AKP rejiminin payandaları

Türkiye bir seçimden bir başkasına doğru koşuyor. Türkiye’nin son yaptığı seçimlerden hemen önce ve seçim kampanyaları esnasında  TC devletinin kontrolünde olduğu izlenimi verecek şekilde  ülkede şiddet tırmandırıldı. Seçimden siyasal istikrar çıkmadı. Bundan sonra da çıkması mümkün değil.

7 Haziran seçimlerinden sonra rejimin bir koalisyon olasılığını geçersiz kılmak ve yeni bir seçim empoze etmek planı doğrultusunda şiddet yeniden, ağırlıklı olarak Türkiye Kürdistan’ı bölgesinde (Ekonominin, mesela, turizmin kalbi olarak görülebilecek batı bölgesinin büyük kentlerinde değil)  arttırıldı. Bu şiddet Kürt siyasetinin katkısı olmaksızın yükseltilemezdi. Seçimlerde AKP’nin istediği sonucun çıkmasıyla terörün bıçakla kesilmiş gibi kesileceği hesapları yapılıyor olmalıdır (Aynen 12 Eylül ve 13 Eylül 1980’de olduğu gibi. Bir gün içinde siyasal şiddet ortamı bakımından “milad” anlamına gelebilecek iki farklı ülke gerçeği görülmüştü).

Daha önce bir çok kez işaret etmiş olduğum gibi, 2013 Haziran’ının öngünlerinde Erdoğan-Öcalan gerici bağlaşması tesis edildi. Bu bağlaşmayı es geçen bir yaklaşım bugünkü siyasal ortamı izah etmekte yetersiz kalır. Bu bağlaşma sürmektedir. Bağlaşmalar her zaman her durumda çatışmasız değildir. Siyasetin, yani çıkar ve hedef  farklılıklarının, siyasal bağlaşmanın olduğu her yerde inişler, çıkışlar, gerilimler öngörülmelidir. Bununla birlikte gerçek olan şudur : AKP rejimi ve Kürt siyaseti arasında bir bağlaşma vardır. Bu bağlaşma olmaksızın her ikisinin de bugünkü var olma koşulları büyük bir darbe alır. Mesela, AKP rejimi yoksa bugünkü Kürt siyaseti de olmayacaktır. Yeni bir formata, içeriğe ihtiyaç olacaktır. Siyasal (nesnel ve öznel) konumlar, mevziler yitirilecektir.

Tabii burada rejim ve Kürt siyaseti arasındaki bağlaşmanın uluslararası emperyalist siyasetin manevraları dışında değerlendirilmesinin mümkün olmadığını söylemeye bile gerek duymuyorum. Bu bağlaşma esas olarak emperyalist siyasetle aynı hizaya gelme adına, emperyalist siyasetin ihtiyaçlardan doğmuştu. Bugün de bu ihtiyaçlar doğrultusunda hareket etmesi beklenmelidir. Şu ana kadar da öyle gidiyor. Bu arada, AKP ve TSK’nın birlikte “vatan savaşı” vermekte olduğunu öne süren emperyalizmin siyasal maşaları da, beklenildiği ve her devirde olduğu gibi,  kendilerine verilen görevi ifa ediyorlar.

Şimdi bir seçim hükümeti kurulmak isteniyor. Bu hükümetin ağırlıklı olarak HDP’nin desteğine dayanacağı anlaşılmaktadır. HDP de zaten dünden heveslidir. Bugün şu artık açık olarak görülmelidir: Kürt ulusal demokratik davasına değil, bugünkü işbirlikçi Kürt siyasetine muhalif bir konum almadan AKP rejimiyle mücadele edilemez. Ona destek vermek AKP rejimine payanda olmak anlamına gelir.

Bugün Kürt ve Türk versiyonlarıyla ulusalcılık, liberalizm, sosyalizm yerine kakalanmak istenen liberteryenizm (1) hep birlikte AKP rejimini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Burjuva siyaseti bir çok vak’ada kendisini paradokslar halinde dışa vurur.Paralaks algılar, illüzyonlar yaratır. İdeoloji toplumsal-ekonomik formasyonlar üzeri bir kavram değildir. Burjuva ideolojisinin bu kadar etkili olması, kolay ikna etmesi bizatihi kapitalizm olgusundan, onun maddi işleyişinden ayrı düşünülemez.

