Sevk ve İdare

Devrimler, yönetici sınıfın artık yönetme kapasitesini kaybetmiş olduğu koşullarda halk kitlelerinin acil bir talebi olarak ortaya çıkıyor. O zamana kadar egemen olan devlet kendi olanaklarıyla tıkanmışlığın üstesinden gelemiyor.

Kendi bekalarının derdine düşmüş yönetici sınıf bloğu halk sınıflarının taleplerini daha şiddetli şekillerde bastırıyor. Sürekli olarak kendi kurduğu hukuksal çerçevenin yetersizliğinden yakınarak, her seferinde içinde yer aldığı siyasal, hukuksal alanı giderek daha fazla daraltmak pahasına, bizzat yapıcısı olduğu hukuksal kodifikasyonları sürekli ihlal etme ihtiyacı duyuyor. Kendi hukukunu dahi tanımıyor.

Mafyatik örgütlerin bile kuralları vardır. Bugün Türkiye’deki mevcut devletin kurumları çökmüş olduğu için kuralları da yoktur.

Sistem tamamen kilitlenmiştir. Sürekli daralan bir alanda dönüp duruyor. Çıkış için kendisini uluslararası bağlamından kopartacak hamlelere başvuruyor.

Hiç kuşkusuz, her devrimci kalkışma yeni bir eşitlikçi, adil düzen, onun formu olarak, demokratik bir rejim talebinin spektaküler dışa vurumudur.

Devrimler yönetim sorunundan doğarlar. Yeni demokratik bir yönetim talebini yükseltirler.

Bugün Türkiye’de devrim en güncel sorundur. Mevcut düzen yapısının, onun jeo-ekonomi-politik kapasitesinin köreldiği, sürekli kendi içine doğru çekildiği halde daralan kamusal meşruiyet alanında, her geçen gün ulusal ve uluslararası çerçevede, sorunları ağırlaştırmak pahasına ayakta kalması kabil değildir.

Türkiye devleti ulusal ve uluslararası bağlamını, dolayısıyla meşruiyetini fiilen yitirmiştir. Ulusal ve uluslararası baskılar, saldırganlıklar yitmiş olanı geri getiremez. Bugüne kadar hiç bir yerde de tersi olmamıştır.

Bu çürümüş yapının içinden sanki yeni imiş gibi çıkacak, kendisine kolayca kol kanat gerecek emperyalist uluslararası bağlamla güven tazeleyecek bir hamleye izin vermemek devrimci bir görevdir.

Devrimci güçlerin, etnik ve dinsel ulusal saplantılarından kurtularak işçi sınıfı siyaseti etrafında olası devrimi sevk ve idare edecek merkezi ve yerel organlar; olası “ikili iktidar” koşullarında atılacak adımlar konusunda süratle kafa yorması, ön hazırlık yapması zarurettir. Bu bakımdan devrimci bir diyaloga ihtiyacımız var.

En son, Mısır ve Sudan örnekleri ortadadır. Aynı yanlışları yapmamak gerekiyor. Devrimi çaldıran devrimciler, en az çalanlar kadar sorumludur. Unutmayalım.

Uzatma dakikalarında son ataklar

Türkiye’deki mevcut rejim emperyalist BOP senaryosunun oyuncularından birisi olarak kurgulanmıştı. Buna göre, Orta Doğu’da emperyalist siyasetin planladığı doğrudan ve dolaylı savaşlarda, esas olarak, lojistik roller üstlendi. Kısacası, bu rejim emperyalist savaş planlarının parçası olarak yükseldi.

Söz konusu savaşın evreleri, etapları, ileri/geri hamleleri içinde zaman zaman yeni ayarlara maruz kaldı. Yine bu kararsız koşulların yarattığı boş alanlarda bazen kendi başına buyruk hareket edebileceği manevra olanakları buldu.

