Notlar, uyarılar I

1- Bir kez daha belirtmek ihtiyacı duyuyorum : AKP rejimi bir seçim sonucunda gitmez. Son belediye seçimleri bu iddiayı güçlendirmiştir. Haziran ayında yapılacak İstanbul seçimlerini AKP kaybetmemek için (seçimin iptali de dahil) her yola başvuracaktır. Bu arada, Stalin yoldaşın veciz ifadesidir : “Oyları kimin saydığı, kimin oy verdiğinden daha önemlidir”.

2- Bu rejimin yıkılması, ancak bir halk kalkışmasıyla mümkün olabilir. Bu kalkışma gerçekleştiğinde de bütün mesele, acilen bir önderliğin teşkil edilerek devrimin kaptırılmaması olacaktır. AKP’siz bir AKP rejimi tasarlayan iç ve dış güçlere aman vermemek lazım.

3- Bu yönetimin doğrudan, bir takım ekonomik önlemlerle dış güçler tarafından yıkılmasını beklemek doğru değildir. Söz gelimi, S-400 sorunu etrafında ABD’nin ekonomik müdahaleleriyle yönetimin düşeceği beklentisi içinde olmamak gerekir. ABD’nin yapabilecekleri sınırlıdır. Öyle ABD düğmeye basacak, iktidar hemen gidecek beklentisi içinde olmamak gerekir. Türkiye’deki büyük bir ekonomik çöküşün zaten hayli kırılganlaşmış olan uluslararası ekonomi üzerinde de olumsuz etkileri olacaktır. Bunu ihmal etmeyelim. Yaptırımlarla mesela, döviz sepeti lira karşısında biraz daha değerlenir. Zaten epey azalmış olan sıcak para girişinde sıkıntılar büyür. Sonuçta, ekonomi felç olabilir. Tamam, kabul. Gelgelelim, Türkiye’deki gibi toplumsal örgütlenme düzeyinin hayli düşük olduğu toplumlarda ekonomik sıkıntıların, iktidarlar açısından bir anda olumsuz politik sonuçları olmayabiliyor. Sonra, Kıbrıs ambargosu sırasında da görülmüş olduğu gibi, açık ya da örtük bir tür “Türkiye ittifakı” yla dayanma süresi uzatılabiliyor. Bu tür yaptırımlar ancak kitlelerin huzursuzluğunu sokaklara taşıdığında işlevselleşebilir. O zaman devrimci güçler için liderlik büyük önem kazanır. Unutmayalım, liderlik yoksa, perişanlık vardır.

4- Nisan ayındaki yazılarımdan birisinde altını çizmiş olduğum bir iddiamı tekrar hatırlatmak istiyorum. Erdoğan’ın seçimi iptal ettirmesinde tek faktör, İstanbul belediyesinin Erdoğan ailesi, çevresi ve partisi açısından temsil ettiği ekonomi-politik anlam değildir. 15 Temmuz neo-con kalkışmasından itibaren Erdoğan’ı himayelerine alan iç ve dış devlet güçlerinin ona hâlâ ihtiyaç duymalarıdır. Yani bu güçler Erdoğan’ın gitmesini henüz istemiyorlar.

5- İçerideki söz konusu devlet güçleri, Rusya, İran ve hatta Suriye yönetimi, Erdoğan’ın, kendi siyasal çıkarlarına hizmet edecek bir alternatifini yaratmadan, gitmesinin rejimin Temmuz 2016 öncesindeki karakterinin ihya edilmesi anlamına geleceğini düşünüyor olabilirler. Erdoğan’ın, mesela, S-400 konusunda şimdiye kadar kararlı bir görüntü vermesinde kendisini arkalayan bu güçlerin telkini önemli olabilir. Yoksa, Erdoğan gibi bir popülist politikacının, bu konuda olası bir çark edişi kitlesine izah etme gibi bir sorunu olmaz. Bu noktaya kafayı takmamak gerekir( Erdoğan’ın bir ideolojik dar kitlesi var. Bir de yemlediği, “banko oylar” ı kullanan seçmenleri var. Geçen gün öğrendim, Fatih Belediyesi her ay 20 bine yakın kişiye yardım adı altında doğrudan para veriyormuş. Tabii bir de ayni yardım alanlar var. Bazı muhtarlıklarda beyaz bez 10 kg’lık torbalar halinde istiflenmiş, içinde bakliyat olduğu anlaşılan “yardım” maddeleri var). Asıl sorun, Erdoğan rejiminin Temmuz 2016’ten sonra girmiş olabileceğini sandığım yeni siyasal bağlamıdır. Rejimin S-400 konusundaki nihai tavrı, bu iddiamın pratik olarak sınanması anlamına da gelecektir.

6- Hiç şüphesiz Akar ve Fidan gibi figürler yakın zamana kadar ABD’nin kontrolündeydiler. Hatta muhtemelen 15 Temmuz neo-con kalkışmasının en önemli oyun kurucuları arasındaydılar. Ancak her ikisi de Beyaz Saray’ın tavrına göre hareket etmiş olmalıdır. Onay gelmeyince, kalkışanları terk ettiler. Sonuç olarak, Erdoğan ve NATO arasında sıkışmış vaziyette kaldılar.

7- Erdoğan’a sahip çıkan güçler, onları da rehin almış olabilirler. Bakınız, TC devleti içinde büyük bir güç mücadelesi var. Belki de son 70 küsur yılda hiç olmadığı kadar keskin bir mücadele… Bazı ezberlere bel bağlamamak lazım. Örneğin, “Rusya’ya yanaşan gider” tezi bu defa kolayca doğrulanamayabilir. Bu kez, önceden olduğu gibi kolay bir gidiş, hem Rusya’nın bugün SSCB’ye göre, uluslararası konumu bakımından, daha serbest ( Rusya’nın artık kapitalist bir ülke olduğunu unutmayalım) ve daha fazla manevra alanına sahip olması; diğer yandan, iktidarın içeride güçleri yabana atılamayacak bir askeri ve sivil bloğa dayanması (Bence 19 Mayıs Samsun fotoğrafını çektiren güçlerle, Çubuk’taki yumruğu attıran güçler arasında anlamlı bir mesafe yoktur) gibi etkenler yüzünden mümkün olamayabilir.

