Bu seçim sonuçlarıyla ne yapılacağı önemli

Son on küsur yıldan beri AKP’nin inisiyatifiyle toplum bir seçimden ve referandumdan diğerine koşturuldu. Hepsinde oyun kurucu olan AKP idi. Amiyane tabirle, tezgahı iyi kurmuş olduğu için -bu sonuncusu hariç – hepsinden beklendiği gibi yengiyle çıktı.

CHP son seçimde beklemediği bir oranda başarı elde etti. Çünkü seçmen ağır ekonomi-politik koşulların baskısı altında bir tepki verdi.

Bu tepki içinde bulunduğu ağır koşullardan kurtulmak adınaydı. Bunu, bu tepkili kitlelerin, “haydi belediyeleri biraz da CHP yönetsin” mesajı olarak okumak CHP adına büyük bir yanlış olur.

Kitleler sıkıştırıldıkları, bunaltıldıkları koşullardan çıkış arıyorlar. Yerel yönetimlerin kazanılması, iktidarda bir gedik açabilir, açtı da. Ancak bu gedikleri çeşitli biçimlerde gidermenin olanaklı olduğunu da unutmayalım. Son yirmi küsur yılda örnekleri az değil, öyle değil mi? Kitlelere moral verebilir, nitekim verdi. Ancak bütün bunlar şu haliyle, en çok, kitlelerin yerel bazı kazanımlara kavuşmalarını sağlayabilir. O kadar!

Oysa, insanların en yakıcı sorunlarından çıkış beklentilerinin anahtarı merkezi yönetimdedir. Yani bu merkeze sahip olunmadan kitlelerin gerçek taleplerine yanıt verilemez.

Görülecektir, çok geçmeden Saray ve onun devleti yerel yönetimleri markaja alacak, çalışmalarını engelleyecek ya da kısıtlayacaktır. Bunu gerçekleştirme olanak ve araçlarına sahiptir. Yapmadığı iş de değil zaten. Belediyler üzerinden bir tür kayıkçı kavgasıyla gündemi çekip çevirecektir.

Bu arada, ekonomide de zaman kazanmaya çalışıyor. Zamanı kendi lehine kullanmak için adımlar atıyor. Bunu da daha önce bir çok kez yapmış, kitlelerin desteğini almayı başarmıştı. Yine Mehmet Şimşek sahada, top çeviriyor. Yer yer muhaliflerin de desteğiyle, olumlu algılar yaratılmak isteniyor. Şimşek’in AKP’nin olası bir baskın seçimi için formatlanmış OVP’sine karşı muhalefet, bırakınız karşı durmayı, desteğini bile ifade etti. Böyle olmaz!

Şurası çok nettir: Erdoğan bu siyasal “topal ördek” konumundan uygun koşulları süratle hazırlayıp kurtulmak isteyecektir. O zamana kadar, muhalefetle “yumuşama” görüntüsü vererek zaman kazanmaya çalışıyor.

Muhalefet tersine, Erdoğan’ın sertleşerek kontrolünü kaybetmesine yol açacak adımlar atmasını sağlamaya çalışmalıdır. Yani, Erdoğan’la bir yumuşama değil, sertleşme muhalefetin lehine olur. Bu talep geniş kitlelerin verdikleri mesajda içkindir.

Bu seçim sonuçlarıyla CHP’nin ne yapacağı önemlidir. Giderek savunmaya mı çekilecek, yoksa atak oynayarak kurguladığı oyunda, Erdoğan’ı siyaseten sonunu getirecek biçimde kendi sahasına hapsetmeye mi yönelecektir?

Bilemiyoruz. Ancak bugüne kadar ki CHP pratiğine baktığımızda, ilk seçeneğin gerçekleşme olasılığının hiç ihmal edilmemesi gerektiğine vurgu yapmamız da meşru oluyor.

Bu 1 Mayıs’ta CHP ve bütün sol muhalif güçler, inisiyatif alarak, en kısa sürede bir erken seçim çağrısı yapmalıdırlar. Sonbahara kalmadan bu yıl içinde bir erken seçim çağrısı yapmak zor koşullarda bulunan geniş kitleler nezdinde olumlu bir tepki görecektir.

Son seçimlerin mesajı, halkın bu iktidardan acilen kurtulmak talebidir. Bunu görmek lazım. Zaman AKP’nin lehine işliyor, işlemeye devam edecek. Böyle bir çağrıyla, iktidar koalisyonundaki sarsıntıyı yıkıma çevirmek de olanaklı olacaktır. Aksi halde, bu yıkım muhalefet cephesinde gerçekleşebilir.

