Erdoğan mı kazandı?

Seçim sürecine girildikten sonra yazmış olduğum bir kaç yazıda AKP rejiminin seçim kazanma düzeneği oluşturmuş olduğunu belirtmiş, muhalefetin de bunu bile bile bu düzeneği meşrulaştırmaya hizmet ettiğinin altını çizmiştim. AKP de muhalefeti de bunu göstere göstere yaptılar.

AKP ve MHP’nin devletleşmiş olduklarını görmek gerekiyor. Bu koalisyonun seçim kazanması bir devlet kararıdır. Bu devlet sadece kendi içinde değil, uluslararası bağlamı ve nesnesi olan Türkiye toplumu ile de suni dengeler kurmuş olduğu halde davranıyor.

İlk ciddi toplumsal sarsıntı bu dengeleri alt üst edecektir. Bu rejimin toplumda, kendi dizayn ettiği ve etmeyi sürdüreceği bu muhalefete rağmen kararlı, örgütlü, etkin bir karşılığı yok. Siyaseten konsolide etmiş olduğu geniş bir nüfus yok. Sürekli düşmanlar yaratıp, düşmanlaştırmalarla, korku salarak, sadaka dağıtarak ayakta duruyor. Durmaya çalışıyor. Bundan sonra da farklı bir şey yapmayacak.

AKP rejimi bu seçimi daha ilk turunda kaybetmişti. Önceden hazırlanmış düzenek gereği, daha inandırıcı olmak için yüzde 49,50 ile kazanmış ama işi ikinci tura bırakmıştı. Muhalefet, gerçek bir muhalefet olmadığı için bile bile bu sonucu meşrulaştırdı. Rejim ta başından iki turlu bir “başarı” yı öngörmüştü. Senaryo ona göre yazıldı ve sahnelendi.

Her şeyden önce, 10 milyon civarında sığınmacının olduğu bir ülkede sağlıklı seçimler yapılamaz.

Muhalefeti Kılıçdaroğlu’na eşitlemek doğru değil. O bu kez öne sürülen adaydı. Samimi olarak da kazanacağına inanıyordu. İnandırılmıştı. Muhtemelen etrafındaki “iktidar çevresi”, “haydi bakalım, şimdi senin sıran başkan” demişlerdi.

Tekrar tekrar söylüyorum. Evcilleştirilmiş bir siyasal muhalefeti olmayan bir sermaye düzeni olmaz. Bu bakımdan iktidarın iplerini ellerinde tutanlar bu muhalefetin iplerini de ellerinde tutarlar. En azından tutmaya çalışırlar.

CHP ve etrafına monte edilmiş ittifak (aslında bu ittifak en önce CHP’nin kendi çinde kurulmuştu zaten) bütün AKP rejiminin inşası sürecinde uslu çocuğu oynamıştı. Her türlü açık seçim ihlâllerine ve son olarak da vahim anayasa ihlâline kadar…

Bu AKP rejimi ilk büyük sarsıntıyı Gezi kalkışmasıyla yaşadı. O yığınsal kalkışma CHP’ye rağmen gerçekleşmiş, CHP yığınlarca saf dışı edilmişti. Gezi, düzen muhalefetini dışladığı ölçüde sarsıcı oldu.

Sonra ne oldu? O dinamik, CHP ve HDP’nin rejimin sürekli meşruiyet üretmesini sağlayan seçim tiyatrolarının figüranı haline getirilmesine hizmet eden hamlelerinin peşine takıldı. Devrimci sol hareket en gerekli zamanda buna karşı bir refleks gösteremedi.

O günden bugüne bir seçimden diğerine AKP rejiminin gaz almasının, meşruiyet üretmesinin malzemesi olduk. Şimdi, devrim sözcüğünü duymak bile istemeyen konformist ve kolaycı sol kadrolar “sosyolojik analizler”, “seçim değerlendirmeleri” yaparak, çoğunluğu emekçi olan çaresiz halkın yarısından fazlasını, açık ya da örtük, “bunlar adam olmaz” diye suçlayarak tatmin olmaya çalışıyorlar.