BOP stratejisinin Suriye’de tıkanması, alt edilmesi güç bir direnişle karşılaşması, bir yandan emperyalistlerin hesaplarını alt üst ederken; diğer yandan, akılcı hareket etme kapasitesi iyice körelmiş Türk devletinin sahadaki rakip güçler açısından giderek kontrolden çıkmasını da teşvik etti.

İdlip, Türk devleti için uzatma dakikalarının oynandığı saha haline geldi. Buna karşın, o hâlâ kendisinin bu senaryodaki rolünün tamamlanmış olduğunu kabullenemiyor. Kendisi için bir senaryo yazarak yeni bir oyun kurmak istiyor. Bu kez, güreşe doymayan mağlup pehlivan rolündedir.

Daha önce de bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu tür emperyalist proje rejimleri, proje duvara toslayınca ya da çökünce son hamlelerini yaparak, sahneden çekilmek zorunda kalıyorlar. Bugün aynısı, AKP ve Erdoğan rejiminin başına gelmektedir.

Şimdi bir yandan Suriye sahasındaki ABD müttefiki Kürt gruplarla temas ederek; diğer yandan, NATO ve ABD’yi harekete geçirerek, kendi çabasıyla yarattığı, giderek kendisini yuttuğunu da hissettiği girdaptan çıkmaya çalışıyor. Ne var ki, ortada bırakılmış olduğunu göremiyor.

Artık ne ABD-AB-S.Arabistan ve İsrail; ne de Rusya, İran ve Suriye Tayyip Erdoğan sonrasını sorunsallaştırıyor. Hepsinin nazarında Erdoğan için çok geçtir. Erdoğan sonrası hepsi için mevcut Türkiye siyasal yapısının sunduğu manzara içinde giderek netleşiyor. Bu netleşen tablo da hiç birisini (şimdilik) rahatsız etmiyor. Abdullah Gül’ün mesajının böyle bir okunuşu da mümkündür.

Gelgelelim, çarşı, pazar hesabının evdeki hesaba göre şaşabileceğini de ihmal etmemek lazım. Uzatmaları oynayan sadece Türkiye’deki rejim değil, 1946’da soluk almaya başlamış ama 1991’de soluğu tükenmiş, o zamandan beri sunni teneffüsle yaşatılmaya çalışılan dünya düzenidir.

Türkiye’deki mevcut rejimin bu şekilde, öngörüldüğü gibi, devre dışı kalması, ülkedeki halk kitlelerinin önündeki bir siyasal engelin aşılması ama daha çetin olanının yerine geçmesi anlamına gelir. Bu senaryoya göre gidene evet, ama gelene de hayır demek zarurettir.

Bugün AKP’nin maruz kaldığı bu sefil tablo, her şeyden önce, Gezi’nin ilanı gecikmiş zaferi olarak görülmek gerekir. Hiç bir ilerici toplumsal mücadele boşa gitmez. Gezi de boşa gitmemiştir.

Gezi daha bitmemiştir. Dünyaya baktığımızda, Gezi yönteminin giderek daha global düzeyde kabul görerek, yeni bir etaba girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Artık kapitalizmin, onun düzen siyaset ve siyasetçilerin halk sınıflarının en temel taleplerini karşılama kapasitesini süreğen bir hal olarak kaybetmiş olduğu bir devredeyiz.

Mesela, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile sistem, vasıflı olanlar da dahil, neredeyse çalışanların büyük çoğunluğu için -açık ya da örtük- bir “asgari veya düşük ücret kapitalizmi” haline dönüşmüş olmasına, bir çok aktüel vak’ada gözlemlendiği gibi, hemen hemen 19.yy çalışma koşullarını dayatmasına rağmen öznelerinin en temel “iş” taleplerini yanıtlayamıyor.

Bugün dünyanın en kalabalık ordusu, “yedek iş gücü” ordusudur. Bu orduya önderlik ederek dünyayı fethetmek en güncel devrimci sorundur.