Tayyip Erdoğan’la hiç bir samimi görüşme yapılamaz. Böyle bir beklenti ahmaklık olur. Eğer söz konusu görüşme ille de olacaksa, halkın acil beklenti ve ihtiyaçlarını talepler olarak programlaştırıp, Erdoğan’a dayatmak için yapılabilir. Olmadı, o görüşme platformu en geç Ağustos ya da Eylül ayında bir erken seçim talebi ilanı için kullanılır.

Eğer CHP ve artık onun içinde (şimdilik) özerk bir siyasal vektör haline gelmiş İmamoğlu gerçekten iktidarı hedefliyorlarsa, kitlelerin acil taleplerini dile getiren bir programla derhal erken seçim çağrısı yapmalıdırlar.

Yoksa, tarihi ve makus talihlerini tekerrür ettirirler.

AKP rejiminin iki dönemi

AKP rejiminin ilk dönemi, ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte, emperyalist neo-liberal hegemonyasını dünya çapında gerçekleştirerek “tarihin sonu” nu getirmek için uygulamaya koyduğu genel saldırı stratejisi koşullarında oluşturuldu.

Bu, emperyalist hegemonik stratejiyle aynı hizaya gelmeyen veya gelmekte ayak sürüyen siyasal yapıların çeşitli biçimlerde tasfiye edildiği bir dönemdi. Bu dönemi AKP, NATO gladyosunun bir aracı haline getirilmiş Gülen Cemaati’yle koalisyon halinde geçirdi. Cemaat’in -ABD adına- kontrolü altındaydı.

ABD’de oğul Bush dönemi, yeni-muhafazakar tabir edilen entelektüel çevrenin desteğiyle fütursuz saldırılarını sürdürüyordu.

AKP de, Türkiye’deki, isabetli olmayan şekilde “liberal”, ya da “sol liberal” olarak etiketlenen, aslında “yeni-muhafazakâr” olan entelektüel çevrenin ve onların hizmetkârı oldukları işbirlikçi büyük sermaye sınıfının açık desteği ve Cemaat’in devletteki etkisi kullanılarak açılan yolda iktidarını sağlam temellere oturtma olanağı buldu.

Tabii devletten gelen destek sadece Cemaat’in çabasıyla gerçekleşmedi. Devlet içindeki bilindik asker ve sivil NATO’cu güçlerin tercihi de AKP’den yanaydı. “Bilindik” güçler çünkü, onlar özellikle 27 Mayıs darbesinden sonra sürekli yükseliş halinde oldular.

2007 yılında bütün bu güçlerin AKP’ye desteği fütursuz bir karakter kazandı. Giderek hukuksal formlar, kurumsal, kamusal davranış kuralları hiçe sayıldı. Fiili, komplocu, şaibeli siyasal davranışlar, yeni muhafazkâr entelektüellerin “demokrasi” ideolojisini parlattıkları koşullarda meşrulaştırıldı.

Sonrasında uluslararası alanda işler ABD’nin istediği gibi gitmedi. 1997 Asya krizinden sonra gelmesi beklenen büyük kriz 2008’de patladı. ABD ekonomisi havlu attı (Eğer SSCB tasiye edilmemiş olsaydı, muhtemelen bu kriz çok daha genel ölçekte, büyük ve yıkıcı dalgalarıyla 1997’den itibaren gerçekleşecek, belki de o sıralarda büyük bir savaşı tetikleyebilecekti).

Kriz, Türkiye gibi “gelişmekte olan ekonomiler” i emperyalist merkezden kaçan dolarlar dolayısıyla ihya etti. Aynı zamanda, dünya kapitalist ekonomisinin bu sıcak para hareketleri, ihraçları dolayısıyla tamamen jeo-politik bir karakter kazanmasına yol açtı.

ABD, AB ve Japonya emperyalist birleşik saldırı stratejisini yeniden gözden geçirmek ve yeni hegemonya sürecine daha “renkli”, daha kitlesel, demokratik bir görünüm kazandırmak için anlaştılar. Bir tür koalisyon olarak görülmesi gereken Obama ve H.Clinton yönetimi bu koşullarda işe başladı.

ABD’deki yeni yönetimin işaretiyle Davutoğlu dış işleri bakanı yapıldı. Türkiye’deki rejimin ayakbağı olarak gördüğü anayasal, diğer kurumsal engeller büyük ölçüde, devlet olanakları kullanılarak en şaibeli biçimlerde ortadan kaldırıldı. Gerekli tasfiyeler gerçekleştirildi.