Kendi kanallarında, burjuva medyasının her biri Zihni Sinir kalibresindeki köşe yazarları, “medya yorumcuları” gibi zihin yakmakla meşguller.

Şahsen bu sonuçlara bakınca, rejimin ne kadar kırılgan, halkın devrim talebinin ne kadar güçlü, ama solun ne kadar kafasının karışık, dağınık olduğunu okuyorum.

Halk sınıflarının bu talebini çok iyi algılayan malum rejim güçleri, oligarşi şimdi tekrar bize bir “değişim” pazarlamaya çalışıyorlar. Yine kendi denetimlerinde “yeni” bir muhalefet tarzı ve “muhalif figürler” kakalamak istiyorlar. Gelecek seçim tiyatrosu için hazırlanıyorlar.

Devrimden başka çıkış olmadığını, şimdilik siyaseten ifade edemeseler de, kavramaya başlayan kitleler, elbette kendi siyasal mecralarını bulacak, kendilerini siyaseten ifade edecekleri önderliği ortaya çıkartacaklardır.

Bu seçimin en gerçek sonucu bu beklentiyi takviye etmiş olmasıdır.

Suni denge

15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk devleti içinde kağıtlar yeniden karıldı. Türk devletinin uluslararası bağlamında da değişim gerçekleşti.

O tarihe kadar Türk devleti Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren öngörülen dış bağlamına bağlı kalmıştı.

Gezi kalkışmasıyla sarsılan, 15 Temmuz’da çöken İhvancı AKP, Gülen Cemaati, “liberal emperyalist” neo-liberaller ve Kürt ulusalcıları arasındaki koalisyon yerine MHP ve Türk ulusalcılarıyla daha dar ama daha az kırılgan olmayan bir koalisyon kuruldu. Makamlar paylaşıldı. Erdoğan’ın kişiliğinin merkezi teşkil ettiği bir suni denge oluştu.

Elbette bu ikinci koalisyonun da, öncekinden farklı olmakla birlikte, uluslararası bir bağlamı vardı. Bu kez, bir tarafında ABD-NATO’nun, diğer tarafında onların ezeli rakibi (Bu iki güç temelleri 19.yüzyılın erken evrelerinde atılan sürekli soğuk savaşın iki asli tarafıdır) Rusya’nın yer aldığı bir suni denge yaratıldı.

Suni dengeler, düzensizlik koşullarında, iktidar güçlerinin veya çatışma halindeki devletlerin siyasal konumlarını sürdürebilmek veyahut siyasal hedeflerine ulaşmak için geçici ya da konjonktürel olarak bu koşulları kendi aralarında düzenlemeleriyle oluşturulur. İç dinamiklerden kaynaklanan yapısallaşmış, kuralları, kurumları oluşmuş genel bir denge durumu söz konusu değildir. Günü kurtarma, zaman kazanma ya da büyük kırılmayı şimdilik öteleme gayesine referans verir.

Kabul edelim, AKP rejimi, 15 Temmuz’dan hemen sonra gerçekleştirdiği sivil darbeyle yarattığı tek adam yönetiminin temin ettiği esnekliğin de katkısıyla genel olarak doğru zamanda doğru hamleler yaptı.

Rusya ve ABD’nin Doğu Akdeniz’de başlayan ilk ciddi çatışması, beklendiği gibi daha az dolaylı olduğu halde, Karadeniz’e kaydı.

Eski dünya düzeninin çöktüğü ve yenisinin henüz kurulamadığı koşullarda, AKP rejimi için uluslararası güçler karşısında Suriye sorunu etrafında elde edilmiş siyasal hareket alanı, Ukrayna sorunu etrafında daha da genişledi. Bununla birlikte daha kırılgan hale geldi.