Bu hal bizi aldatmamalıdır. Siyasal oyuncuların sadece çıkış noktalarına değil, olası veya “reel” varış noktalarına, dillerine, ortak paydalarına, metotlarına, en önemlisi iç ve dış sınıfsal dayanaklarına bakmak gerekir. Yoksa, elbette birinin “vatan savunması” olarak ilan ettiğini, ötekisi, “ulusal kurtuluş mücadelesi” olarak yüceltecektir. Ancak böyle demelerine rağmen  her ikisi de AKP rejimine payanda olmaktan öte bir iş yapmış olmuyorlar. Öyle değil mi?

“Seçim, seçim” deniliyor, ama bu şiddet şartlarında bir seçimin nasıl yapılabileceği tartışılmıyor. Neden? Kürt ve Türk ulusalcıları, AKP bu şartları kendi lehlerine sömürebileceklerini düşündükleri için şiddetin gerekli olduğuna inanıyorlar. Timsah gözyaşları döküyorlar. Bu siyaset ortamında yer alan öznelerin tek tek tavır ve kanaatlerine, duygularına bakmak (hep söylüyorum) yeterli olmaz. O öznelerin de içinde yer aldıkları siyasetin pratiğine bakmak gerekir(2) Tek kelimeyle, siyasete bakmak lazımdır. Tabii bir de, seçim sonrasında (elbette açıkça söylemeleri beklenemez)  “istikrar” gökten indiğinde, şiddetin bir günde kesileceğine iman ediyorlar. Şimdi rejimin iç ve dış bağlantılarına bakıp, bu şekilde bir akıl yürütmemin meşru olmadığını iddia edebilir misiniz?

 NOTLAR:

1) Kapitalist sistem tarihsel olarak belli kriz dönemlerinde belli tepkiler, sonuçlar doğuruyor.. Bu bakımdan modern tarihin bir çok  farklı dönemi arasında benzerlikler kurmak mümkün olabiliyor. Mesela, 60’lı yıllarda da ekonomik ve politik bir dünya krizi vardı. SSCB ekonomik olarak gönencini arttırmaktaydı. Bölgesel savaşlar, özellikle L.Amerika, Asya ve Orta Doğu’da iki dünya sistemi arasında yüksek gerilimli ilişkiler söz konusuydu. Batı ekonomilerinde durgunluk baş göstermekteydi. Buna kapitalist sistemin yanıtı global ölçeğini genişleterek parasalcı önlemler almak olmuştu.

Proleter devrimci sosyalizm emperyalizm karşısında mevzi kazanıyordu. Tam bu sırada Batı’da liberteryenizm (“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışının sol ambalajlı ifadesidir) veya isterseniz “kültürel radikalizm” devrimci proletarya sosyalizmine alternatif, “özgürlükçü demokratik” sosyalizm olarak devreye sokuldu. Marksizm-leninizmin üzerine salındı. Sol liberalizm marksist-leninist hareketi özellikle Batı’da etkisi altına aldı. Hatta yer yer proleterya sosyalizmine dair söylemsel iddialarından soyutlanmış olarak Çin’deki kültür devrimi bu saldırının aracı olarak kullanıldı. Çekoslavakya’da bir renkli devrim gerçekleştirilmek istendi. Yakın geçmişteki “Arap baharı” gibi,  bir “Prag baharı” tasarlandı. Demek ki, emperyalistler bir ülkeye esaret, sefalet kakalayacakları zaman projelerini,   o zamandan beri, “bahar” ambalajı içinde sunuyorlar.

Buna rağmen o zaman estirilen liberal rüzgarlar Avrupa’daki geleneksel marksist-leninist partileri ve tabii bu arada SSCB’yi de etkisi altına almış, Helsinki Nihai Senedi’nin imzalanmasıyla bu hal  konsolide edilmişti.