Ancak, bütün bu “demokrasi” ideolojisi, coğrafyamızdaki demokratik görünümlü renkli kitlesel hareketler egemen ulusal siyasal yapıların tasfiyesine yol açarken, zaman içinde, giderek emperyalistler aleyhine bir bumeranga dönüşmeye başladı. Emperyalizm BOP coğrafyasında direnişlerle karşılaştı.

Mesela, Esad yönetimi Suriye’de, vaktiyle kemalist yönetimin Türkiye’de yapmış olduğu gibi, emperyalizmin bölgemizdeki planlarını alt üst etti.

Direniş, Tahrir Meydanı ve Gezi olayları dolayısıyla tahkim edilerek, genelleşme eğilimi göstermeye başlayınca, geri adım atma ihtiyacı Beyaz Saray yönetimindeki koalisyonu çözdü.

Bu arada, artan sıcak para girişleri ya da uygun ekonomik koşullar AKP’nin ya da Erdoğan’ın elini güçlendirmişti. İşbirlikçi büyük sermayenin daha da palazlanması yanında, AKP’nin kendi sermaye fraksiyonunu da oluşturmasına olanak verdi.

Erdoğan’ın artık ortağa ve yeni-muhafazakâr ideologlara ihtiyacı yoktu. Zaten ABD’deki koalisyonun çözülmesi buradakinin de daha fazla sürdürülemeyeceğinin işaretiydi.

Erdoğan öncelenmemiş ölçüde geniş bir hareket alanına kavuştu. ABD, ama özellikle de işbirlikçi büyük sermaye sınıfı karşısında görece özerk bir hareket yeteneği elde etti.

ABD içinde koalisyondan düşmüş olsalar da hâlâ belli bir gücü ve etkiyi temsil eden yeni muhafazakâr oligarşi Türkiye’deki bu durumdan vazife çıkartarak, 15 Temmuz 2016’da, Cemaat aracıyla bir hamle yapmak istedi.

Bu Obama yönetimi için de bir oldu bitti idi. Arkasında durmadılar. Ancak, karşı da durmadılar.

Bu oldu bitti, Türk devleti içinde belli bir direnişle karşılaştı. Kadim Natocu bürokrasi, ne zamandır bu yeni-Natocu bürokrasiyle, özellikle de Kürt sorunu etrafında, didişmekteydi. Yeniler, eskilerin eşsiz katkılarıyla tasfiye edildiler.

Uluslararası sahada, ABD ve müttefiklerinin birleşik saldırı stratejisi yerini birleşik savunma ya da kazanılmışları koruma stratejisine bıraktı. Rusya, Çin ve İran palazlandılar.

Erdoğan kendisine önerilen yeni koalisyonu, başkanlık vizesini de cebine koyarak kabul etmek zorunda kaldı. AKP’nin yeni dönemi bu koşullarda başladı. Türk devleti içindeki bilindik eski Nato erkanından arta kalanlar ve daha önemlisi, onların siyasal fikriyatı başta MHP ve muhalif bir işlevsellik adına da CHP içinde temsil ediliyordu.

Ülkede yağmaya dayanan ekonominin erozyonu sürse de, Kürt-Hendek Savaşı üzerinden yürütülen milliyetçi, daha doğrusu Türk-İslamcı kampanya Erdoğan’ın siyasal konumunu konsolide etmek gibi bir rol oynadı.

Bu “eskiler” için NATO ile tek sorun, Nato’nun Kürt kartını Türkiye’nin başı üzerinde Demokles kılıcı gibi sallandırmak istemesiydi. Rusya ve İran bu bakımdan Türk devletinin kozları olmuştu. Türk devleti bölgede ABD’nin esas olarak kendisini muhatap olarak almasını talep ediyordu.

ABD bugüne kadar bu talebe olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermedi. Türk devleti de ABD’nin çıkarlarına halel getirecek eylemlerden bugüne kadar kaçındı.

Erdoğan’ın koalisyon ortağı olan “eski tüfek Natocu” zihniyet açısından iktidara tutunmanın tek meşru aracı Erdoğan’dır. Onunla ortaklığın sona ermesi ya da onun kaybetmesi kendilerinin de kaybetmesi, tasfiyesi anlamına geliyor. Bahçeli’nin konuşmalarından bu gerçeği okumak mümkün oluyor.