Bugün devlet içindeki güçlerin ve uluslararası güçlerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle aralarında oluşmuş bir tür suni denge var. Şu an için içeride ve dışarıda hiç bir tarafın bu dengelerin bozulmasına yönelik girişimleri söz konusu değil. Dahası, bu güçlerin Erdoğan’dan vazgeçmeleri için hali hazırda anlamlı bir neden de yoktur.

Kılıçdaroğlu’nun liderliğini yaptığı çok birleşenli muhalif kanat onlar adına pahalıya mal olabilecek bir risktir. Evet, bugün için bu iç ve dış güçler bu dengenin bozulmasını göze alamıyorlar. Uluslararası güçler söz konusu olduğunda, bunun en önemli nedeni, aralarındaki çatışmayı doğrudan değil, giderek zorlaşsa da, dolaylı olarak sürdürmeyi tercih etmeleridir. Dolaylı kapışmalar koridorlara ihtiyaç duyarlar.

Devlet içindeki güçler arasında suni denge doğrudan bu dış güçlerle sağlanmış geçici ve kırılgan dengeye dayanmaktadır. Bunun tersi de doğrudur.

ABD ve NATO’nun BOP stratejisini uygulamaya koymasından biraz önce dış dinamik, genel olarak, ABD’nin müttefiği olan devletlerde, etkin hale geldi. Aynı önceki soğuk savaş periyotunda olduğu gibi. Bu ülkelerin sermaye sınıfları politik olarak bir hizaya getirildi.

Hem ABD hem de Rusya isteklerini Erdoğan’a aşağı yukarı kabul ettirebiliyorlar. Ukrayna savaşının yarattığı koşullar, Erdoğan’ın elini biraz daha güçlendirmiştir. NATO bu savaşta, Türk devletini tam arzu ettiği gibi, etkin bir kanat ülkesi olarak kullanamıyor. Ancak, Türkiye’nin kendi kontrolü altında, Rusya karşısında ihtiyaç duyulan koridor ülke işlevini yerine getiriyor olmasından da rahatsız değildir.

Ayrıca ABD’nin Doğu Akdeniz macerasının göç hareketi gibi sonuçlarının yarattığı tedirginlik ve AKP’nin bu hareketin Batı’ya yönelmesini önlemek adına taahhütlerini de ihmal etmemek gerekir. Koridor işlevi bu tür olgulara da referans veriyor tabii.

Rusya açısındansa, çok kritik bir coğrafyada bulunan bir NATO ülkesinin şahinleşmeden, Rus çıkarlarına çok aykırı bir siyaset izlememesi bir kazanım olarak değerlendiriliyor olsa gerektir. Rusya için Türkiye bugün itibarıyla hem Akdenizde hem Karadenizde feda edilemeyecek bir koridordur. Rus devleti, Türkiye’deki muhalefetin hali hazırda ABD bloğuna yakın durduğu değerlendirmesini yapmaktadır.

Öte yandan, Rusya’nın giderek ağırlığını hissetirdiği Doğu Akdeniz’de ABD’nin kullandığı oyuncuların Türk devleti tarafından tehdit olarak algılanması; Türkiye’nin Suriye’de kullandığı oyuncuların da Rusya tarafından tehdit olarak değerlendirilmesi bu suni dengeyi daha da kırılgan hale getirmektedir.

Söz konusu uluslarası durumdaki değişme her an bu dengeyi bozabilir. Bu durum Türk devletindeki dengeleri de bozar, Erdoğan’ın iktidar konumunu yitirmesine yol açacak gelişmelere yol açar. Erdoğan’ın içerideki ittifakına daha gözü kara dinci örgütleri dahil etme çabasının önemli bir saiki de bu olasılıktır.

Tekrar olsun, Erdoğan figürü olmaksızın bu iç ve dış koalisyonun sürdürülmesi kabil değildir. Onu çekip alırsanız, bütün bu güçler, en azından bir süre için havada kalırlar. Belirsizlik riski aktüel hale gelir.