2) HDP’nin siyaseten sefil hali yeni hükümetin kuruluş çalışmaları sırasında bir kez daha ortaya çıktı. Davutoğlu, partiyle görüşmeyeceğini söylüyor, o partiden canı kimi istiyorsa onu bakan atayacağını belirtiyor. Kürt siyaseti yine de “pekiy” diyor. “Barış süreci” nin ne olup olmadığını buradan hareketle de anlamak mümkündür. Kürt siyaseti “barış süreci” nin tarafı olarak zaten ta baştan bu haldeydi. Bugünkü Kürt siyasetinin, onun temel bir bileşeni olan HDP’nin durumunda yani. Bu hükümet kurma çalışmaları bunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Nasıl bir birey fizik ve moral olarak düşkün duruma geldiğinde en başından kendisinde, vücudunda, ruhunda taşıdığı aksaklıklar, hastalıklar kendilerini dışa vurursa, benzer şekilde, bir siyaset, bir parti, hatta bir toplum da krize, bunalıma girdiğinde en başından taşıyıcısı olduğu ama belli şartlarda zuhur etmeyen aksaklıklarını, hastalıklarını, zayıflıklarını gözler önüne serer.

Şimdi bazı HDP’liler zevahiri kurtarmak adına bakanlık kabul etmeyeceklerini ilan ettiler. Bu da bir aldatmacıdır. Kendi (“sol”) fonksiyonlarının Kürt siyaseti içinde devam edebilmesi için en azından -ne kadar dar ve nominal olursa olsun- bir “sol” tabanın bulunması gerekiyor. Fazla bir şey söylemeye gerek yok, duvarlara yapıştırılmış, büyük puntolu bir EMEP, hemen bir alt satırına da “oylar HDP’ye” yazılı afiş her şeyi anlatmaya yetiyor. Durum budur. Gerisi görüntüyü kurtarmaya yönelik teferruattır. Bu yeni hükümet güvenoyu alırsa, bir AKP-HDP hükümeti olacaktır. Önemli olan bakanlık sayısı değil, parlamento da onay verenlerin sayısıdır. Evet “barış süreci” devam ediyor. Taşıyıcıları bakımından da emperyalistlerin “devam etsin” dediği noktaya kadar da devam etmesi gerekiyor.

Son olarak, yine bu hükümet kurulması süreci bir şeyi daha bir kez daha doğrulamıştır: Proletarya sosyalizmi etnik ve dinsel farklılıkları ne es geçen ne de öne çıkartan bir anlayışla bağdaşamaz.

Tweetle

Akdeniz’den Karadeniz’e

Sınıflı toplumlarda  siyasal iktidar sınıflar ve/veya sınıf fraksiyonları arasında gerçekleştirilen koalisyonlara referans verir. Bu durum, en gelişmişinden az gelişmişine kadar bugünkü modern toplumların gerçeğidir. Bu halin yansımalarını, etkilerini söz konusu toplumların hükümet veya devlet politikalarında, iç ve dış politik tercihlerinde saptamak mümkündür(1)

Mesela ABD’nin son on beş, yirmi yılına baktığımız vakit resmi düzeyde, farklı fraksiyonel çıkarlara referans veren  iki farklı siyasal stratejik tercihin rekabet halinde olduğunu görebiliyoruz. Birincisi, kabaca, petrol-dolar denkliğini stratejik (büyük rezervlerin Orta Doğu coğrafyasında bulunduğu) petrol malından hareketle ya da önceliği ona vererek korumaya çalışan “neo-con” yaklaşımıdır. Bu anlayışın temsilcileri arasında enerji sektörü ve onunla bağlantılı finans kesimleri nispeten ağırlıklı bir yer tutar, çıkarları daha çok Cumhuriyetçi Parti tarafından seslendirilir. İkincisi, zamanımızın koşullarına uyarlanmış tarihsel Britanya jeo-politiği çerçevesi içinde konumlanmış, “Avrasyacı” diyebileceğimiz bir anlayıştır.

Buna göre,  Avrasya coğrafyası, “batı dünyası” nın gerçek tarihsel rakipleri olan güçleri içeren bir bölgedir. Son on yıllarda bu bölgenin ekonomik önemi daha da artmıştır (basit güncel bir örnek olsun, Çin’in küçük sayılabilecek bir devalüasyon ayarı dahi dünya ekonomisi üzerinde kayda değer etkiler yaratmıştır). Dünya ekonomisinin motor üretim, tüketim, finans pazarları bu bölgede palazlanmayı sürdürmektedirler(2).