Bütün bu yeni süreç boyunca Kılıçdaroğlu CHP’sinin yerine getirmiş olduğu paratoner işlevini bu bağlamda değerlendirmek meşru oluyor.

Bugün Kılıçdaroğlu’nun hiç olmadığı kadar hırçınlaşmış olması, belki de, devletteki koalisyonun bir kanadını oluşturan güçler tarafından kendisine verilmiş olan sözlerin veya yapılmış vaatlerin yerine getirilmemiş olmasındandır. Bilmiyoruz.

Şurası artık nettir: Devlet, Tayyip Erdoğan’la devam etme kararı almıştır. Kendisine başkanlık seçimi kazandırılmıştır. Misyonlarını tamamladıkları düşünülen Kılıçdaroğlu ve Akşener gibi oyuncular tasfiye edilmişlerdir.

Bu tasfiyeler olmasaydı, Erdoğan muhtemelen belediye seçimlerini kazanacak, bu sayede, bu kez söz konusu yeni koalisyonu bozmaya kalkışabilecekti.

Rejimin eski-Natocu kanadı buna izin veremezdi. Erdoğan kendileri lehine bir tür siyasal “topal ördek” halinde kalmalıydı.

Öyle de oldu. Ancak, CHP beklentilerinin ötesinde bir başarı elde etti. Bundan dolayı evdeki hesabın bir kez daha çarşıya uymayacağı bir aşamaya geçildiğini iddia etmek de meşru oluyor.

Bu arada, siyasal öngörülerde bulunurken, kapitalist ekonominin, yeni-liberalizm koşullarında belirginleşen jeo-politik karakterini ihmal etmeyelim.

Kılıçdaroğlu stratejisi seçimi kazandı

Belediye seçimlerinde muhalefetin CHP etrafında elde ettiği sonuç, aslında ta başından Kılıçdaroğlu’nun uygulamaya koyduğu, CHP’yi daha da sağa çekme siyasetinin başarısı olarak görülmek gerekir.

CHP’ye daha Baykal zamanında böyle bir görev verildiği izlenimi ediniliyordu. Ancak yeni siyasetler yeni öznelerle gerçekleştirilebiliyor.

Sonra, bu tür siyasal açılımlar akşamdan sabaha sonuç vermezler. Görece uzun bir inşa ve ideolojik ikna sürecini öngerektirirler. Dolayısıyla sabırla ve kararlılıkla sürekliliğe ihtiyaç duyarlar.

Strateji, popülizmin kitlelerin zihnini bulanıklaştırdığı, sağ ve sol ayrımlarını kitleler nazarında fiilen anlamsızlaştırdığı koşullarda yükselme olanağı buldu.

Bu yüzde 38 oyun tamamı CHP’nin kendi kararlı seçmenlerine ait değildir. CHP’nin oylarının istikrarlı olarak yüzde 25-27 aralığında olduğu biliniyor. Bu seçimlerde de bu durumun değişmemiş olduğu görülüyor.

Bu sonuç Kılıçdaroğlu’nun mimarı olduğu eski sağ ve sol merkezi CHP etrafında motive etme stratejisinin başarısıdır. Kabul etmek lazım.

Öte yandan, bugün CHP’de bu seçim sonuçlarını elde etmiş siyasal figürlerin hemen hepsi Kılıçdaroğlu’nun “sağa açılıma” stratejisinin isterleri doğrultusunda geneleksel CHP’ye göre sağdan devşirilmiş kişilerdir. Kılıçdaroğlu’nun kendisi de CHP’nin bilindik siyasal geleneğinden gelmiyordu.

Yalçın Küçük, Ecevit’in DSP’sinin birinci parti olarak çıkmış olduğu seçimlerden önce Kılıçdaroğlu’nun F.Gülen tarafından milletvekili adayı olarak Ecevit’e önerildiğini yıllar önce yazmıştı. Ecevit, onu Ankara adayları listesinde 5.sıraya koyuyor. Kılıçdaroğlu, beşinci sırada seçilme şansının olmayacağını düşünerek protesto ediyor. Partiden ayrılıyor. Onun yerine konan aday kazanıyor. Bunun üzerine kendisi de CHP’ye yöneliyor.

Baykal’a karşı Erdoğan-Gülen koalisyonun gerçekleştirdiği bir operasyon sonrasında genel başkan yapılıyor.