Bu bakımdan iç ve dış bütün bu güçlerin Türkiye’deki siyasal gelişmelere, olası siyasal gelişmelere müdahil olmamasını beklemek safdillik olur. Bütün taraflar açısından bu müdahalenin boyutları kaybedilecek şeylerin önemiyle doğru orantılıdır.

Bu arada, devlet içindeki ve devletler düzeyindeki politik suni dengenin ekonomik finansmanının Türkiye’de ve dünyada giderek kötüleşen koşullar dolayısıyla mevcut haliyle sürdürülmesi güçleşmektedir. Unutmayalım ki, bütün bu dengeler başta emekçiler olmak üzere halk sınıflarının ekonomik refahıyla bağlantılıdır. Bu refah bugün itibarıyla reel olarak erozyona uğramıştır.

Neo-liberal ekonomik anlayış her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de ekonomiyi iyice kırılganlaştırmaktadır. Bu durum, süreğen bir kriz hali olarak kendisini dışa vurmaktadır.

Suni dengeler yukarıdan kurulur. Aşağıdan gelen reel toplumsal taleplere referans vermezler. Yani iç dinamiklere dayanmazlar. Bu koşullarda, içeride, en geniş kitleler nezdinde sürekli rıza üretilmesine, yeniden -üretilmesine muhtaçtırlar.

Yalnız bu noktada, Franklin Roosevelt’in bir saptamasını da hatırlatmak isterim : İhtiyaç içindeki insanlar özgür değildirler. Özgür olamazlar.

AKP rejiminin “böl/yönet” taktiğine hizmet eden kültüralist söylemiyle ta başından elde ettiği ideolojik meşruiyet, artık tersten ve çok daha nitelikli kitleler tarafından taşınan kendisini hedefleyen bir silah haline dönüşmektedir. Ekonomik dengelerdeki dramatik bozulmayı ideolojik araçlara abanarak kapatma çabasının artık sürdürülebilir olmadığı açıktır. AKP rejimi giderek genişleyen ve nispeten nitelikli bir kitlenin nazarında meşruiyetini kaybetmektedir. Kılıçdaroğlu etrafında oluşan geniş koalisyon bu halin somut siyasal dışavurumudur.

Yağmacı, sadakacı, spekülatif lümpen ekonomik gelişme anlayışına dayanan yapının iyileştirilmesi ya da regüler, rasyonel bir ekonomik anlayışla dönüştürülmesi, en başta Erdoğan ailesi tarafından temsil edilen bu ekonomik rejimin öznel dayanakları, ona eklemlenmiş çıkar gruplarının yani oligarşinin konumları dikkate alındığında olanaklı değildir.

Muhtemelen Erdoğan bir kez daha seçim kazanacaktır. Daha doğrusu, bir kez daha ona kazandırılacaktır. Ancak AKP rejimi ve hatta Erdoğan’ın bizzat kendisi de artık bu dengenin ağırlığını çekebilecek halde değildir. Erdoğan’ın kazanmasından sonra başlayacak süreç bu rejimin bütün defolarını açığa çıkartacaktır.

Daha erken bazı yazılarımda da belirtmiş olduğum gibi, Erdoğan, bir tarihsel Mefisto rolünü de üstlenerek, bizi bir devrime ya da devrimlere taşımaktadır. Bunun için bu rejimin dayandığı kırılgan dengeleri devrim adına sokaktan zorlamak, sarsmak gerekiyor. Devrimci siyasal buhrandan korkmaz; siyasal buhranın süreğenleşip, derinleşmesi için çalışır.

Bugün AKP rejimi 2013’ten daha zayıf; biz 2013’ten daha güçlüyüz.

Mücadele sürüyor

İlk turu gerçekleşen seçimlerde yine bir “AKP devri klasiği” ne tanık olundu. AKP, daha önceki seçimlerde de görüldüğü gibi, göstere göstere tezgahını kuruyor, oyları istediği gibi manipüle ediyor, muhalefet de izliyor. İzlerken, zaman zaman cılız bazı itirazlarda bulunuyor. Sonuçta, “atı alan Üsküdar’ı geçiyor”. Solcular dahil, muhalefet de bu sahte sonucu kabulleniyor.