8-Akar ve Fidan’a tekrar dönecek olursak, bu ikisinin yaptıkları çok açık şekilde biliniyor olmasına rağmen henüz rejim tarafından ıskartaya çıkartılmamış olması çok anlamlıdır. Dikkat edilirse, özellikle, bir taraftan, ABD ve NATO’yla; diğer taraftan, Rusya,İran ve Suriye ile temas halen bunlar ve bunlarla benzer konumda olan devlet figürleri tarafından yürütülmektedir.

9- S-400 ısrarı, her şeyden önce 2016 kalkışması sonrasında oluşan iktidar bloğunun kendisini ABD’nin ve NATO’nun olası bir yeni kalkışmasına karşı emniyet altına alma ihtiyacına referans veriyor. Bunun altını çiziyorum. Bugünkü iktidar bloğunun Rusyacı olduğunu iddia etmiyorum, ancak ABD’ye ve NATO’ya kuşkuyla baktığını, en azından onlara karşı bir takım ciddi rezervlerinin bulunduğunu söylemeye çalışıyorum. Rusya’yı da ABD ve NATO’ya karşı kullanılacak bir kart gibi görüyorlar.

10- Türkiye finans-kapitalinin iktidar bloğunda bugün için egemen gibi görünen bu yaklaşıma karşı mesafeli olacağı aşikardır. Bu finans kapital, Wall Street ve City of London’ın taleplerine göre yön tayin eder. Yaşanan ekonomik kriz, iktidar bloğu içinde ellerini şimdilik bir miktar zayıflatmıştır. Ancak Batı bloğuyla restleşmeye izin vermemek adına ne gerekiyorsa onu yapacaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

11- Devlet içinde sınıfların, sınıf fraksiyonlarının, oligarşilerin mücadelesinin hayli şiddetlenmiş olduğu bugün hemen hemen bütün kapitalist devletlerin gerçeğidir. Buna Rusya,Almanya ve Çin de dahildir. Bununla birlikte, bu tür mücadelelerin en keskin ve en açık haliyle dışa vurulduğu yer, şu an için ABD devletidir.

12- Trump kafasız, cahil bir adam değildir. Ne yapmak istediğini gayet iyi bildiği anlaşılıyor. Popülist yöntemler kullanarak içeride kitleler arasında desteğini arttırıyor. İç ve dış politikası arasında şu ana kadar bir tutarlılık olduğu söylenebilir. Böyle devam ederse, muhtemelen gelecek başkanlık seçimini de kazanacaktır. Trump, katı finansçı ekonomik anlayışın bir tür neo-Keynesçi diyebileceğimiz restorasyonunu talep ediyor. Uluslararası sahada bu anlayış, belli bir ölçüde, korumacılığa referans veriyor. Sorun, finans oligarşilerinin oluşturduğu merkezi bir blok olarak FED’in, uzlaşmacı bir tavır sergileyerek de olsa, Trump’la ve onu destekleyen oligarşik gruplarla aynı hizaya gelmeyi reddetmesidir. FED yaklaşmakta olan büyük çöküşü görüyor. Farklı önceliklerin devreye sokulmasını talep ediyor.

