“Beka” sorunu

Türkiye sermaye sınıfı ne zaman ağır ekonomi-politik bir krize girse, otomatiğe bağlanmış gibi, “beka”, “milli birlik”, “milli koalisyon”, “Türkiye ittifakı” teranelerini seslendirmeye başlar. Bu tamamen anti-demokratik, gerici, faşizan bir çağrıdır. Dolayısıyla emek karşıtıdır.  İdeolojik referansını da malum Türk-İslamcı  çöplükten derler.

Bu çağrıyla, hep yapıldığı gibi, “devletin bekası” teması etrafında seçmeci, dışlayıcı bir “birlik” e referans verilir. Açık olarak ifade edilmese de, sünni müslümanlar ve etnik olarak Türk olanlar hedef kitle olarak seçilir. Esasen bu ta 2.Abdülhamid devrinden beri devletin özsel ideolojik kodlarına işaret eder. Hamid zamanındaki (İngiliz emperyalizmine hizmeti de gözeten) Sünni  İslamcılık,  2.Meşrutiyet devrinin belli bir evresinden itibaren  Türkçü renge bulanmış, nihayet Cumhuriyet’te,  batıcı, mezhepci-laik vurgularıyla, etnik-ulusçu formuna kavuşmuştur.

Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında, bu kombinasyonun batıcı, laik vurgusu emperyalist talepler doğrultusunda erozyona uğratılmıştır. Türkçü-Sünni İslamcı öz takviye edilmiştir. Türkiye’de kimlik siyaseti, paradoksal olarak, cumhuriyet devrinde, cumhuriyet devleti tarafından uygulamaya konmuştur.

Bizim cumhuriyet anti-feodal değildi. Bunun nedeni Kürt sorunuydu. Kürt feodallerini yanında tutarak, bu sorunu uyutacağını sandı. Bizim cumhuriyet en başından anti-komünistti. Bunun en önemli  saiklerinden bir tanesi,  proletarya devrimi gerçekleştirmiş komşu Sovyetler Birliği’ne muhtaç durumda bulunmasıydı. Zaten kadim devletin genlerinde bulunan  “moskof” düşmanlığı, komünizm düşmanlığına bulanmış oldu.

Bir de tabii, ” bizde burjuva da, proletarya da yoktu”  diyen kemalistler nasıl o yokluktan bir burjuva devleti çıkarmışlarsa,  başka birileri de proletaryanın bulunmadığı aynı koşullardan pekala bir proletarya devleti çıkarabilirlerdi.  Birincisi nasıl mümkün olabilmişse, pekala ikincisi de mümkün olabilirdi. Bunun korkusunu da anlamak gerekir.

Anti-komünizm, anti-feodal olmamak, Kürt sorununu yok saymak, “mezhepçi laiklik” anlayışı, Türk devletinin gericiliğinin  temel saikleridir. Bunu saptamak gerekir. TC devleti “beka” çağrısı yaptığında, iç düşmanlar yaratarak oluşturduğu söz konusu kurucu söylemlerini ısıtıp ısıtıp ortaya sürer.

Bu “beka” çağrılarının pratiği  her zaman  “olağanüstü hal” uygulamaları, komplolar, “faili meçhuller”,  linç siyaseti,  kısaca, devlet terörü aracılığıyla gerçekleştirilir. 15 Temmuz 2016 neo-con kalkışmasından sonra düzen muhalefeti ve  iktidarını paylaşmak zorunda kaldığı paralel “güvenlik devleti” sayesinde, 3. Bonapartvari bir sivil darbeyle,  “otokratik” rejimini kuran Tayyip Erdoğan, bir  3.L.Bonaparte taslağı olarak, el altında tuttuğu lumpenleri devreye sokarak muhaliflerini hizaya getirmeye çalışıyor.

Artık bu güvenlik devleti, terör ve lumpenler olmadan (“lumpen” derken sadece malum güruhu kast etmiyorum, kendisi de, meşrebi itibarıyla, hemen hemen bir lumpen olan Erdoğan son on beş küsur yılda kendi etrafında, özellikle de inşaat sektörü dolayısıyla, akçalı bağlantılar içinde olduğu, hayli palazlanmış  bir “lumpen sermaye” fraksiyonu  yaratmıştır)  ayakta kalması da kabil değildir.