Sınıf siyaseti

Son zamanlarda devrimci sosyalistlere de sirayet etmeye başladığını gözlemlediğim çok yanlış bir değerlendirme var. Yer yer Kemal Tahir’in gerici söylemini çağrıştırıyor. Buna göre, halkın büyük bir bölümü akılsız, zeka seviyesi gayet düşük. Ahlaksız, iki yüzlü, avantacı. Hatta lumpen proletarya karakteri taşıyor. Bu yığından bir şey olmaz. Bu akılsız, cahil halkla devrim falan olmaz deniliyor.

Önce şunu söyleyeyim: Devrim en akıl dışı siyasal toplumsal olayların başında gelir. Dolayısıyla büyük çoğunluğu akıllı, akılcı insanlardan oluşan toplumlarda devrim olmaz. Tarihsel devrim coğrafyalarına bakınız. Hepsinde, geri toplumsal ilişkiler içinde yaşayan, kahir ekseriyeti cahil ya da yarı cahil olan, dinselliğin ağır baskısı altında bulunan insanların nüfusun büyük kısmını teşkil ettiğini görürsünüz.

Yani akıllı, akılcı insanların nüfusun ağırlıklı kısmını oluşturduğu, akılcı, esnek toplumsal örgütlenme biçimlerini kurmuş oldukları yerlerde devrim olmuyor. Bütün büyük tarihsel devrimler bu saptamayı ampirik olarak doğrulamıyor mu? En azından bu da bir izah biçimdir.

Olup bitenden halkı sorumlu tutmanın, böylece onu “akıllı, aydın, ahlaklı” olanlarla; “akılsız, cahil, ahlaksız” olanlar şeklinde iki büyük bölüme ayırmanın hangi siyasal çizgi adına yapılıyor olursa olsun, hiç bir olumlu siyasal getirisi olamaz. Sadece bir takım tuzu kurular için tatmin aracı olur. Devrimci, ilerici hareketlerin hevesini kırmak gibi bir rolü olur. Aslında bu anlayış, malum liberal- kültüralist yaklaşımların negatif görünümlerinden birisidir.

Komünistler bu tür toplumsal tasniflere şiddetle karşı çıkarlar. Komünistler toplumları sınıfsal katmanlar halinde görürler. Sınıf öznelerinin geri konumlarını da yine sınıf konumuyla, sınıf ilişkileriyle açıklarlar. Emekçiler sınıfı için geri konumlardan kurtuluşun da ancak devrimci bir çaba ve kamusalcı bir toplumsal dönüşümle mümkün olabileceğini belirtirler.

Ekim Devrimi öncesinde ve sırasında Rusya halklarının yüzde 97’si okur yazar değildi. Cahildi. Ağır dinsel baskılar altında sorunlarının kaynağını ve çıkış yolunu doğru şekilde değerlendirebilecekleri kapasiteye sahip değillerdi. Nüfusun geniş kesimleri içinde ahlaki çöküş (dinin ağırlığının da katkısıyla) bir vak’a idi. Bu geniş kitleler her türlü akılcı toplumsal organizasyon olanağının, hava supaplarının ortadan kaldırıldığı, katı, baskıcı, adaletsiz bir rejimin taşıyıcıları haline getirilmişlerdi. O kadar ki, kendilerine ateş edilmesi için emir veren Çar’ın fotoğrafı önünde dahi yerlere eğiliyorlardı.

Sosyal bakımdan ne denli kötürüm olduğu malum olan Kemalist devrim bile miras aldığı son derecede geri toplumsal yapılara, zihniyete rağmen cumhuriyetin ilanını izleyen beş on yıl içinde ne kadar mesafe kat etmişti.

Bu örnekleri Çin’le, Küba’yla, Vietnam’la çoğaltmak mümkündür. Burada dikkat çekilecek nokta bu örneklerin hepsinde söz konusu geri yapıların, zihniyetin sosyalist ya da demokratik devrimci araçlar sayesinde tasfiye edilebilmiş olduğudur.