13- Evet, Trump bir çok ülkeyi askeri müdahaleyle tehdit ediyor.Doğru. Ancak şimdiye kadar hiç bir ülkeye askeri olarak saldırmadı. Tersine, ABD’nin önceki “demokrat” yönetimler devrinde de sürdürdüğü doğrudan işgalci yaklaşımdan vazgeçmek eğiliminde oldu. ABD askerlerini geri çekme talebini seslendirdi. Bu son talebinde başarılı olmasını kimse beklemiyordu zaten. Yine de işgalleri şimdilik frenledi. Bu arada, 2.D.Savaşı sonrasındaki hiç bir ABD başkanının yapmayı dahi düşünemeyeceği bir şey yaptı mesela. K.Kore ile doğrudan temas kurdu. Öncesinde bu ülkeye de tehditler savurmuştu. Bu tehditleri müzakere ortamı yaratmak gayesiyle yapıyor olabilir. Yani “ölümü göster, sıtmaya razı et” anlayışıyla hareket ediyor. Onun popülist araçları kullanmayı tercih ettiğini biliyoruz. İran’a da saldıracağını sanmıyorum. Ancak İran’dan daha fazla taviz kopartmaya çalışıyor (Özellikle de Suriye ve Irak konusunda). İran gibi köklü gelenekleri olan modern bir devletin provoke olacağına da inanmıyorum. İran’la da yakında “masa kurulması” şaşırtıcı olmayacaktır. Çin’le “ticaret savaşları” da tehditler, diyaloglar, geri adımlar şeklinde sürdürülüyor. Şu ana kadar Çin’i tedirgin etmiştir, ancak ekonomik olarak Çin’e büyük zararlar vermiş olduğu söylenemez. Trump, restleşme halinde ABD’nin ekonomik kayıplarının da büyük olacağını biliyor. Kontrollü gidiyor. Tekrar olsun, Trump ABD’nin içeride ve dışarıda siyasal meşruiyetinin erozyona uğradığı, uluslararası sahada devamlı zemin yitirdiği şartlarda, işgalleri öngören emperyalist hegemonik siyasetin revize edilmesini isteyen oligarşik güçlerin desteğiyle başkan olabildi. Önceki başkanlardan ve başkan adaylarından farkı, “kukla” olmaması, çünkü kendisi de kuklacılar arasında yer alıyor. Tabii Trump ABD gibi global çapta hegemonik bir devletin başkanı, bir emperyalist siyaset adamı olarak, şimdiye değin izlediğimiz bu doğrudan sıcak çatışmadan kaçınmak yönündeki önceliklerini nereye kadar sürdürür bilemeyiz. Kendi bloğu içinde bile şahince çıkışlar var. Ne kadar direnebilir, nasıl uzlaşır, bilinmez. ABD’deki, genel olarak da, Batı’daki entelektüellerin tepkisine bakarak onlarla aynı paralelde değerlendirmeler yapmak doğru olmaz. Oradaki “sol” aydının gündemi bizim gündemimizden farklı. Yeşilçam ağzıyla ifade edecek olursak, “farklı dünyaların insanlarıyız”. Geçerken, Türkiye devrimci aydını 1968’le birlikte kendisini iyice tüketmiş olan, konformizmini kof entelektüel belagatiyle gizlemeye çalışan batıdaki “sol”, “yeni-sol”, “radikal”, “anarşist” vb etiketleriyle konuşan, yazan,ortak paydaları anti-komünizm, devrim düşmanlığı, “liberal emperyalizm” olan entelektüellerin görüşlerine, tespitlerine, fikirlerine kuşkuyla yaklaşmalıdır. Emperyalist işgaller, katliamlar onların umurunda bile değil. Onların demokrasi ve insan haklarından anladıkları, sadece eşcinsel evliliklerine onay vermek, ve benzeri konulardır. Milyonlarca insan, emperyalist devletlerinin müdahalesi sonucu ölmüş, yaralanmış, aç kalmış, ülkesini terk etmiş, onların derdi değil. Emin olunuz böyle. Ne zaman bunlarla konuşmaya başlasanız, hele devrimci solcu olduğunuzu anladıklarında, o malum, (psikopatolojik yansıtma vak’alarında görüldüğü gibi) tekmili birden Stalin edebiyatına başlarlar.

14- Bir başka konu, olası bir dünya savaşının Orta Doğu’dan, İran’dan çıkacağını iddia edenlerin sayısı son günlerde arttı. Bakınız, bugüne kadar ki bütün dünya savaşlarının tetiklendiği asıl coğrafya Avrupa’dır. Napolyon savaşları, Kırım Savaşı, 1. ve 2.harpler… Eğer olacaksa, üçüncüsü de yine bu coğrafyadan patlar. Neden, çünkü rekabet halindeki ana emperyalist güçlerin çıkarlarının kesiştiği esas coğrafya burasıdır. Önceki iki savaşta, en şiddetli çarpışmaların cereyan etmiş olduğu alanlar arasında, malum, Ukrayna, Güney Kafkasya ve Baltık coğrafyası önemli bir yer tutuyordu.. Bu fay hatları bugün de gayet aktiftir. Soğuk savaş sona erdikten sonra tekrar harekete geçmiştir. Yani dünkü emperyalist jeo-ekonomi-politik bugün de değişmedi. Daha fazla derinlik kazandı. Son iki dünya savaşına bakarsak, bu savaşlardan önce Orta Doğu, Balkanlar, Afrika,Uzak Asya gibi yan cepheler diyebileceğimiz coğrafyalarda hazırlık, ısınma, mevzi kazanma, ya da her ne diyeceksek, hamleleri var. Dolaylı (yani “asıl oğlan” ın doğrudan sahne almadığı) lokal savaşlar yaşanmıştı. Tabii bunlar hep basıncı arttıran, manevra alanlarını daraltan etkenler olmuştu.

15- Daha önce bir çok kez yinelemiştim. Savaş çıkacaksa, Almanya kendisini hazır hissettiğinde çıkacaktır. Almanya’nın nihai seçimi savaşın taraflarını, cephelerini net olarak ortaya çıkartacaktır. Önceki iki savaşta da Almanya’nın ilk hedefi, Almanya etrafında Avrupa Birliği’ni yaratmaktı. Esasen 3.Reich’tan anladıkları da buydu. 3.Reich, her şeyden önce bir Avrupa Birliği projesi olarak uygulamaya konmuştu. İkinci hedefi, Britanya’yla rekabette, SSCB coğrafyasını, ve hinterlandını “Almanya’nın hindistanı” haline getirmekti. Savaşlarla gerçekleşmeyen ilk hedef bugün NATO şemsiyesi altında hemen hemen olanaklı olmuştur. En azından ekonomik olarak bu hedefe çok yaklaşıldı. İkinci hedef ise Almanya için hâlâ bir sorunsal olarak duruyor. Bu Avrasya coğrafyasının kapısı nasıl açılacak?

Devrimci güçlere çağrı

Beklendiği gibi, CHP’nin başını çektiği düzen muhalefeti bir kez daha Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesinden yana tavır almıştır. Futbol tabiriyle boş kalenin hemen önünde ayağına gelen topu gol yapmak istememiştir.

“Millet ittifakı” bu seçimi protesto edeceğini açıklasaydı, Tayyip rejimi 23 Haziran’ı dahi göremeyebilirdi. Herhalde Tayyip Erdoğan ve temsil ettiği iktidar bloğu CHP’nin iptal karşısında aldığı bugünkü tavrı garantilememiş olsaydı, bu iptali göze alamazdı.

Bu arada, iptal kararından hemen önce Koç ailesi mesuplarının İmamoğlu’nu ziyaretlerini ona destek mahiyetinde görenler var. Olabilir. Ancak bu ziyaret, çok önce alınmış olduğu malum olan bu iptal kararı sonrasında İmamoğlu’nun “yanlış” bir protesto kararı almamasını telkin etmek için yapılmış da olabilir.

Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli’nin “muhalif” rolünü üstlenmiş bir versiyonudur. Görevi muhalefeti kontrol altında tutarak Tayyip’in rejimini sürdürmesini temin etmektir. Hemen şunu da ilave edeyim: Kılıçdaroğlu, tıpkı İmamoğlu gibi, sol kültürden gelmiyor. Solcu değildir.

Bunların peşine takılarak muhalefet yapılamaz. Bu rejim alt edilemez.

Tayyip’in kim olduğunu ne yaptığını, ne yapmak istediğini biliyoruz. Onu alt etmede devrim ve demokrasi güçlerinin önündeki en önemli engel Kılıçdaroğlu’dur. Onun liderliğindeki muhalefeti saf dışı etmeden, izole etmeden yol açmamız, ilerlememiz mümkün değildir. Bu gerçek bir kez daha teyit edilmiştir.

Eğer İstanbul adayının özel çabası olmasaydı, 31 Mart gecesi Tayyip Erdoğan bir kez daha yasa dışı şekilde bu seçimleri kazanmış olduğunu ilan edecek, Kılıçdaroğlu da yine sesini çıkarmayacaktı.

Seçimlerde CHP’nin bir çok metropolde kesinlikle Kılıçdaroğlu’nun performansıyla alakalı olmayan seçim başarısı sonrasında seçim iptaliyle ilgili tartışmaların başlatılmış olduğu bir sırada kendisine iktidar tarafından Çubuk’da bir ayar verilmiştir.

Seçimin iptal edileceğinin bilinmesine, iptalin göstere göstere gelmesine rağmen halkın sanki memlekette demokrasi, hukuk varmış gibi bir beklenti içine sokulması o halkla alay etmek anlamına gelir. Hele seçimin iptali için gösterilen gerekçeye baktığımızda aklımızla alay edilmek istendiğini görüyoruz. Artık iktidar bu halkla CHP’yi kullanarak alay ediyor. Dalga geçiyor.

Bir de CHP liderinin çıkıp, “bu YSK bir çetenin kontrolündedir” dedikten sonra aynı YSK’nın kontrolünde yenilenecek seçime katılacaklarını “her şey güzel olacak” diyerek ifade etmesi tüy dikiyor. Olmaz böyle şey!

Devrimcilere gelince, bugün hâlâ “bakacağız öbür muhalif arkadaşlar nasıl hareket ederse, öyle hareket edeceğiz. Veyahut, tavrımızı ona göre belirleyeceğiz” demelerinin devrimci bir siyaset tarzıyla alakası yoktur. Öte yandan, bazılarının kafalarının arkasındaki, “bir büyüyelim, bir kilolanalım o zaman bizi göreceksiniz. O zaman sizi döveceğiz” mealindeki anlayışın Leninci siyasetle hiç bir bağdaşır tarafı yoktur.

“Aynı gemide değiliz” demek, tek başına bir siyasete tekabül etmiyor. Bunun siyasetinin her somut sorun karşısında oluşturulması, yapılması gerekir. Bir an önce bu boykot eylemini organize edecek, bu boykotu kitlelerin talebi haline getirecek, CHP’ye alternatif, mümkün olduğu kadar geniş, devrimci sol bir muhalefet odağı oluşturmak zarureti var.

Yenilenecek seçimi Tayyip Erdoğan’ın kazanması kuvvetle muhtemeldir. Ancak o durumda dahi rejimin sürdürülmesi kabil değildir. Ülkenin içine girdiği ağır ekonomik kriz, üstüne üstlük vurdum duymazlık derecesinde artan hukuksuzluklar, adaletsizlikler, içeride meşruiyet bunalımını ağırlaştırmaktadır. Rejimin dışarıdaki sıkışıklığı da, onun uluslararası bağlamı nezdindeki meşruiyetini sorgulanır hale getirmiştir. Bu bağlamı teşkil eden güçler bakımından Tayyip’in, El Beşir muamelesi görmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Olası bir halk kalkışması karşısında, Sudan’daki gibi bir askeri darbe olasılığı vardır. Ancak olası bir askeri darbenin 15 Temmuz gözdağının, isterseniz, provasının devamı niteliği taşıyacağı da açıktır. CHP bugünkü hiç bir tutarlı tarafı olmayan tavrıyla şimdiden bu olasılığa yatırım yapmaktadır. Devrimci sol güçlerin bu oyunu bozmaları için acilen sahneye çıkmaları gerekiyor. Özlenen büyüme, güçlenme ancak böyle bir sahne alışla mümkün olabilir.

Enayiler olmadan iktidar olunamaz

Ergenlik yıllarımda Hürriyet Gazetesi’nde, zamanın en zengin adamlarından birisi olduğu söylenen Yunan armatör Onasis’in hayat öyküsünün anlatıldığı bir tefrika okumuştum. Orada, Onasis’le yapılmış mülakatlar da vardı. Adama, nasıl zengin olduğuna dair sorular soruluyordu. Şu yanıtı belleğimde kalmış: (mealen) “Zengin olmak için sadece para, sermaye yetmez; enayilere de ihtiyaç var. Enayiler olmadan zengin olamazsınız.”

Onasis’in bu veciz itirafını pekala siyasal iktidar ilişkilerine de uyarlayabiliriz. İktidar her şeyden önce, tek taraflı bir etkinlik değil, muhalifler, isterseniz, düşmanlar yaratarak yürütülen çok taraflı bir edimselliktir. Rakiplerin edimleri üzerinde etkide bulunma, onları yönlendirme kapasitesidir. Buna amiyane bir tabirle, enayileştirmeyi de ilave edebiliriz.