Yukarıda da işaret ettiğim gibi, bu, siyasal tarihimizde sadece Erdoğan’a özgü olan bir siyasal davranış tarzı değil. Ne zaman “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşsa”, beka yaygaracıları sahne alırlar. Faşist ya da faşizan bir güvenlik devletinin meşruiyeti adına bilindik faaliyetlere girişirler. Daha erken deneyimleri bir yana bırakacak olursak, bu tür uygulamalar 1945 Tan Gazetesi olayından itibaren sıklaşan aralıklarla devam edegelmiştir. Elbette Tayyip Erdoğan’ı da karakterize eden aynı kadim devlet etme tarzıdır.

Erdoğan’dan “demokrat” yaratma sevdasındaki liberal, “sol” ve Kürt ulusalcısı ahmaklar, sonuç olarak,  bir otokratla karşılaştılar. Şimdi de hemen hemen lumpen bir otokratla kemalist cumhuriyeti yeniden ihya edeceklerini sanan (geçmişte, ABD-Çin gerici ittifakı adına SSCB’ye karşı hareket eden önderleri bugün Rusya lobicisi gibi çalışan) Türk ulusalcısı ahmaklar da bir kez daha hava alacaklar. Daha önceki yazılarımda dile getirmiş olduğum gibi,  liberal ve  ulusalcı politik akıl yürütme biçimleri arasında özsel olarak, yöntemsel olarak bir fark yoktur. İkisi de sonunda aynı yola çıkar: faşizm veya otokrasi.

15 Temmuz’dan 31 Mart’a

Erdoğan ve AKP’si Gezi ayaklanması sırasında fiilen ömrünü tamamlamıştı. Son kullanma tarihi dolmuştu. Ancak bölgemizde bir yandan,  ABD ve müttefikleri ile Rusya ve müttefikleri  arasında cereyan eden çekişmelerin (henüz çok ısınmamış olması nedeniyle)  yarattığı yeni manevra alanları; diğer yandan, Gezi halkının örgütsüzlüğü, içeride iktidara talip bir muhalif  siyasal heyetin ortaya çıkmaması, başka bir ifadeyle, AKP iktidarına payanda olmayı, ona alternatif olmaya tercih eden düzen partilerinin mevcudiyeti dolayısıyla konumunu devam ettirebildi.

15 Temmuz’daki neo-con destekli askeri kalkışma, bilindik bir darbe girişimi olmaktan çok, Erdoğan’a  gözdağı verme girişimi olarak görülebilir. Böylece Erdoğan’ın Cemaat aracılığıyla emperyalist neo-con  siyasetine tam olarak biat etmesi temin edilmek istenmişti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Beyaz Saray  muhtemelen kendisine danışılmadan yapılmış bu girişimi onaylamak istemedi.

Bu gözdağı girişimi, gerek ABD ve gerekse Türkiye’de iktidar bloğunu oluşturan yönetici sınıf fraksiyonları içindeki/ arasındaki kapışmaları bir kez daha da açığa çıkarmıştır.

2013 öncesinde, çeşitli şekillerde kenara itilmiş, dışlanmış ya da sinmek zorunda kalmış, ağırlıklı olarak askeriyede yer alan ve NATO’ya kuşkuyla bakan güçler Erdoğan’a kucak açtılar. Bir anlamda onu kurtardılar. Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye’yi kendi emelleri doğrultusunda yanına çekmek, olmuyorsa, en azından iki arada bir derede bırakmak adına, Rusya  devreye girerek  dış desteği sağladı. Erdoğan da muhtaç olduğu acil desteği bu iki kaynaktan temin etmiş oldu.

Bu  iç ve dış olmak üzere iki destek güç giderek Erdoğan’ı çember içine aldılar. Bu arada, söz konusu kalkışmanın yarattığı toplumsal infial, Erdoğan’ın bunu fırsata çevirme becerisi, AKP rejiminin, diğer düzen partilerini de kendisine eklemlediği,  tek bir düzen partisi haline gelmesini kolaylaştırdı.

Erdoğan’ın yeni iç müttefiklerini birleştiren temel Kürt sorunuydu.  Erdoğan’dan üniter devlet yapısını bozmaktan şiddetle kaçınmasını, düne kadar kucak açtığı ve sahada mevzi kazanmalarına göz yumduğu  Kürt siyasetiyle ilişkisini derhal kesmesini, Kürt siyasetinin kazanımlarını sahada da ortadan kaldıracak cebri önlemlerin alınmasını onaylamasını;  dışarıda da, Suriye sorununda Rusya ve İran gibi ülkelerin safında yer almasını talep ediyorlardı. Astana’da Türkiye bu son şartı, fazla direnemeyeceğini bile bile bir takım kayıtlarla da olsa kabul etmişti.

