Yuvaya dönüş

Daha önce bir kaç kez Türkiye’nin 15 Temmuz kalkışması sonrasında Rusya-Suriye-İran eksenine meyletmesinin geçici taktik bir zaman kazanma hamlesi olduğunu belirtmiştim. Bugün gelinen noktaya baktığımızda, Türkiye için artık stratejik olarak ait olduğu kampa geri dönüş vaktinin geldiğini anlıyoruz.

Son günlerde ABD’deTürkiye’ye yaptırımlar uygulanması için yapılan girişimlerin muhtemelen sınırlı ama Türkiye’den yeni tavizler koparmaya yönelik sonuçları olacaktır. ABD, Türk devleti ve Erdoğan’ı özdeşleştirmez. Erdoğan’ı feda edebilir ama Türk devletiyle iplerini koparmak istemez. Türkiye sermaye sınıfı aksi bir olasılığı dahi büyük bir infialle karşılar.

“Barış Pınarı” harekatı, Rusya ve ABD’nin belli rezervler ve tabii belli ödünler karşılığında onay vermesinden sonra gerçekleştirildi. Rusya ve Suriye en kârlı ülkeler oldular. Özellikle “kadim düşman” Rusya Türkiye’nin, Kürtlerin de hak iddia ettikleri coğrafyayı içeren, en uzun güney sınırlarına yerleşmiş oluyor. Böylece Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki konumunu takviye ediyor.

Geçerken küçük bir not olsun. Rusya’nın Batı emperyalizminin militarist, işgalci, bölge halkları için hiç bir ekonomik gelecek vaat etmeyen, tersine onların yaşam koşullarını sürekli ağırlaştıran, istikrarsızlaştıran hegemonik yöntemleri karşısında, güvenlik ve istikrarı gözeten hamleleri, Batı emperyalizminin geriletilmesiyle başarılabilecek Çin’in emperyal planları bakımından da büyük önem arz etmektedir. Çin’în devasa ekonomik projelerinin uygulanabilmesi açısından (mesela büyük sermaye ihracının taşınacağı hat da olacak İpek Yolu Projesi) Rusya’nın şimdiye kadar sahada başarıyla test edilen askeri kabiliyeti giderek daha büyük bir önem kazanıyor. Batı emperyalizmi karşısında, onun kendi sistemi içinden, en azından erken evresinde, “kollektif ” olarak yaftalanabilecek, yeni türden kapitalist emperyalist bir odak (Çin-Rusya) doğmaya çalışıyor. Mevcut emperyalist sistem bu doğumun gerçekleşmesinde ebe rolü oynamayı sürdürüyor.

Kapitalist-emperyalist sistemin, operasyon bölgelerinde, zor araçları, askeri yöntemler kullanarak yoksunlaştırılmış insanları ait oldukları topraklardan, köklerinden koparması, onları Avrupa gibi çekici bir alana doğru başı boş insan sürüleri gibi sürmesinin daha radikal sonuçları olacaktır. Bunu 16 yy’da, feodalizmin gün batımından itibaren yoksunlaştırılmışların ait oldukları topraklardan başı boş sürüler halinde sürülmesiyle kıyaslamak mümkündür. Ancak bu kez süreç daha global bir ölçekte, mevcut kapitalist emperyalist sisteme tehdit oluşturacak surette, daha hızlı işliyor.

Tekrar “barış pınarı” na dönelim. ABD de istediklerini büyük ölçüde aldı. Yüksek bir maliyetle kontrol etmeye çalıştığı coğrafyanın feda edilebilir olduğunu hesapladığı kısımlarını terk edip, hem ekonomik hem de stratejik açıdan daha kıymetli gördüğü bir alandaki varlığını takviye etmiş oldu. Kürt güçlerle ilişkisini ya da stratejik ortaklığını , daha dar bir sahada da olsa, yenilemiş oldu. Gereksiz gördüğü yüklerden kurtuldu.

Türkiye de küçük denebilecek bir “teselli ikramiyesi” ile yetinmek zorunda kaldı. Bugünkü Türkiye rejimi özellikle dış siyasetinde neye, nereye elini atsa, bir bumerang haline dönüştürüyor. Suriye’de de aynısı oluyor. Her hareketi, harekatı kendi hareket alanını daraltıyor. Elinin kolunun daha sıkı bağlanmasına yol açıyor.