Tayyip Erdoğan’ın şahsında temsil edilen iktidar, içinde bulunduğu şartları kullanarak iktidar uygulama kapasitesini sürekli geliştirdi. Bugün seçim iptali gibi kritik bir kararı bu kapasitesi sayesinde alabildi. Bir kez daha (kimi zaman düşmanlaştırarak) uysallaştırdığı rakiplerine bu kararını da onaylatacak. Kimsenin şüphesi olmasın.

Bugünkü manzaraya baktığımızda, “yat denilince yatan, kalk denilince kalkan” bir muhalefet var. Bu iktidarın ancak devrimci bir mücadeleye alt edileceğine önce devrimcilerimizin ikna olması gerekiyor. Ona karşı düzen partileriyle mücadele verilemeyeceğini eylemli olarak kavramak gerekiyor.

AKP-MHP iktidarının son hamlesini “haziran halkı” na bir çağrı olarak okumak gerekir. Nitekim, ilk tepkilerden bu mesajın alınmış olduğu görülüyor. Şimdi malum muhalefet tekrar hava supabı işlevi görmek için devreye girecektir.

Türkiye’de çok uzak olmayan bir zamanda bütün siyasal yapı halk inisiyatifiyle tasfiye edilecektir. Tasfiye edilecek olan sadece AKP-MHP idaresi olmayacak, bu idarenin üzerinde tepinerek iktidar oyununu kafasına göre oynadığı, sayesinde iktidarını sürdürdüğü düzen “muhalefet”i de onunla birlikte gidecektir. Burada soru, bu tasfiye işinde kimin ön alacağıdır.

Daha önce defalarca yazmıştım. AKP türü rejimler seçimle gelirler ama seçimle gitmezler. Bunu baştan görüp, hamleleri ona göre yapmak gerekirdi. Nitekim 6 yıl önce, sadece “Haziran halkı” bu gerçeği sezdi ve bir refleksle ayağa kalktı. O zaman, muhalefet partileri sadece seyirci kalmışlardı. Bir kez daha benzeri olacaktır. Elbette daha geniş bir ölçekte ve daha yoğun bir katılımla.

Bugün devrimci sosyalistlerin görevi halkın doğrudan müdahalesinin önünü açacak hamleler yapmaktır. Yenilenecek seçimlerde figüran olmamak gerekir. Bu şartlarda seçim kazanılmaz. Muhalefetin tekrar seçim kazanmaması için her türlü önlem alınmıştır. Alınmaya devam edilecektir.

Muhalefet geçmiş seçim ve referandumlardan sonra samimi olarak itiraz etmediği, kararlı şekilde direnmemiş olduğu için şimdi bu yeni muameleye tabi tutulmuştur. Bu “legalite” yi kabullenmenin faturası sürekli daha ağırlaşmaktadır. Sorun, bu AKP- MHP legalitesine teslimiyettir. Onun hâlâ inkar edilmemiş olmasıdır.

Türkiye’de son 16 yıldan beri yaşanan anti-demokratik siyasal gelişmelerde muhalefetin önemli ölçüde sorumluluğu vardır. Ancak bugünden itibaren iktidarın giderek ağırlaşan, hiç bir kural tanımayan anti-demokratik meydan okumasından sonra en ağır sorumluluk muhalefete aittir(Bu çok sık tekrar eden seçim ihlalleri artık bir fars halini almıştır. Seçim iptalinin gerekçesi, iktidarın 2010’dan beri yaptığı ve kazandığı bütün seçimlerin ve referandumların, dolayısıyla elde ettiği politik konumların da geçersiz olduğunu ilan ediyor).

An itibarıyla top muhalefetin ayağındadır. Ya bir kez daha iktidarın “yat-kalk” komutuna göre davranacak(bu güçlü olasılıktır), ya da bu iptal kararını “allahın lütfu” olarak değerlendirip, iktidarın hiç bir inandırıcılığı kalmamış legalitesini tanımadığını ilan edecektir.

“Allahın lütfu”

Türkiye’nin burjuva devleti 2007’den beri seçimleri doğru düzgün, yani kendi koyduğu kurallara uygun olarak yapamıyor. Kasıtlı olarak yaptırmıyor. Artık kendi ilkelerine, kurallarına uyarak yönetmesinin kabil olmadığını görüyor.

Zaten dünyanın bir çok ülkesinde, en başta da, en gelişmiş kapitalist ülkelerde yurttaşlar seçimin  bir düzen oyunu olduğunu görmüşler, oy kullanmaya dahi gitmiyorlar.

Bugün dünyanın hemen her yerinde, nüfuslarını sürekli olarak gözetleyen, “güçlendirilmiş yürütme” mekanizması marifetiyle işleyen olağanüstü hal rejimleri, güvenlik devletleri iş başında.Genel bir teyakkuz hali var. Soğuk savaş yıllarında, en gelişmiş burjuva devletleri bizatihi, bu gibi durumlarda, “totalitaryanizm” sakızını çiğnerlerdi.

Yönetmeye çalıştıkları (sadece işçi sınıfı değil) geniş nüfuslar nezdinde meşruiyetlerini yitirmiş burjuva düzenlerinin, soğuk savaş yıllarında olduğu gibi, burjuva demokrasisini parlatarak yola devam etmeleri mümkün görünmüyor.  Nitekim, aşağı yukarı son yirmi yıldan beri bu “zorunlu” demokratik rejimlerin boyalarının akmaya başladığına tanık oluyoruz. Yani özlerine dönüyorlar.

Türkiye’deki versiyonuyla “güçlendirilmiş yürütme”  paralel bir güvenlik devleti tarafından arkalanan otokratik bir rejime dönüştü. Özerk ve eşgüdümlü kurumlar ve kurallar organizasyonu olarak bildiğimiz devlet fiilen tasfiye edildi. İşlemiyor. Bu bağlamda mesela, artık bir YSK’dan da söz etmek kabil değildir.