“Kürt savaşı”yla geniş bir coğrafyada, üstelik de kent merkezlerinde, katliamlar gerçekleştirildi ve arkasından Kürt siyasetinin bütün akımlarına karşı anti-demokratik bir saldırı düzenlendi. Aydınları susturuldu. Böylece birinci grupta yer alan iç güçlerin beklentisi gerçekleşmiş oldu.  Ancak bu “barış hali” nin (!) sürdürülmesi için bu şartlara razı olmuş Erdoğan’ın iktidarda kalması gerekiyordu.

Tabii ona kendilerine dayanmadan duramayacağı kadar bir iktidar vermek istiyorlardı. Erdoğan’a, o zamana kadar unutmuş ya da ümidini çoktan kesmiş olduğu başkanlık  teklif edildi. Bir sivil darbeyle burjuva demokrasinin son kırıntılarını da silip süpürmesine destek verildi. Biraz ondan biraz bundan derme çatma, faşizan, otokratik bir idare şekli tesis edildi. Bu “güçlü yürütme” krizdeki sermaye sınıfının da çok işine geliyordu.

Dış politikada, bu doğrultuda, Rusya ve İran ile imzalanan Astana süreci devam ettirildi. Silahlı kuvvetlerin talebi, Rusya ve İran’ın onayıyla, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölümlerinde Türkiye’nin, esas olarak Kürt güçlerini hedef alan, ağza bir parmak bal çalma babında,  işgal ve operasyonlarına izin verildi.

Doğu Akdeniz’e tamamen yerleşmiş olan Rusya, Türkiye ile askeri ilişkilerini ileride (Türkiye için) bir bağımlılık  ilişkisine dönüşecek şekilde ve kendi güvenliğine hizmet edecek surette, geliştirmek için hamleler yaptı. S 400 bu hamleler arasında şu ana kadar en önemli olanıdır. Rusya’nın rakiplerini en çok bu hamlenin rahatsız etmiş olduğu görülmektedir. Çünkü bu Rusya’nın NATO’ya sızma girişimi olarak okunmaktadır.

Aralarında bir tür fiili işbirliği durumu söz konusu olan bu iç ve dış güçler için en önemli mesele Erdoğan’ın kontrollerinden çıkmadan iktidarını sürdürmesidir. Kuşkusuz bu anti-demokratik blok Türkiye burjuvazisi içinde kısmi bir desteğe sahiptir.

Gelgelelim, özellikle TÜSİAD’da örgütlenmiş ve en önemli özelliği Batı emperyalist sermayesiyle bütünleşmiş sermaye çevrelerinin, Erdoğan yönetiminin başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerini rahatsız eden bu 15 Temmuz sonrası açılımlarından, açık olarak dile getirmeseler de,  kaygu duydukları anlaşılabilmektedir.

Ancak genel olarak sermaye sınıfının, özellikle de onun en büyüklerinin, dünya kapitalist sisteminin neredeyse yüz elli yıldan beri içine girmiş olduğu durgunluk- finansallaşma-resesyon  döngüsünün son on yıldan beri giderek derinleşmesiyle, içine girdikleri borç batağı, hatta bir çoğunun fiilen batmış ya batmak üzere olması nedeniyle, devlete ve Erdoğan’a ihtiyaçları vardır. Bu yüzden aktif bir şekilde rahatsızlıklarını, kaygularını dile getirmekten sakınmaktadırlar.

Ekonomik olarak kırılganlaşmış Türkiye sermaye sınıfının Erdoğan ve onu kontrolleri altında tutan güçler karşısında hareket kabiliyeti iyice zayıflamıştır. Göbekten bağlı olduğu Batı sermayesiyle, Erdoğan ve çevresi arasında sıkışmış haldedir. Bu arada geçerken, “alt emperyalizm” hikayesine itibar etmemek gerekir.