Bölge sadece ihtiva ettiği stratejik ham madde ve emek-gücü kaynaklarıyla değil, büyüyen ekonomileri dolayısıyla tükettikleri ham madde kaynaklarıyla da Batılı emperyalist ülkeleri tedirgin etmektedir. Söz konusu emperyalist güçlerin dünya ekonomisi ve siyaseti üzerindeki kontrolünü tehdit etmektedir.

Bu ikinci anlayışa göre, bu hale ve halin cereyan ettiği Avrasya’ya müdahale elzemdir. Dolar/petrol denkliği de dahil, ABD’nin ve müttefik emperyalist güçlerin “pax-Americana”sının sürdürebilirliğini olanaklı kılan koşulların korunması bakımından öncelik bu “Avrasyacı” anlayışa verilmelidir. Bu anlayışın temsilcileri de daha çok transnasyonal finans oligarşisi içinde yer alan kesimlerdir. Demokrat Parti’de belli bir ağırlıkları vardır. Örnekse, Rockefeller ailesiyle ilişkili  George Soros’un özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Demokrat Parti’ye doğrudan müdahaleleridir.(Bkz. Horowitz&Poe: The Shadow Party: How G.Soros, Hillary Clinton, and Sixties Radicals Seized Control Of The Democratic Party, New York: Thomas Nelson,2007) .

Bu anlayışı dile getiren en önemli entellektüel figür Z.Brzezinski ve çevresidir. Bu çevre özellikle uluslararası finans oligarşileriyle yakın temas içerisindedir. Brzezinski, SSCB’nin Afganistan’a müdahalesinden sonra emperyalistlerin izledikleri dış politikanın baş mimarları arasında yer almaktaydı. İlk kez Avrasya’yı emperyalist çıkarların bakış açısından sorunsallaştırarak jeo-politik biliminin  kurucusu olmuş Halford MacKinder (1861-1947), “kuşatma stratejisi” nin gerçek mucidi Nicholas J.Spykman (1893-1943), uzun denebilecek bir süre Türkiye’de ABD’nin büyükelçisi olarak da çalışmış olan ve ilk kez açık şekilde ulus devletlere yeni dünya düzeninde yer olmaması gerektiğini vaz etmiş Robert Strausz-Hupe (1903-2002), ve  son yıllarda yıldızı yeniden parlatılan Henry Kissinger’ın (1923-) konumlandıkları ana stratejik çizgisinin şu ya da bu nüanslar ve itirazlarla da olsa  sürdürücüsü olan bir anlayıştır bu.

Tabii bu iki anlayış arasında çatışan noktalar olduğu gibi çakışan noktaların da olduğunu belirtmek isterim. Ben burada bu iki tipi daha netleştirmek adına farklılıkları üzerinde odaklanıyorum. Bu iki görüş ve taşıyıcıları arasında geçişkenlik söz konusu olabiliyor. Hiç şüphesiz her iki anlayış aynı ölçüde emperyalist çıkarların kararlı sözcüsüdür. Bununla beraber, Obama yönetiminin transnasyonal finans sermayenin kaygularını yansıtan adımlar attığı, atmaya çalıştığı açıktır.

Neo-conların önemli bağlaşığı olan petrol monarşilerinin dahi Orta Doğu’da süregiden gelişmelerden memnun olmadıkları, özellikle S.Arabistan’ın Rusya, İran ve hatta dolaylı olarak Suriye ile yaptığı temaslardan anlaşılıyor.