Şu son İstanbul seçimleri söz konusu olduğunda, karar mercii YSK değildir, Erdoğan ve dayandığı iktidar bloğudur. YSK ancak onların kararını ilan edebilir. Devletin görünürdeki kurumsal varlığının genel olarak artık böyle bir işlevselliği söz konusudur. Bunu net olarak görmek gerekir. Bu bakımdan, YSK’ya  yönelik olarak yapılan hukuk, adalet çağrıları anlamsızdır. Devrimcilerin bu tuzağa düşmemesi gerekir.

Şimdiye kadar seçimleri kazanmış CHP’den seçimin yenilenmesi halinde, seçime katılmayacaklarına dair bir açıklama duymadık. İktidar bloğuna açıkça böyle bir mesaj verilmedi. Oysa protesto yönünde kararlı bir tavır, iktidarın yapacağı hamle üzerinde etkili olabilirdi. Şu ana kadar böyle bir tavra dair  izlenim edinmedik.

Tahlihsizlik, sol devrimci güçlerin de, bu seçim iptali tartışması başladığı andan itibaren bir protesto kampanyası yürütmemiş olmasıdır. Solun böyle bir kampanyası muhalif kitleler ve iktidar bloğu üzerinde etki yaratacaktı. Olmadı. İktidara, iktidar eylemenin tek taraflı bir iş olmadığını hatırlatmak gerekirdi. Gelgelelim, sol da, bu “demokrasi”, “hukuk” oyununa kendisini kaptırmış görünüyor.

Bakınız, eğer iktidar seçimleri iptal ederse, şu ana kadar verilen izlenim doğrultusunda, “millet ittifakı” da yeni seçime katılma kararı alırsa, seçimden tekrar AKP’nin çıkması çok güçlü bir olasılık olacaktır. İktidar kaybedeceğini bile bile yeni bir seçime girmek istemeyecektir. Minareyi çalan kılıfını da uyduracaktır.

AKP düzeni bugüne kadar sadece dış koşulların kendisine yarattığı hareket alanı sayesinde ayakta durmadı. İçeride, kendi hareket alanını sınırlayan  karşı-iktidar hareketiyle, karşı-iktidar hamleleriyle rahatsız edilmedi. Düzen içindeki bütün olası iktidar odaklarını uysallaştırdı. Siyasetine hizmet eder hale getirdi.

YSK’ya, “hukuk” adına,  bu kadar bel bağladığı koşulda dahi muhalefet, “protesto” kartını kullanarak onu etkilemeyi düşünmedi. Böylece kendi anlayışı içinde dahi tutarlı bir muhalif tavır sergilememiş oldu.

Yine de geç kalınmış değil. İktidarın olası bir iptal kararına protestoyla yanıt vermek, başta devrimciler olmak üzere bütün muhalifler için “allahın lütfu” olarak görülebilecek siyasal olanaklar yaratacaktır.

 

Venezuela

ABD kuruluşundan itibaren  her zaman bulunduğu coğrafyada, bölgede egemen konumda bulunmayı şiar edinmiştir. Güney ve Kuzey Amerika’ya yabancı güçlerin müdahalesini önlemeye çalışmış, bu anlayışla, İngilizleri, Fransızları, İspanyolları bölgeden kovmuş, bu coğrafyada kendi çıkarlarına karşı olan ekonomik-siyasal gelişmelere mümkün olan her aracı kullanarak karşı koymuştur. ABD, biraz daha sonra bu anlayışı siyasal bir doktrin haline getirmişti.

ABD’nin oluşturduğu bu kalkanda açılan ilk gedik Küba’dır. Küba’da bilindiği gibi, işin başında, devrimciler tarafından sosyalist bir devrim öngörülmemiş, sonradan Sovyetler Birliği’nin desteği olmadan iktidarı tutmanın mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, ülkede tarihsel olarak, nispeten  güçlü bir şekilde var olan komünist işçi hareketinin çizgisi benimsenerek sosyalist yola girilmişti.

Geçerken şunu da söylemeliyim: Sovyet devriminden sonra gerçekleşen veya gerçekleşemeyen bütün devrimler, SSCB’nin varlığı, merkezi siyasal rolü olmadan tahlil edilemezler. SSCB’yi bu bakımdan da değerlendirmek gerekir. Bunun (emperyalistler tarafından değil ama devrimci solcular tarafından) ihmal edildiğini düşünüyorum. Böyle bir ihmalde, “sürekli devrim” ya da “dünya devrimi” belagatından başka sermayesi olmayanların da etkisi olmuştur.

SSCB etrafında yine sol tarafından ihmal edilen bir başka önemli gerçek de, bu ülkenin, Marks ve Engels tarafından esas hatlarıyla “sosyal-demokratik” olarak adlandırılabilecek bir çerçevede betimlenmiş toplumsal vizyonun zirvesini oluşturmuş olmasıdır. Bu vizyon kabaca, herkese iş, herkese konut, ücretsiz eğitim-öğretim  ve ömür boyu sağlık hizmetleri vb gibi sosyal olanaklara işaret eder. Yükselen üretim kapasitesi üzerinde sürekli artan bir tüketim kalitesini üretime dahil olan bütün yurttaşlar için erişilebilir bir şekilde, eşitlikçi bir anlayışla temin eden refahçı toplumsal kazanımlarda somutlaşır.

Yapılmayanlar, yapılamayanlar, araçlar, yanlışlar, sapmalar ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak SSCB, söz konusu marksist tasarımı esas hatlarıyla başarılı bir şekilde realize etmişti. Maruz kaldığı bütün saldırılara, izolasyona rağmen kapitalist dünyayı da etkisi altına alan, hatta emperyalist sermayenin hareket alanını oldukça daraltan sosyal-demokratik diyebileceğimiz bir uygarlık yaratmıştı. Bunu teslim etmek lazım.