Devrimci sosyalistler olarak görevimiz halkların kendilerini sınıfsallık esasında akıl yürüten, sınıf mücadelesine dayanan bir siyasal metodolojiden hareket eden bütünlükler olarak görmelerini sağlamaktır. Onları kendileri için tek gerçek ve siyasal olarak anlamlı toplumsal bölünmenin ancak sınıf esasında olabileceğine ikna etmektir.

Tabii bunun için önce kendi kendimizi ikna etmeliyiz. Öncelikle söz konusu metodu kendimiz benimsemeliyiz. Lafla değil, uygulamayla. Şimdi okuyoruz, görüyoruz. Solun geniş bir kesiminde yine Kürt ve Alevi sorunu etrafında siyasal birliklerden, cephelerden söz ediliyor.

Daha doğrusu, sol örgütler kitleselleşme ihtiyaçlarını bu şekilde kolayca temin etmenin hesabını yapmaya devam ediyorlar. Şeklen ulusal sorun olarak nitelendirebileceğimiz bir sorundan da muzdarip olan Kürt ve Alevi kitleleri söz konusu ulusal sorunların temel sorunlar olduklarını öne sürerek yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bir yanda Kürtler ve Aleviler; diğer yanda Kürt ve Alevi olmayanlar algısına hizmet edebilecek bu yaklaşımı kabul edemeyiz.

Devrimci sosyalist hareket bir Kürt ve Alevi hareketi değildir. Olamaz. Hiç bir etnisiteye ve dinsel gruba imtiyaz atfetmez. Biz sınıf hareketiyiz. İçerdiği öznelerin etnik kökeni, dini, ırkı ne olursa olsun biz emekçiler sınıfı adına hareket ederiz. Onların şeklen ulusal olan sorunlarına elbette kayıtsız kalmayız, ancak o sorunların siyasal olarak hareketimizi belirlemesine de izin veremeyiz.

Kürt halkının haklı talepleri değil ama işbirlikçi Kürt siyaseti Türkiye devrimci sol hareketine çok zararlar vermiştir. Devrimci sol hareketi etnik bir sorunun arabasına koşturmuş, Türkiye nüfusundan koparmıştır. Kürt bundizmi neredeyse bütün demokratik kitle platformlarını kat etmiştir. Bundizm işçi hareketinin ölümcül bir düşmanıdır.

Öte yandan, işbirlikçi Kürt ulusalcılığı, cumhuriyetin en başından itibaren hakim ideoloji olan işbirlikçi Türk-İslam milliyetçi ideolojisini azdırmıştır. Emekçi kitleleri, gençlik hareketlerini Türk-İslam milliyetçiliğinin ve onun bir varyantı gibi işleyen “ulusalcı” tabir edilen sol tandanslı popülist milliyetçiliğin manipülasyonlarına açık hale getirmiştir.

Aynı şekilde, yine kitleselleşme gayesiyle, solun diğer bir kesiminin Atatürkçülük edebiyatına başvuruyor olması da kabul edilemez. Atatürk cumhuriyeti Osmanlı monarşisine karşı büyük bir demokratik adımdı. Ömrünü tamamlamış feodal otokrasi yerine bir burjuva cumhuriyeti kurulmuştu. Değerli bir ilerici atılımdır. Ancak bir komünistin çıkıp “Atatürk seni çok özledik” mealinde laflar etmesini de anlayamayız. Kabul edemeyiz.

Sosyalist bloğun çöküşünden sonra burjuva tarih yazıcılarının, bazı vak’alarda, sol eğilimli görünerek tarihi revize ettiklerini görüyoruz. Daha doğrusu zaten var olan bir eğilime ivme kazandırmaya çalıştıklarına tanık oluyoruz. Bu bizde de oluyor.

TKP tarihi anlatılırken mesela, onun meşruti monarşist İttihat ve Terakki’nin bir uzantısı ya da devamı olduğu ima ediliyor. Böyle bir tarihsel revizyonu kabul edemeyiz. TKP kurucularının bir kısmının siyasal hayatlarının bir evresinde İttihatçı hareketin içinde bulunmuş olmaları böyle bir sonuç çıkartılmasını meşrulaştırmaz. İttihatçılığın başlangıçta otokrasi muhalifleri için bir tür çatı partisi ya da hareketi işlevi görmüş olduğu malumdur.