Şimdi Brzezinski’nin kitaplarını okuduğumuz zaman onun ABD yönetimlerine kabaca şöyle seslendiğini görüyoruz:  Doğrudan Orta Doğu’ya kafayı takma, ona öncelik verme, niye İran’la düşman oluyorsun, niye Hindistan’a sırtını dönüyorsun, bu İran’ın Rusya’yla, Hindistan’ın Çin’le olan tarihsel düşmanlıklarını kullan, aralarındaki tarihsel düşmanlığı yeniden alevlendir. İran’ı müttefik yaparsan, onun İsrail’den  daha önemli ve verimli bir müttefik olduğunu anlayacaksın (Yahudi asıllı Kissinger da son yıllarda İsrail’in ABD’ye pahalıya mal olduğunu, onun İran lehine feda edilmesi gerektiğini zaman zaman dile getirmektedir. Yine Kissinger, halen Suriye’de izlediği yanlış politika yüzünden ABD’nin SSCB’nin çökmesiyle Rusya’da kazanmış olduğu mevzileri kaybedebileceği öngörüsünde bulunmuştu ). İran’la Hindistan’ı kazanarak hem Orta Doğu’da hem Avrasya’da mevziler kazanmak mümkündür. Yine ona göre, Orta Doğu’da işlerin yanlış gitmesinin önemli bir nedeni, İran Devrimi sonrasında ABD’nin izlediği İran politikasının başarısızlığıdır.

Bilindiği gibi bu anlayışın daha erken bir sözcüsü başkan Nixon’ın onunla bir çok kez çatışan dış bakanı Kissinger’dı. Nitekim, bu çatışmalar Nixon’ın alaşağı edildiği Watergate darbesinin etkenleri arasında görülmektedir (3) Mesela, dar kafalı bir anti-komünist olan Nixon, Çin’e şiddetle karşıydı. Müttefik Pakistan ve Hindistan arasındaki savaşta Pakistan’ı destekledi. Oysa dış bakanı Kissinger, Çin’e karşı olunacaksa, asıl Hindistan’ın desteklenmesi gerektiğini iddia etmiş, aksi halde Hindistan’ın komünist bloğa yakınlaşacağını belirtmişti. Kissinger haklı çıkmıştı.

Obama da, önceki demokrat partili başkan Bill Clinton gibi, kendisini Brzezinski’nin öğrencisi olarak gördüğünü ilan etmişti. Orta Doğu politikasında hocasının izleri açıkça görülebiliyor. Nitekim ikinci başkanlık dönemine başlarken eveleyip, gevelemeden yönetimi için bundan böyle Avrasya’nın başlıca odaklanılacak coğrafya olacağını ilan etmişti. Tabii daha önceki yazılarda da belirtmiş olduğum gibi, söz konusu fraksiyonel oligarşik devlet yapısı içinde öncelikler ve kullanılacak araçlar konusunda görüş ayrılıkları olmaması olanaklı değil. Zaten devlet de bizatihi sınıf ve sınıf fraksiyonlarının çatışma alanıdır. Yani sınıflarüstü, statik bir yapı değil, dinamik, çatışmalı bir toplumsal ilişkiler alanıdır. Öte yandan sınıf kavramı da tanımı itibariyle çatışmaya referans verir.

ABD yönetimlerinin öznel kompozisyonu da kimi zaman  çatışma halindeki fikir ve figürleri birlikte ihtiva edebiliyor.

Uzatmayalım. Obama yönetimi altında ABD, Irak’tan askerlerini çekti. Suriye’de Irak’takine benzer bir yanlışın içine düşmemek için direndi. Direniyor. Direniyor, çünkü ABD’deki iktidar bloğu içinde ABD’nin daha aktif ve daha dolaysız şekillerde müdahil olmasını isteyen gruplar var. Zaman zaman baskın çıkıyorlar sonra geriletiliyorlar. Ama gerilim sürüyor.  “Vekalet savaşı” seçeneği bu iktidar bileşenleri arasında bir uzlaşma olarak da görülebilir. Belki bir tür “modus vivendi”. Bilindiği gibi, “vekalet savaşı” ilk kez etkili bir şekilde SSCB müdahalesi sonrası Afganistan’da uygulanmıştı. Brzezinski de fikrin en önemli  mimarlarındandı.

Suriye sorunu etrafında, özellikle de Libya deneyimi sonrasında (Hillary Clinton’ın pozisyonunu yitirmesinin bence en önemli gerekçesi bu deneyimin iyi hesaplanmamış sonuçlarıdır) ABD yönetiminde bir kararsızlık ve hatta kafa karışıklığı olduğu aşikardır. Bu hali yönetimin dayandığı (ulusal ve uluslararası) güçler içindeki ve arasındaki (belli momentlerde artan) çatışmayla izah etme eğilimindeyim.