Dikkat edilecek olursa bu sosyal-demokratik anlayış, Marks ve Engels’ten hatta kısmen daha öncesindeki, ütopik sosyalistlerden intikal eden sonraki (birbirlerine muhalif olan) bütün marksist anlayışlarca ortak şekilde paylaşılan bir toplumsal vizyondu. Bu vizyon ne Lenin’in ne de Stalin’in eseriydi. Onlar bu anlayışın yarı-feodal, yarı-kapitalist bir ülkede uygulamasını yaptılar. Hem de başarıyla yaptılar.

Mevzumuza dönecek olursak, Küba’da ve onun etrafında sonradan olup bitenleri biliyoruz. ABD, kendisi için bu acı deneyimin bir daha tekrar etmemesi için işi daha da sıkı tutmaya başlamıştı. Bugün de bu durum devam ediyor.

Latin Amerika’da köklü, bir çok durumda birbirinden ayırt edilmesi zor,  sağ ve sol popülist gelenekler var. Bu gelenekler sıklıkla  faşizm ve sosyalizmle karıştırılıyor. Bundan başka, bir de yanlış bir algı var. Sosyalist bir kişinin genel seçimlerden sonra hükümet başkanı olması,  o ülkenin sosyalist olduğu veya hemen sosyalist olacağı anlamına da gelmiyor. Böyle bir şey yok.

Bugüne kadar ki bütün başarılı sosyalist deneyimler radikal devrimlerle gerçekleşmiştir. “Milli irade” ile gelen gelen sosyalizm yok; ama giden çok. Sosyalizm ancak “devrimci irade” ile gelebilir.

Venezuela’da bir devrim olmadı. Karizmatik politik bir kişilik olarak Chavez, kendisini en başından “ne marksistim, ne de anti-marksistim” diye tanımladı. “Bolivarcıyım” deyip, işin içinden çıktı. Daha önce bir askeri darbeyle ele geçiremediği iktidarı, seçimleri kazanarak aldı. Oysa mesela, kıtanın en yoksulu olan Bolivya’daki, marksist olduğunu en başından itibaren açıklamış, Morales kalibresinde sol popülist bir lider olduğu bile söylenemezdi. Sol kültürden gelmiyordu.

İktidarda, Chavez ve onun açtığı yolda yürüyen Maduro hiç bir ciddi sosyalist önlem almadılar.  Söyleme aldanmamak lazım. Sosyalist yönelimli bir eşik toplumu kurmak için devrimci koşulların oluşacağı anlamlı bir kamusalcı sosyalizasyon politikası uygulamadılar. Burjuvazinin ekonomik dayanaklarını çökertmek yerine yeni “yandaş” burjuvalar yarattılar. Petrol gelirlerine dayanan bir rant ekonomisini sürdürmeye devam ettiler. Nepotizm, yandaş kayırma, kamusal işletmeleri yandaşlara peşkeş çekme, yağma düzeni değişmedi.

Önceki yönetimlerden farkı  şuradaydı: Milyonlarca yoksul veya dar gelirli aileye aylık para yardımları, gıda yardımları yapıldı. Bu sayede “bolivarcılar” her seçimin banko kazananı oldular. Milyarlarca dolarlık petrol gelirleri bir “ulusal fon” da toplandı. Bu paralar aynı zamanda yandaş firmaların inşaat faaliyetleri için yağmalanmaya başladı. Bir süre sonra petrol fiyatlarındaki düşüşle birlikte ekonomik ve sosyal kriz derinleşti.

Bolivarcıların şu ana kadar sosyalizmle, sosyalist kuruculukla ilişkilendirilebilecek kayda değer bir pratiği yok. Sosyalist önlemleri, “fak-fuk fon” kurmaya, abone fakir-fukaralara para dağıtmaya, “gıda yardımı” yapmaya indirgediler.   Bu anlayışın marksist sosyal-demokratik toplumsal vizyonla uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Venezuela’da kamusal bir üretici ekonomik faaliyete girişilmedi. Petrol fiyatları, Chavez’in erken zamanlarında olduğu gibi, yükseldiğinde, işler idare edildi. Petrol fiyatları düşünce, sorunlar defolar ortaya çıktı. Bir burjuva siyaseti ve ideolojisi olarak Bolivarcılığın Venezuela versiyonunun boyaları dökülmeye başladı. Bunun sorumlusu  elbette kendi devrinde, kıtanın tarihsel-toplumsal sorunları karşısında ilerici bir tavır alan Bolivar değildir, ama öyle bir tarihsel kişiliği popülist demagojilerine malzeme yapanlardır.

Sağıyla soluyla popülist rejimler aşağı yukarı benzer ekonomik politikaları, sol veya sağ soslara bandırılmış benzer söylemleriyle uyguluyorlar.  Bu rejimlerin kapitalizmle bir sorunları yok, gelir dağılımıyla -çoklukla da sürdürülemez şekillerde- oynamaları kitlelere dönük başlıca ekonomik politikalarıdır. Türkiye ve Venezuela örneklerinde gördüğümüz gibi,  temsil ettikleri  “yeni elitler” e yönelik olarak ise büyük sermaye transferleri yaparlar. İsterseniz, kendi etraflarında, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmek pahasına, yeni sermayedarlar yaratırlar diyelim.

Burjuva sınıf siyasetlerini gizlemek için kullandıkları anti-elitist söylemle iktidara tırmanırlar. Bir kez oraya tırmandıklarında da, Türkiye örneğinde olduğu gibi, cehaletleri ve vasatlıklarıyla, lumpen meşrepleriyle eskilerine rahmet okutacak, yeni elitlerini yaratırlar.

