Yaklaşan felaket

Kapitalizmin her krizi, zaman aralıkları giderek kısalan,  daha büyük  krizlerin habercisi oluyor. Kapitalizmin 2008’de ilan edilen  krizi global çapta yeniden finansal genişlemeyle aşılmaya çalışıldı. Çok geçmeden bunun da sürdürülebilir olmadığı ve üstelik global çapta sistemik bir çöküşü hızlandırıcı  işlevinin olduğu görüldü.

Trump tam bu sıralarda başkan oldu. Çok geçmeden seçim öncesinde vaat edilen korumacı ekonomik politikaların uygulanamayacağı anlaşıldı. Zaten onun dile getirdiği  vaatler ABD’nin hegemonik siyasetiyle çelişmekteydi. Bu koşullarda milliyetçi bir hamasetle desteklenen uluslararası çapta  “ceza kesme” ve ambargo uygulamalarıyla çöküşü öteleme siyaseti devreye sokuldu.

Bu palyatif önlemler, paradoksal olarak,  çöküşü, global zeminini iyice genişleterek,  daha da yakına çekmek gibi bir işlev görmektedir. Biraz sonrasında emperyalistlerin cebri yollara başvurma eğilimlerinin daha da güçleneceğine tanık olacağız. İzlenen hegemonya siyaseti ekonomik krizlerin derinleşmesine; ekonomik krizler, artık olağan araçlarla çözülmesi kabil olmayan, büyük siyasal krizlerin dal budak salmasına yol açacaktr.

Geçmişteki tarihsel örneklere baktığımızda, bu şartlardan doğrudan sosyalist devrim  çıkma olasılığının zayıf olduğunu, buna karşın, söz konusu şartların faşizmler veya faşizan rejimler yaratma potansiyelinin yüksek olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda, bu tür devirlerin anlamlı bir karakteristiğinin, birincisini olanaklı kılacak şekilde, sol sınıf siyasetinin dağıtılması, sol güçlerin dağınık hale getirilerek etkisizleştirilmesi olduğunu da saptayabiliyoruz. Elbette buradan her zaman böyle olacağı sonucu çıkartılmamalıdır. Gelgelelim, içinde bulunduğumuz duruma bakınca bir benzeşmeden söz etmek yersiz olmuyor.

İşçi sınıfı siyaseti ekonomi ve politika arasındaki sıkı bağlantıyı, hem kendi içinden hem de dışından kaynaklanan saiklerle,  kavramayacak veya böyle bir siyasal sınıf bilincinin uygulamasını yapamayacak hale sokulmuştur.

Kapitalizmin, artık kendi oyun kurucuları, en önemli kurumları tarafından da kabul edilen, çok yaklaşmış büyük sistemik krizi, muhtemelen global ölçekli savaşlar halinde tezahür eden bir dünya durumu yaratacaktır. Geçmişte yaşanmış benzer durumlara baktığımızda, devrimci sosyalist eğilimlerin ancak bu şartlarda güç ve mevzi kazandığını tespit ediyoruz.

Mekanik bir tekrardan söz etmiyorum.  Neden-sonuç ilişkisi bağlamında fikir yürütüyorum. Yani büyük ekonomik krizler doğrudan sosyalist sonuçlara yol açmıyor. Kapitalizmin demokratik kabuğundan kurtulmasını, özündeki kural tanımaz otoriterliğin bütün çıplaklığıyla sahne almasını sağlıyor. Bu aynı zamanda, olası iç ve dış savaş koşullarına uygun politik yapıların oluşturulması anlamına geliyor.

Büyük devrimler, kitlelerin kendilerine öğretilmiş, kuşaklar boyu devredilmiş doğruların, anlamların, adalet duygusunun çöktüğü büyük yıkım koşullarında meşruiyet kazanabiliyorlar. Büyük devrimlerin büyük teröre ihtiyaç duymalarının gerekçelerini de burada aramak gerekir. Terörsüz devrim, ya da Robespierre’in tabiriyle, “devrimsiz devrim” olmaz. Çağlar kapanırken de, açılırken de terör ebesine ihtiyaç duyarlar.

Bu bakımdan, “özgürlükçü” ya da “demokratik sosyalizm” devrimden korkan ama solculuğu da çizdirmek istemeyen iki yüzlü küçük burjuva konformizmine referans verir. İçinde bulunduğumuz durum, devrimi ve kamusalcı bir toplumu öngörmeyen  solculuğun boş laf olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Kuralsızlık, diplomasinin önemini yitirmesi ( ya da aynı anlama gelmek üzere, havanda su dövme işlevini üstlenmesi) terör, “faili meçhul” suikastler bu tür devirlerin adeta alameti farikası haline geliyor. Geçmişte bunun en çarpıcı örneklerini 1.Dünya Savaşı’nın hazırlandığı süreçte, 1870’lerden 1915’e giden dönemde görüyoruz.

Mesela, şu son Suudi elçiliğindeki cinayet… S.Arabistan, BOP projesinin uygulanmasında özellikle sağladığı parasal kaynakla önemli bir rol oynadı. BOP’un çökmesiyle S.Arabistan da fiilen çöktü. Tekrar ayağa kalkmak için yaptıklarını, Saray’da cereyan eden olayları hatırlıyoruz. Bütün o olup bitenler ABD’nin (ve tabii İsrail’in) kontrolü, yönlendirmesi, desteği altında gerçekleşebildi. Ancak gayet iyi biliyoruz ki, emperyalistler, maşalarının maşa olarak kalabilmesi için onların ayakları üzerinde durmalarına izin vermezler. Kırılgan olmaları gerekiyor.

Ekonomik sorunlarıyla boğuşan S.Arabistan, ABD başta olmak üzere emperyalistlerin azalmak bilmeyen sponsorluk talepleri karşısında mırın kırın etmeye başlamış, petrol fiyatlarını arttırarak bu taleplere yanıt vermeye çalışmıştı.

S.Arabistan’ın bu davranışı, kendisiyle birlikte en önemli petrol tedarikçisi olan “düşman” Rusya’nın ekmeğine yağ sürmekteydi. Emperyalistlerin ambargolarıyla ekonomik kıskaç içine almaya çalıştıkları Rusya bu sayede nefes almaya başladı. Üstelik Kasım’da başlayacak İran’a yönelik ambargo, pek yakında  Suriye’de yeniden kızışacak ortam öncesinde  S.Arabistan’dan ilave fedakarlıklar bekleniyordu.

İşte bu sıralarda Trump’ın arka arkaya S.Arabistan’ı hedef alan “şantaj tweetleri” devreye sokuldu. Arkasından da elçilik cinayeti tezgahlandı. Suudiler tuzağa düşürüldü. Bu cinayet, hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde, bir ABD-İsrail senaryosunun gerçekleştirilmesi olarak görülmelidir. Olayda zaten (tıpkı MİT gibi)  CIA ve MOSSAD’la iç içe geçmiş Suudi istihbarat örgütü “icra heyeti” olarak kullanılmıştır. Böylece Suudi devleti iyice avuca alınmıştır. Senaryonun devamı, Suudi devletinin tavrına bağlı olarak sette yazılacaktır. Eh tabii,  başka bir  BOP kurbanı ülke olarak “yetmiş sente muhtaç” hali perişanı herkesin malumu olan Türkiye de bu cinayetten maddi olarak sebeplenmek isteyecektir.