Bu kez, seçim kararı alınmadan önce AKP, YSK’yı ve seçimlerle ilgili mahkemeleri yeniden düzenledi. . Karşısına çıkacak adayın kim olacağına bile kendisi karar vererek, muhalefeti dizayn etti. Muhalefetse, daha önceleri yapmış olduğu gibi, siyasal akılla izahı mümkün olmayan, adeta her şeyi kabullenen davranışlar sergiledi.

Muhalefet, seçimler gündeme gelirken vahim bir anayasal suça da, ahmakça bir özgüvenle, ortak oldu. Bu ülkenin demokratikleşme tarihi anayasa mücadelesi tarihi olarak da okunabilir. Bizzat CHP’nin kendisi de bu mücadeleden çıkmıştır.

Gelgelelim, öncelikle Erdoğan ve ailesinin ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş, onların çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde işlerliği olan bu rejimin anayasal çerçevesinin dahi AKP tarafından ihlal edilmesi karşısında CHP ve sosyalistler kararlı, etkili bir direnç gösteremediler. Bu mevcut “kişiye özel” anayasanın çerçevesi içinde hareket edilmesi için direnmediler. Anayasının aksi yöndeki maddelerine rağmen Erdoğan’ın aday olmasına CHP resmen itiraz dahi etmedi.

Yani muhalif güçler hukuksuzluktansa, düzenin (ne kadar sorunlu olursa olsun) hukuksal çerçevesi içinde hareket edilmesi talebini kararlı olarak yükseltemediler.

Erdoğan için her hukuksal kodlamanın bir sınırlama anlamına geldiğini, hangi anayasa ya da hukuksal düzenlemeyi keyfi şekilde uygulamaya koyarsa koysun, bir süre sonra bu düzenlemenin Erdoğan Ailesi ve yandaşlarının ülkeyi yağmalama iştahı ve hızı karşısında bir engel haline geldiğini görmek istemediler. Böylece de AKP’yi kendi silahıyla vurma avantajını kullanamadılar.

Otokratın kişiliğinde somutladıkları siyasal kavganın aynı zamanda bir anayasa kavgası olduğunu ihmal ettiler. Bu bakımdan, muhalefetin anayasa karşısındaki tavrı fiilen otokratın kaale almama tavrından farklı olmamıştır.

Genel olarak devrimci sosyalist harekete baktığımızdaysa, özellikle 2013 Gezi Ayaklanması’ndan sonra parlamento ve başkanlık seçimlerinin odağında yer aldığı bir savaşımın fiili stratejik hedef olarak benimsenmiş olduğunu saptıyoruz. Devrimci perspektif lafta kalmıştır. Devrimciler devrimi unuttular.

2013 sonlarından itibaren sürekli olarak seçimler etrafında demokratik mücadeleye yoğunlaşmak sol hareketi, reel olarak, “Tayyip Erdoğan’sız AKP rejimi” talebini yükselten düzen muhalefetinin peşine takmıştır.

Şimdi durum böyleyse, daha ileride, parlamentoya girildiğinde, örneklerini daha önce Batı Avrupa’da görmüş olduğumuz gibi, devrimden söz etmenin “aşırılık” veya “çoçukluk hastalığı” olarak yaftalanması beklenmelidir.

Parlamento için savaşım devrimci sosyalistler için işlevsel manada bıçak gibidir. Hem ekmek hem insan kesmek mümkündür. Burjuva düzeni ancak devrimle sosyalizme dönüştürülebilir. Çok özel koşullar gerektiren çok küçük bir olasılığı abartmak “çocukluk hastalığı” olamaz. Bunun tersini savunmak oportünist bir tavır olarak düzeni meşrulaştırmaya hizmet eder.