Plansız, programsız, üretimsiz, dış borca dayalı kapitalist ekonomi tükenince, bu rejimlerin özellikle bir karizmatik liderin yönetiminde üst üste iktidara gelme başarısı göstermiş olanları, içinden çıktıkları ve o zamana kadar savundukları burjuva demokratik çerçeveye, hatta çoğulculuğa karşıt olarak savundukları çoğunlukçu anlayışın alameti farikası olan “milli irade” ye, malum popülist belagatlarıyla itiraz ediyorlar. Başta hukuk kurumları olmak üzere burjuva devletin kurumsal aklını yıkıyorlar.

Emekçi sınıf siyasetiyle alakaları yok. Demagojik anlayışlarıyla, kendi iktidarlarını her koşulda  olumlamayanları halktan bile saymıyorlar. Halk derken sadece sürekli olarak yemledikleri, kim olursa olsunlar, banko seçmenlerini kast ediyorlar.

Bütün ipleri ellerinde tutmak için bazısı, Türkiye örneğinde olduğu gibi, otokrasiye doğru evriliyor. Popülist deneyimlerden hiç bir zaman, sosyalizmden vazgeçtik, burjuva demokratik yapılar dahi çıkmıyor. Bu yapıların şu ya da  bu derecede var olanları da ortadan kaldırılıyor. Popülist deneyimler, bir çok vak’ada görüldüğü gibi, vahşi kapitalist uygulamaların önünün sonuna kadar açıldığı daha otoriter rejimlerle sona eriyorlar.

Venezuela’daki rejim sol adına değerli olabilecek bir fırsatı heba etmiştir. ABD hegemonyasının gerilediği, yükselen rakip hegemonik girişimlerle arasındaki mücadelenin kızıştığı, dolayısıyla petrol ve doğal gaz gibi stratejik metaların öneminin kat be kat arttığı koşullarda, ABD’nin kendi arka bahçesi olarak gördüğü, yakın kontrolü altındaki bir bölgede, ayakta durması güçleşiyor.

Eğer ekonomik olarak Çin’e; askeri olarak Rusya’ya dayanırsa bir ihtimal biraz daha dayanabilir. Ama ne pahasına? Tayyip de şimdilik, ABD ile arasındaki köprüleri atmadan,  güvenliği için Rusya’ya dayanıyor. Pekiy böyle devam edebilir mi? Edemez.

Bu noktada, bir Küba’ya bir de Venezuela’ya bakınız. Küba devriminin, Kastrist liderliğin, bütün eksikliklerine rağmen,  ne anlama geldiğini böylece daha iyi kavramak mümkün olacaktır. Küba, sosyalizm tesisi bakımından dezavantajlı ölçeği ve yok denecek kadar kısıtlı ekonomik olanaklarıyla, devrimden itibaren ağır ambargolara maruz kalmış bir ülke olarak, kim ne derse desin, bir destan yazmıştır.

Venezula’da düzenin sınıfsal içeriği değişmemiştir. Yani bir devrim olmamıştır. Önceki yağma düzeninin oyuncuları ve dili değişmiştir. İlave olarak, yoksul ailelere maddi yadımlar yapılmıştır. Türkiye’de de yapılıyor. Her iki ülkede de milyonlarca insan hazineden yardım alıyor (Bundan bir kaç yıl önce, AKP’nin Samsun belediye başkanı mealen, ” Samsun’un nüfusu 1 milyon kadar ve 500 binden fazla insan belediyeden her ay para yardımı alıyor” diye medyaya  yakınmıştı. Bunun sadece Samsun’a özgü olmadığını biliyoruz)

Elbette bütün bu gelişmeler, ABD’nin Venezuela’ya müdahalesini haklı çıkarmaz. Buna şiddetle karşı çıkmak gerekir. Gelgelelim, Venezuela’daki durumu da gerçekçi bir şekilde görelim.

Hegemonya bunalımının yaşandığı bir devirde dünyanın her yanı mücadele halindeki kapitalist güçlerin açık avlanma alanı haline gelir. Bir kez daha bu oluyor. Bakınız, daha çok yakınlarda, ABD tarafından yaratılmış IŞİD, Sri Lanka gibi güçler arası siyasal oyuna henüz aktif olarak dahil olmamış, kıyıda kalmış izlenimi veren yoksul bir ülkede terörist  saldırılar düzenledi.Bu çapta bir saldırı arkasında büyük bir devlet gücü ve elbette Sri Lanka devleti içinden destek görmeden gerçekleştirilemezdi.

ABD ve Çin arasındaki hegemonya mücadelesinin Doğu ve Güney Doğu Asya’daki denizleri kontrol etmeye odaklandığı son yıllarda, Hint yarımadasının altında, stratejik bir konumda bulunan bir ada ülkesi olarak Sri Lanka’nın öneminin mücadele halindeki iki güç için daha da artacağı aşikardır.

Son yıllarda Çin’in bu ülkeye sermaye ihraç ettiğini, ülke ekonomisini kendi ekonomisine bağımlılaştırmaya çalıştığını  biliyoruz. Son terörist saldırılar ülkenin Çin’le ekonomik yakınlaşmasının arttığı bir zamanda gerçekleşti.

Bugün dünyadaki hiç bir siyasi gelişmeyi bu hegemonya bunalımı ve  mücadelesini dikkate almadan değerlendiremeyiz. Bu dönemlerde dış dinamik çok öne çıkar. Tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelesinde, iktidar bloğu içindeki mücadelelerde siyasi manevra alanlarının açılmasında, daraltılmasında ve nihayet ortadan kaldırılmasında dış dinamik kritik bir rol oynuyor. Bunu ihmal etmemek gerekir.