O dönem malum, emperyalist hegemonya stratejisinin ihtiyaç duyduğu siyasal kolaylıkların temini için (özellikle) müttefik bloktaki ülkelerin iktidar ve muhalefetiyle iç siyasal yapılarının dizayn edildiği bir ortam var. Erdoğan ve Gülen’le işbirliğine yanaşmayan ya da Baykal gibi (kişisel ikbali için) ayak sürüyen siyasetçilerin ayakta kalması çok zordu.

Bir de tabii, nasıl oğul Bush zamanında, ağırlıklı olarak İslam ülkelerinde gerçekleştirilen kanlı emperyalist müdahaleler, ABD’ye karşı dünya İslam nüfusu içinde bir tepki ve muhalefet oluşturmuşsa, Türkiye’de de daha baştan, ABD’nin talebiyle, Erdoğan-Gülen koalisyonu tarafından uygulamaya konulan sünni “ılımlı İslam” stratejisi laik cumhuriyetçi duyarlılığı olan dinamik kitleleri rahatsız ediyordu. Bu kesimler içinde özellikle tarihsel olarak “militan” bir karaktere sahip Alevilerin ayrıcalıklı yeri görmezden gelinemezdi.

ABD’de, isimleri arasında “hüseyin” de bulunan, müslüman atalara sahip Obama figürü, operasyonların sürdürüleceği İslam dünyasının muhalif gazını almak, operasyonları meşrulaştırmak gibi bir işlev de görecekti.

Türkiye’de de, Alevi bir figür olarak Kılıçdaroğlu’na yatırım yapılmış olması bu bakımdan anlaşılırdır. Bakınız, Gezi Olayları sırasında öldürülenlerin hepsi ya da hemen hemen hepsi Alevi idi. Anlatabiliyor muyum?

Rum Selçuklularının yıkılmasında, fetret devrinden, ama özellikle de İmparatorluk devrinden itibaren Osmanlı’nın sürekli bir anarşi ortamında sönmeye başlamasında bugünkü Alevilik gibi, ya da günümüz Aleviliğine yakın dinsel-ideolojik donanıma sahip uyrukların başkaldırısının ayrıcalıklı bir yeri vardı.

Kılıçdaroğlu’nun daha lise yıllarından itibaren sağ siyasal eğilimlere sahip olduğunu tahmin ediyorum. Bunu onun 60’lı yıllarda gerici tarihçi (bir ara Adalet Partisi mebusu) Yılmaz Öztuna’nın Hayat Tarih dergisinin aktif bir abonesi olmasından hareketle söyleyebiliyorum. O zaman, Öztuna ile mektuplaşıyor da sanırım. Malum, söz konusu dergi restorasyoncu bir çizgiye sahipti. Osmanlıcılıkla, Kemalist vurguları törpülenmiş Cumhuriyetçiliği uzlaştırma gayreti içindeydi. Derginin milliyetçi, “ılımlı İslamcı” kuşaklar yaratılmasında önemli bir rol oynamış olduğu açıktır.

Aslında, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde edilmiş sonuç da, söz konusu siyasal strateji açısından bir başarı olarak görülmelidir. Bu son seçim sonuçları, öncekinden anlamlı olarak farklı değildir. “6’lı Masa” oylarının bir kısmı bu kez CHP’ye yönelmiştir.

Mayıs seçimlerinin kaybedilmesinden sonra Kılıçdaroğlu’na partisinden yöneltilen eleştirilerin hiç birisinin siyasal- ideolojik bir dayanağı, gerekçesi yoktu. Bugün de yok. Bugün partinin vitrininde bulunup, seçim başarısını kutlayanların hemen hepsi dün partide Kılıçdaroğlu’na en yakın olanlardı. Dahası, onları bulundukları yerlere taşıyan da Kılıçdaroğlu idi.

En önemli soru, Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin zirvesine kimlerin taşıdığıdır. AKP rejiminin kendisini emperyalizmin (ve bu arada siyonizmin de) çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmesi için CHP’nin paratoner işlevi görmesini sağlayan Kılıçdaroğlu yönetimi olmuştur.

En ilginci, muhalefet aleyhine bariz seçim ihlallerinde dahi gerekli tepkinin gösterilmesinde harcadığı samimiyetsiz, sinik çabadır.

AKP’nin şimdilik geri adım attığı Van olayında, “düşürülmüş” Kılıçdaroğlu sert bir tepki veriyor. Ancak vaktiyle HDP’li vekillerin tutuklanmasında, kayyumlar atanmasında lider olarak kendisinin ve partisinin oynadığı rolü unutmuş görünüyor.

