Hep aynı hikaye

Evet, yine bir seçime gidiliyor. Muhtemelen bu seçimden sonra kapıda referandum bekliyor olacak.

Türkiye’yi kontrol eden güçler bu işi çözdüler. 2007’den beri hepsi şaibeli, hatta en kritik olan bazısının sonuçları resmen, yasal olarak geçersiz olduğu halde bir seçimden ve bir referandumdan diğerine koşturuluyoruz.

Bu popülist rejim dinamizmini bu sürekli daraltılan siyasal alanda, sürekli güdümlenen “milli irade” kurgusundan alıyor.

Biliyoruz, dünya sermaye sınıfı, Mussolini, Hitler deneyimlerinden sonra siyasal olarak açık faşizmin maliyetli ve üstelik kullanışlı olmadığını idrak etti, popülizmler onun yerine ikame edildi.

Popülizmi sermaye sınıfı nezdinde pek kullanışlı kılan en temel özelliği, anti-entelektüel süreçler marifetiyle vasatlaştırdığı, kaşıkla ver/kepçeyle geri al taktiğiyle uyguladığı ekonomik rüşvetlerle satın aldığı, dinci-milliyetçi çağrılarla mest ettiği kitlelerin kafasını mezbeleye çevirmesidir.

Bunu sadece sıradan insanlar üzerinde değil, eğitimli, nispeten entelektüel seviyesi yüksek olarak kabul edilen kesimler üzerinde de başarıyla uygulayabiliyor. Sadece Türkiye’de de değil, gelişmiş denilen dünyada da bunu becerebiliyor.

“Sağlıklı seçim” konusunda da durum pek farklı değil. Mesela, Clinton’ın başkanlık dönemlerinden sonra ABD’de şaibesiz seçimler yapılamıyor. Muhtemelen son başkanlık seçimlerini (seçim süreci boyunca yapılan bel altı tabir edilen vuruşların hedefi haline getirilmiş olmasına rağmen), sandık sonuçlarına göre, Trump kazanmıştı.

Buraya doğru yol kat edilirken, burjuva demokrasilerinin o bilindik ideolojik olarak ayrışmış düzen partileri, merkezin sağ ve solu tasfiye edildi. Popülist araçlarla hepsi aynı hizaya getirildi. Mesela, artık bir “sosyal demokrasi” yok. Olması da olanaklı görünmüyor. O bir ikinci enternasyonal sosyalizm anlayışı olarak varlığını, üçüncü enternasyonal sosyalizminin reel varlığına borçluydu. Bu ikincisi sona erince, birincisinin varlığı da gereksiz hale geldi.

ABD’de sermaye sınıfı özellikle 2.Dünya Savaşı sonrasında, antagonist olmasa da, farklı çıkarları ya da öncelikleri temsil eden, oligarşik fraksiyonlar halinde yeniden örgütlendi. Bundan dolayı orada klasik faşist diktatörlük olanaklı olamadı. Bugün de, Trump’ın maruz kaldığı muameleye bakılırsa, Türkiye dahil, bir çok örneğinde, faşizmin yeni koşullardaki görünümü olan popülizme geçit verilmek istenmiyor.

ABD popülizmle yönetilemez. Popülizm, Trump’ın icraatları sırasında da görüldüğü gibi, devletin bütün kurumlarıyla konsolide olmuş “demokratik” diktatörlüğünü sulandırmak gibi göze alınması olanaklı olmayan bir riski içeriyor. Üstelik de dünya siyasetine egemen olan düzensizliğin büyük bir savaş tehlikesi yarattığı koşullarda…

Yerel seçimler yaklaşırken, son on küsur yıldan beri hemen her seçim öncesinde duymaya alıştığımız, ” bu seçimler AKP’nin geriletilmesi veyahut alaşağı edilmesi bakımından çok önemli, çok kritik, yoksa felaket olur” yollu uyarılar tekrar tedavüle sokuldu.

Buna bir siyaset olmadığı için itiraz edenlere, aslında bunun iktidarla birlikte rejimin siyasal bileşeni olan, iktidarla birlikte süreç içinde rejimin sürdürülebilirliği için dizayn edilmiş muhalefetin, dolayısıyla da rejimin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağını söyleyenlere, “çocukluk hastalığına yakalanmış ” sapkınlar muamelesi yapılmak isteniyor.

Bu dünya ve bölge koşullarında, bu rejimden seçimler yoluyla kurtulmak mümkün görünmüyor. Zaten hep söylüyorum, seçim yapılmıyor. Adeta bir danışıklı siyasal oyunun figüranları haline getirildik. Şu kadar zaman geçti, son başkanlık seçimlerinde olup biteni, bütün açılarıyla, hâlâ niye okuyamıyoruz?

Rejim sadece düzen partilerini değil, sosyalistleri, komünistleri de çekip çeviriyor. Onları da, işine geldiği ölçüde, bu “milli irade” yanılsamasının oluşturulmasında kullanarak siyasal meşruiyetinin yeniden üretilmesine dahil ediyor.

Yanı sıra sol, belediye seçimleri gibi yerelliklerde çıkış yapma olasılığının bulunduğu koşullarda dahi anlamlı, geniş işbirlikleri yapamıyor. İddialı olunabilecek yerlerde, esas olarak, diğer sosyalist seçeneklere rakip olunuyor. Rejim daha ne ister?

“Geri bırakılmış bölge ” retoriğini sakız gibi çiğneyenler, orada belli bir yerde bir mevzi kazanıyor. İyi işler de yapıyor. Orada devam ederek, etrafına da örnek olma olanağı varken, nedense, gelişmiş Batı’ya kapak atmak, Dimyat’a pirince gitmek ihtiyacı duyuyorlar.

Kürt siyasetine gelince, bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu rejimin ve onu arkalayan uluslararası güçlerin doğal müttefiki olarak görülmek gerekir. Türkiye’nin demokratikleşmesi,, “demokratik cumhuriyet”, bu rejime, onun entegre olduğu emperyalist siyasete karşı cepheden mücadele etmekle olanaklı olabilir. Bu yolda son yirmi küsur senede Kürt siyaseti ne yapmış, hangi katkıyı sağlamış? Bu koşullarda, özellikle “açılım”dan itibaren girdiği yoldan çıkması olanaklı görünmüyor.

“Seçimleri çıkıp protesto edelim” demiyorum. Çünkü bu davetin de bu koşullarda siyasal bir anlamının olmadığının farkındayım.

Yapılması gereken, emekçileri, halk sınıflarını devrime, devrimden başka bir yolun çözüm olmayacağına ikna etmektir. Bu kısır döngüyü kırmanın tek yolunun devrimci sosyalist iradenin yol göstereceği bir siyaset olduğunu ısrarla anlatmaktır. Devrimci enerjimizi buna hasretmemiz gerekiyor. Devrim demek iktidar demektir. Bunu unutmuyoruz.

Devrim talep etmek, iktidar ve muhalefetiyle bu rejimin gayri meşruluğunu ilan etmek, ondan kopmak demektir.

Öyleyse, zam, zulüm,işkence rejimine karşı tek yol devrim!