleri bir çok NATO üyesi ülkeyi ve NATO müttefikini de rahatsız ediyor. Dahası kaygulandırıyor.

Şimdi, günümüzün olayları ve geçmişin olayları arasında benzerlikler kurmak elbette tek başına bir şey ifade etmez. Bir analiz değeri de taşımaz. Gelgelelim, benzerliklere işaret etmek bugünün analizi bakımından zihin açıcı olabilir. Elbette tarihte hiç bir olay aynı şekilde tekrar etmez. Dolayısıyla aynı etkileri ve sonuçları yaratamaz. Benzerlik, aynılık değildir. Genelkurmay başkanının bu ziyareti Demokrat Parti devrinde, “Suriye krizi” etrafında, o zamanki genelkurmay başkanının  NATO ve SSCB arasındaki antlaşmaya rağmen hükümeti adına gösterdiği direnişi veya çırpınışı çağrıştırıyor. O zamanki paşa, hükümetinin talimatıyla İsrail’e gitmiş, Suriye’ye birlikte saldırma planına destek aramıştı.