Bu koşullar altında, Erdoğan ve ona hükmedenler bir kez daha sermaye sınıfından görece özerkleşme olanağı bulmuşlardır. Bir kez daha, çünkü gerileyen hegemonik gücün dünyada yarattığı çatışma ortamı, yer yer meydanın boş kalması, yeni manevra alanlarının yaratılması gibi, kalıcı olmayan sonuçlara yol açabiliyor. Bu bakımdan  bu hal de sürdürülebilir değildir. Nitekim, 31 Mart’ta ilk spektaküler işaret gelmiştir.

Emperyalizm çağında, özellikle içinde bulunduğumuz bu geç emperyalizm çağında, emperyalizme, NATO’ya dayanmayan bir faşizm tesisi, daha da önemlisi, bunun sürdürülebilmesi mümkün değildir. Bunu faşizmin klasik iki deneyiminde, İtalya’da ve Nazi Almanyası’nda da, sonraki deneyimlerde de açık bir şekilde görebiliyoruz. Türkiye’deki otoriter rejim, emperyalist hegemonya krizinin yaratmış olduğu paralel bir “güvenlik devleti” tarafından takviye edilen arkaik bir otokrasidir.

Faşist devlet, modern bir devlet biçimidir. Faşist siyaset, faşist ideoloji irrasyoneldir ancak faşizmin hemen hemen bütün devlet kurumlarının işleyişinde bir rasyonalite vardır. Faşizm irrasyoneldir, ancak onun “devlet aklı” için aynısını söylemek, önceki iki klasik örneği dikkate alındığında, isabetli olmayacaktır.  Rejimin  rasyonel işleyişi olan kurumları vardır. Bunu mesela Nazi Almanyası’nda en yetkin şekliyle tespit edebiliyoruz.

Türkiye’de tek bir adamın yukarıda değinmiş olduğum güçler tarafından ipotek altına alınmış  iradesi görünürdeki devlet içinde rasyonel kurumsal bir işleyişi  olanaksız kılmaktadır. Erdoğan’a önerilmiş ve kabul ettirilmiş başkanlık sitemi içinde bilindik burjuva devletinin gerek demokratik gerekse olağanüstü hal şartlarına özgü  olan  kurumsal yapılanması tasfiye edilmiştir. Bu bakımdan,Erdoğan’a bırakılmış kısmıyla devlet kurumları görünüşü kurtarmaktan öte bir işlevselliğe sahip değildir.

Bugün ülkemizde kurumsal bir devlet rasyonalitesinden söz edilecekse, bunu, en kritik kısmını askeriyenin oluşturduğu bir tür “paralel devlet” yapısına atfetmek gerekir. Erdoğan’ı kontrol altında tutmaya çalışan ondan görece özerk olan bu yapıdır. Erdoğan’ın onu kontrolü mümkün görünmemektedir. Tersi doğrudur.

Erdoğan “tam yetkili, partili başkan” olunca gerçek iktidara erişeceğini düşünmüş, ancak kendi konumunu zayıflatmış, partisi de dahil olamak üzere, kendisini devletin kurumsal dayanaklarından mahrum bırakmıştır. Adeta bir başına kalakalmış, kırılganlığı artmıştır. Bugün 2013 öncesindeki gücünün epey uzağındadır.

Öte yandan, Erdoğan’ın halk içinde, yine de ihmal edilmemesi gereken  karizmasını (Kof, erkini yitirmiş bir karizmadır artık.Tekrar kendisi için bir karizma haline gelmesi kabil değildir ) kendi politik amaçları için kullanan söz konusu paralel yapı,  ya da isterseniz,   “fiili devlet”  Rusya’ya dayanarak, müttefik ABD’den tavizler koparmaya çalışmaktadır.  Bu yapı için olası bir iktidar değişikliği  Ergenekon ve Balyoz davalarıyla başlatılan döneme geri dönüş olasılığını güçlendireceği için  kabul edilemezdir. Türkiye bugün el altından çıplak bir “güvenlik devleti” tarafından idare edilmeye çalışılmaktadır.

Bu bakımdan belediye seçimlerinin kaybedilmesine olan reaksiyonu sadece dar bir “arpalık” edebiyatı bağlamında değerlendirmek isabetli olmamaktadır. Süreci sadece buradan nemalanan bir takım “yandaş” kişi ve vakıfların kayıplarına indirgemek doğru olmaz. Halen Erdoğan’ı kontrolleri altında tutmaya çalışan söz konusu iki güç, Erdoğan’ın tam da şu sıralarda iktidarını yitirme olasılığından rahatsızlık duyuyor olabilirler.