Devrimi gerçekleştirmiş, özgüvenli, yüksek moralli bir partinin gerçekliği okuma biçiminin, zor bir mücadele içinde devrim gerçekleştirmeye çalışan partinin gerçekliği okuma biçimine göre esneklikler göstermesi, barışçıl araçları olumlaması tolere edilebilir. Ancak bu onun kabul edileceği anlamına gelmemelidir. Kaldı ki bu tür bir olasılığı dile getirenlerin kendileri dahi barışçıl olmayan bir kalkışma sonucunda iktidarı almışlardı.

Bugüne kadar hiç bir gerçek toplumsal devrim zorsuz, şiddetsiz, terörsüz gerçekleşmemiştir. Robespierre’imizin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, “devrimsiz devrim olmaz”. Hiç kuşkusuz, bu durum devrimcilerin tercihinden değil, düzenin tercihlerinden, devrimcilere karşı kullandığı araçlardan kaynaklanıyor.

Özellikle Gezi’nin sönümlenmesinden hemen sonra devrimci sol oluşumların kadroları arasında giderek ivmelenen konformist, Kürt ulusalcılığına yaslanmak gibi kolaycı eğilimlerin konsolide edilmiş olduğu gayet net olarak saptanabiliyor.

Buradan çıkmak zorundayız. Öncelikle devrimci sol siyaseti düzen ve onun muhalefeti karşısında, bilindik stratejik hedeflere vurgu yaparak, tabii konformizm engelini aşarak, bağımsız bir siyasal odak olarak konumlandırmak gerekiyor.

Seçime gelince, artık olan olmuştur. En azından yetersizliklerimizle, konformizmle oluşmasında bizim de siyasal katkımızın bulunduğu bugünkü koşullarda, seçimin ikinci turuna mümkün olan en geniş katılımla gitmek, sandık güvenliği için örgütlenmek elzemdir. Bunu sadece Kılıçdaroğlu’na kazandırmak için değil, yüzde ellinin çok üstünde bir oyla “adama kazandırmamak” adına yapmamız gerekiyor. Erdoğan ne kadar fazla oy alırsa, rejimi o kadar çok fütursuzlaşacaktır. Kimsenin şüphesi olmasın.

“AKP Rejimi” seçimle sona erer mi?

AKP rejimi, eski dünya düzeninin çöktüğü, yerine yenisinin kurulamadığı koşullarda, Anglo-Amerikan emperyalizminin dünyayı fethetmek için çıkış noktası olarak gördüğü BOP hamlesi sırasında, onun ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde dizayn edildi.

Emperyalistlerin söz konusu hamlesi Suriye halkının direnişiyle boşa çıkartılınca, AKP rejimi üzerindeki emperyalist kontrol da aksamaya başladı. Rejim özellikle de “neo-con” ların başarısız darbe girişiminden sonra geniş bir hareket alanına kavuştu. Bu genişlemiş alanı kendisini tahkim etmek için kullandı.

Temel olarak kamu kaynaklarını, kamu mallarını ihaleler, varlık fonu vb araçlarla yağmalamaya dayanan bir düzen kurdu. Büyük parasal kaynakları kontrol etmeye başladı. Bunun temini için gerekli olan hukuksal, siyasal kurumsal yapıları oluşturdu. Ayakbağı ya da kendisi için tehdit olarak algıladığı eski kurumsal yapıları yozlaştırdı, dönüştürdü veya ortadan kaldırdı.

Bu yapılar sayesinde devasa para kaynakları ve sermaye sınıfı üzerindeki egemenliği dramatik ölçüde güçlendi. Artık söz konusu ekonomik kaynaklar Tayyip Erdoğan ailesi ve onun yakın çevresi tarafından denetleniyor. Onun tarafından “yandaş” tabir edilen kesimlere dağıtılıyor. Böylece sermaye sınıfı da yeniden dizayn ediliyor.

Kuralsız, kayırmacı, kamu bankalarının usulsüz kredileriyle desteklenen, yap-işletçi inşaat ihalelerine öncelik tanıyan lumpen birikim anlayışının yol verdiği “lumpen sermaye” olarak adlandırılabilecek sermaye, başta Tayyip Erdoğan’ın şahsında palazlandı.