Kılıçdaroğlu, kimlerin Sözcü’sü oldukları hepimizin malumu olanlarla didişmeyi bırakıp, bize kimlerin hangi telkinleri ve vaatleri doğrultusunda “elinin kolunun bağlandığını” anlatmalıdır.

Yüzde elli yüzde elli hali sürüyor

Seçim sonuçlarına bakıldığında 2023 seçimlerindeki denge görüntüsünün sürdüğü anlaşılıyor. O zaman da, iktidar ve muhalefet koalisyonları bu seçimlerdeki kadar oy almışlardı. Ağır ekonomik koşullara rağmen bu dengeyi bozacak bir seçmen davranışı ortaya çıkmadı.

Fark, İYİP, DEM, Zafer Partisi olaylarının bir bölümünün CHP’ye kaymış olmasıdır.

Bu sonuçlar, muhalafetin etkisini arttıracağı koşullarda, siyasetin yeniden dizayn edilmesi, özellikle de, Cumhur İttifakı’nın çözülmesi gibi bir sonuca yol açabilir. Bunun için muhalefetin tavrının belirleyici bir öneme sahip olduğunun vurgulanması gerekir.

CHP, 1989’daki belediye seçimlerinde de benzer bir çıkış yapmış, ancak bu çıkış, aynı zamanda, barajın altında kalacağı bir sürecin başlangıcı olmuştu.

Yani muhalefetin bu sonuçlarla siyaseten ne yapacağı önemlidir.

Tayyip Erdoğan’ın bu yeniden oluşan muhalefete karşı yapacağı hamleler olacaktır elbette. En etkili müdahalesi, Yeniden Refah Partisi ve DEM’i yanına çekmek olabilir. Bunu yapabilir mi, mevcut ittifakı yenileyebilir mi? Büyük ödünler vererek yapabilir. Bu ödünler de onun bilindik otoritesinin dramatik olarak erozyona uğramasına yol açar.

Ancak mevcut halde, hiç bir şey olmamış gibi de devam edemez. Aksi halde, iç politikada, dış politikada atacağı her adım, muhalefetin kazançlarına dönüşür. Sonunu hızlandırır.

O kadar öyle ki, artık bombalar patlatılarak, “sınır ötesi operasyonlar” yapılarak da bu durumdan çıkılamaz.

Biden’ın Erdoğan’a destek olmak için seçimler öncesinde onu mayıs ayında ABD’ye davet etmesi de işe yaramamış görünüyor. Elbette Biden bu desteği bedava vermiyor. Erdoğan’dan beklentileri var. Bu sonuçlar Erdoğan’ın ABD’ye daha fazla dayanmasını gerektirecektir.

Şu an itibarıyla Erdoğan’ın siyasal manevra alanı daralmıştır. Bu alanı genişletebilir mi? Genişletebilir, ancak bunu yaparken, bilindik “güçlü lider” imajı çok zarar görür. Artık içte ve dışta anlamlı ödünler vermeden siyasal durumu toparlayamaz.

Erdoğan’ın hareket alanını sadece bu seçim sonuçları daraltmıyor. Emperyalizmin küreselleşme stratejisiyle tamamen jeo-politik bir olgu haline dönüşmüş olan kapitalist ekonominin isterlerini yerine getirme zarureti de iyice elini kolunu bağlıyor.

Ya ödünler verecek ya da, kendi tabiriyle, “dikleşerek” rejimin bir iç patlamayla ortadan kalkmasına neden olacak. Her durumda, kendi yarattığı Yeniden Refah Partisi ve/veya bekacı “güvenlik devleti” ni hesaba katmak ihtiyacı ağır basacaktır. Adı anılan parti olası yeni kombinasyonlarıyla , AKP yapısı için çözücü bir işlev görme potansiyeline sahiptir.

CHP’ye gelince, bu sonucu sadece kendi eforuyla yaratmamıştır. Evet, lider değişikliğinın olumlu bir etkisi olmuştur. Ancak, o malum yüzde 25-27 aralığının üzerinde bir çıkış yapamamıştır. Partinin siyasal kırılganlığı artmıştır. Kabul etmek gerekir ki, parti ve İmamoğlu’nun iki ayrı vektör olarak varlıkları teyit edilmiştir.

Tam da sermaye sınıfının arzuladığı şekilde. Sermaye, bir yandan CHP’nin bu siyasal halini partinin kendisine karşı; diğer yandan da, İmamoğlu’nu Tayyip Erdoğan’a karşı kulllanabilme olanağını elde etmiştir.

Önümüzdeki siyasal gelişmeler bu hali veri alacaktır.