Bütün bunlar olurken, cihatçı maşalarından öyle kolay kolay feragat etmeyecek olan ABD, İŞID’i, farklı format içinde de olsa, yeniden yapılandırmak için harekete geçti. İddia edilenin aksine, Türkiye’nin bilgisi ve yardımları dahilinde, örgütün lideri El Bağdadi’yi, Türkiye’nin büyük ölçüde kontrolü altında, Türkiye sınırına çok yakın bir yerde, üstelik de Türkiye’ye geçmek üzereyken intihara zorladı. Bu olayı Türkiye’nin el-Bağdadi’yi ABD’ye teslim etmesi şeklinde okumak da mümkündür.

Zaten bu olayı izleyen saatler ve günlerde, Bağdadi’nin yakın adamlarının, aile mensuplarının Türk güvenlik güçleri tarafından arka arkaya yapılan operasyonlarla, bir çoğu Türkiye’de olmak üzere, ele geçirildiğini medyadan izledik. İzlemeye de devam ediyoruz. Türk devleti, adeta eliyle koymuş gibi, “eşkiyayı inlerinde” yakalıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde bu tür operasyonların hız kesmeyeceği tahmin edilebilir.

Kısacası, ABD ve müttefikleri tarafından yaratılmış olan El Kaide’nin içinden yine aynı güçler tarafından çıkartılmış olan İŞID’ in, NATO emperyalizmi için yerine getirdiği misyon tamamlanmıştır. Yerini yine aynı cihatçı havuzundan derlenecek başkaları alacaktır. Türk devleti de buna uygun hareket etmeye çalışıyor.

Türkiye’nin Suriye’de, iddiasının hilafına, sürekli mevzi kaybettiğini göreceğiz. ABD çıkarlarıyla daha uyumlu hale gelecektir. Genel olarak Suriye sorunu etrafında, “Astana Süreci”; özel olarak İdlip sorunu etrafında, “Soçi Mutabakatı” en azından fiili olarak işlerliğini yitirecektir. Zaten “barış pınarı” vesilesiyle ittire ittire yürütüldüğünü gördük. Türkiye’nin Suriye topraklarında, kendisiyle Suriye arasında tampon teşkil edecek bir cihatçı ülkesi yaratması mümkün değildir. Suriye ordusunun yakında başlaması muhtemel İdlip harekatıyla Türkiye sınırına yığılması beklenen cihatçıların sınırın Suriye tarafında yerleştirilme planları gerçeklikle uyuşmamaktadır. Öte yandan, bu cihatçıların Avrupa’ya geçmemesi için de Türkiye’ye her türlü baskı yapılacaktır. İhalenin Türkiye’ye kalması güçlü bir olasılıktır.

İşbirlikçi Türkiye devletinin sürekli derinleşen ekonomik ve siyasal krizi, bu krizden ayrı düşünülemeyecek, devleti idare edenlerin isimleriyle anılan yolsuzluk iddiaları, devletin emperyalist baskılar ve yönlendirmeler karşısında kırılganlığını iyice arttırmıştır. Rejimin daha fazla teslimiyetçi davranması kaçınılmazdır. Ekonomiyi çevirmek için her ay 25 milyar dolardan fazla bir meblağa ihtiyaç olduğu söylenmektedir. Türkiye’ye bu meblağı, dayatacağı ekonomi-politik şartlarla, ancak IMF temin edebilir.

Dünya kapitalizminin ve onun bir bileşeni olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu derinleşen kriz , sadece bir ekonomik kriz olarak değil, global ölçekte, içeride ve dışarıda giderek güçlenen toplumsal-siyasal meşruiyet bunalımları olarak da görülmek gerekir. Bu şartlarda uygulamaya konulan ve konulmak istenen bilindik acil reçetelerin toplumsal protesto ve ayaklanmalara yol açması kaçınılmazdır.

Türkiye’de sürekli erozyona uğradığını gören mevcut rejim, toplumsal tabanını yeniden toparlamak için bir yandan, “beka” naraları atmakta, Suriye’nin toprak bütünlüğüne kast eden girişimlerini sürdüreceğini ilan etmekte; diğer yandan, başından beri birlikte olduğu eski ortağı Gülen çevresiyle ilişkilerini restore etmek istemektedir. Bu çevrenin medyadaki tetikçilerinden bir kısmının tahliyeleri bu sava destek teşkil etmektedir.

Gülen çevresine her zaman Tayyip Erdoğan’dan daha yakın olmuş Abdullah Gül ve A.Davutoğlu gibi figürlerin AKP’nin dışında siyasal oluşumlar yaratma girişimleri hayli zayıflamış Erdoğan’ın böyle bir restorasyondan medet ummasında etken olmuştur. Bu ve benzeri hamlelerin devamının geleceği tahmin edilebilir.