Rejim bu ekonomik düzeni, ekonomik düzen de rejimin işleyişini sürekli besliyor. Ancak rejimin bu işleyişi her geçen gün daha geniş halk kesimlerini yoksun ve yoksul hale getiriyor. Orta katmanlar sürekli olarak (kapitalist dünyanın genelinde de tanık olduğumuz gibi) yoksullaşıyor. Zenginlikler giderek çok daha dar bir kesimin kontrolüne giriyor.

Emek örgütlerinin bu düzene uyarlanmamak için direnenleri ya baskılanıyor ya da işlevsiz hale getiriliyor. Diğer taraftan da, ara ara ücretli kesimlere, hayat pahalılığı ve yoksulluk olarak kendilerine geri dönen, ulufe dağıtılıyor. Böylece aralarla kitlelerin gazı alınmak isteniyor. “Tek adam” yönetimi bu bakımdan çok işlevsel oluyor.

Rejim, denetiminde bulunan enformatik araçlar sayesinde Türkçü-İslamcı motiflerin baskın olduğu eklektik ve tamamen demagojik kültüralist çağrıları kitlelere empoze ederek onların kafalarını iyice karıştırıyor.

Muhalefetin ana gövdesini oluşturan Millet İttifakı’nın bu ekonomik düzen ve onun enformatik söylemiyle esastan bir sorunu yok. Şikayet ettikleri, kuralsızlık, kayırmacılık, liyakatsizlikle suçladıkları tek adam rejimidir. Yoksa, onun ekonomik ve emperyalist siyasal çizgisiyle ihtilafları yoktur.

Seçimlere bu tablo içinde giriliyor. Bu rejimin bir seçimle alt edilebileceğinin propagandası yapılıyor. Yanlıştır. Sosyalist sol da, genel olarak, bu propagandadan medet umuyor. Seçimleri muhalefetin kazanması halinde rejime sürdürülebilirlik adına ayar verilecektir. Tahkim edilecektir. Böylece, devrimci bir kalkışma olasılığı ötelenecektir.

Bununla birlikte, “tek adam” anlayışının olası tasfiyesiyle, otokratik yönetim anlayışı zayıflayacak, emekçi kitlelerin demokratik örgütlenmesinin önü bir ölçüde açılabilecektir. Rejimin daha otoriter bir yapıya doğru evrilmesi önlenecektir.

Ancak her iki durumda da, rejimin sürdürülebilmesi mümkün olmayacaktır. Devrimci ortamın oluşturulabileceği koşullar kaçınılmaz görünmektedir. Erdoğan’ın kazanması rejimi, daha otokratik, daha faşizan bir evreye taşıyacaktır. Bununla beraber devrimci kırılma olanak ve olasılığı yüksek olacaktır.

Seçim öncesi ülkede genel hava Erdoğanlı AKP rejiminin kaybedeceği yönündedir. Oysa anketlere bakılacak olursa, Erdoğan geçmişte çok güçlü olduğu bir çok yerde hâlâ çok güçlüdür. Yüzde 60-70 oy almış olduğu, aralarında depremden zarar gören kentlerin de bulunduğu yerlerde, bu oranların üç beş puan altında da olsa, halen güçlüdür. Bunu ihmal etmemek gerekir. Yani muhalefet adına sonuç çantada keklik değildir. Muhalefetin çok parçalı yapısı da, Erdoğan gibi çimento işlevi gören bir figürden yoksun oldukları için kararsız seçmenler bakımından aleyhte bir faktördür.

Sosyalist sola gelince, bu kadar önem atfetmiş oldukları bir seçime gerçek bir güçbirliği halinde hazırlanmamış olmalarının izahı yoktur. Bu yüzden kendilerini emekçi sınıflar, ilerici kesimler nezdinde, bu rejime karşı bir seçenek haline getirememişlerdir.