Bu tür siyasal vak’aların örnekleri çoktur. Mesela Rusya’da, RSDİP de işin başlarında benzer bir rol oynamıştı. Bir başka örnek bizdeki ilk TİP deneyimidir.

Buradan hareketle sonradan komünist harekete dahil olan özneleri, “bunlar vaktiyle İttihatçıydı diyerek” komünist hareketi onun devamı gibi göstermek açık bir revizyonist yaklaşımdır. Bırakınız komünistleri, benzer bir mantığı Kemalistler için dahi yürütemezsiniz. İttihatçılığı şöyle dursun, 1919 Mayıs öncesinin meşruti monarşi içinde kendisine yer arayan Mustafa Kemal’i ile 19 Mayıs sonrası Kemal Atatürk’ü siyasal olarak aynı kefeye koyamazsınız. 19 Mayıs’tan itibaren siyasal geçmişinden kopmuş burjuva cumhuriyetçi Atatürk devreye giriyor.

Aynı revizyon çabasını birinci TİP tarihi konusunda da görüyoruz. TİP’in “özgürlükçü Kürtler” ve “eşitlikçi Aleviler” in de hareketi olduğu algısı yaratılmak isteniyor. Kaş yapayım derken göz çıkarmamak lazım. Bunlara gerek yok. Bu yoldan kitleselleşme çabası sağlıklı değil.

Şimdi bakınız, leninist bir öncü çekirdeğe, partiye şiddetle ihtiyaç var. En öncelikli siyasal hedef bu çekirdeğin oluşturulmasıdır. Böyle bir parti kitleselleşmekten partiye üye kaydetmeyi anlamaz. Toplu üye kabul törenleri düzenleyip, yeni üyelere rozet takma ayinleri gerçekleştirmez.

Parti sadece bir program ve tüzük sorununa da indirgenemez. Parti merkezi bir önderlik etrafındaki örgütsel ve ideolojik birliği ve bağlarıyla, birleşik taktikleriyle tanımlanır. Bunlar bilinen şeyler.

Yine leninizmin bize öğretmiş olduğu gibi, parti kitleden değil, öncü savaşçılardan oluşur. Öncüyle kitleleri birbirine karıştırmamak gerekir. Parti derken her şeyden önce bir nicelikten değil, bir nitelikten söz ediyoruz. Öyle değil mi? Partilerde üye kayıt masaları oluşturmak, bu başarılı olduğunda, çok geçmeden partinin kitle içinde erimesine yol açacaktır. Böylece parti kitlelerin eğilimine göre yön tayin eder hale gelecektir. Öncülük yeteneği körelip, yok olacaktır. “Avrupa komünizmi” deneyimini unutmayalım.

Leninist partinin hedefi, geniş kitleleri üye kaydedip, partiyi kuru bir insan kalabalığı haline getirerek öncülükten feragat etmek değil, öncülükte ısrar edip geniş kitleleri yönlendirebilmektir. Esas olan ne miktarda üyenizin olduğu değil, ne miktarda kitleyi yönlendirmekte olduğunuzdur.

Öyleyse kitleyi örgütlemekten vazgeçip, kitle içinde örgütlenmeye bakalım. Leninist yöntem bunu gerektiriyor. Bu bakımdan odaklanılması gereken konu, sınıf ve kitle örgütleri içinde örgütlenmek, buralarda yer alan kitleleri yönlendirme kapasitesine sahip olmaktır.

Sabırlı olmak, sabırla çalışmak lazım. Kolaycılık devrimci bir tavır değil. Hem geç emperyalizme has bir ideolojik söylem olan liberal, relativist kültüralizme karşı çıkıyoruz. Hem de kitleselleşme gayesiyle etnik, mezhepsel mesajlar veriyoruz. Olmuyor.