Şimdi bu çatışmalı durumu dışa vurması itibarıyla, iki gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bir tanesi IŞİD’e karşı oluşturulan sözde koalisyon; diğeriyse, İran’la varılan antlaşma. Birincisinde, neo-conların bastırmalarıyla general John Allen gibi bir “orta-doğucu” şahin figür söz konusu koalisyon güçlerin kumandanlığına ya da koordinatörlüğüne getirilmiştir. Pentagon ve neo-con akıl hocaları Obama yönetimi üzerinde bunun için baskı kurmuşlardı. İstediklerini aldılar. General Allen, tam bir İran karşıtıdır. İran’a müdahaleyi savunmaktadır. Tayyip Erdoğan yönetimiyle de yakın teması vardır. İncirlik Antlaşması da onun eseri olmalıdır. Geçerken, Erdoğan’ın ABD’deki neo-con klikle sıkı bağlantısı olduğunu hatırlatmak isterim.

Gaye, Suriye’de doğrudan bir NATO müdahalesi için “güvenli alanlar” açmaktır. Bundan şüphe etmemek gerekir. Hizbullah ve İran’ın etkisizleştirilmesi için Suriye’deki Esad yönetiminin düşmesi öncelikli olarak görülmektedir. Dikkat edilirse, Suriye, Irak ve Türkiye etrafında gerçekleşmekte olan son olayların ateşlenmesi, Obama’nın Afrika ziyaretine denk getirilmiştir. Bir tür oldu bittidir. Ondan önce cereyan etmiş ikinci gelişmeyle, yani İran’la yapılan antlaşmayla alakalıdır. İsterseniz, Obama yönetimin o hamlesine karşı bir hamledir.

Bu karşılıklı gerilimleri, hamleleri izlemeye devam edeceğiz. Sadece ABD yönetimi içinde değil, onunla müttefikleri ve rakip ülkeler arasında da (Mesela bu yazıyı yazdıktan sonra Bazı NATO ülkelerinin, esas olarak IŞİD’i Suriye’nin olası hava saldırılarından koruma işlevi gören patriot füze sistemlerini   Türkiye’den sökecekleri açıklandı. Aynı sıralarda Rusya’nın Suriye’ye gelişmiş MIG-31 savaş uçakları verdiğini okuduk. Bu iki haberin birlikte analiz edilmesi gerekiyor).

İran’la varılan antlaşma, Suriye’de bir çıkmaza saplanılmış olduğu, yaygınlaşan kaosun bütün Orta Doğu’yu ve Avrupa’yı olumsuz olarak etkileyecek, ABD’yi doğrudan bir savaşın içine çekecek, ABD’nin müttefikleri nazarında güvenilirliğini, önderliğini sorgulanabilir hale getirecek bir hal aldığı tespitinden kaynaklanıyor(4).

Bu tespit, Avrasya kaygusundan ayrı değerlendirilemez. Bir an önce “asıl gündem” e dönmek için bir fırsat ve aynı zamanda bir araç olarak görülmüştür. Esad yönetimiyle kabul edilebilir bir antlaşmanın şartları yaratılmak istenmektedir. Obama yönetiminin ta başından inanmadığı anlaşılan Allen’ın “eğit-donat” ve “ÖSO” gibi fantezileri sahada iflas etmiştir.

ABD yönetimi dikkat merkezini artık çok büyük ölçüde başta Ukrayna olmak üzere Avrasya sorununa çevirmek istemektedir. Suriye’ye ilk başlarda büyük ölçüde Libya’dan taşımış olduğu cihatçıları bu kez Avrasya coğrafyasına taşımayı planlamaktadır. Bu çerçevede Türkiye’ye bu sorun etrafında yeni roller biçilmek isteneceği açıktır.

Eğer Eylül ayında İran antlaşması ABD’de ilgili kurullarda onaylanırsa, bu yeni odaklanmanın önü açılmış olacaktır. Hatta söz konusu onayın gerçekleşmesi, gelecek başkanlık seçimlerini de demokratların kazanacağının işareti olacaktır.

Avrasya’yı öne koyan bir stratejide Türkiye’nin emperyalist müttefikleri bakımından önemi daha da artar. Türkiye’nin dikkatini Akdeniz’den çok Karadeniz’e çevirmesi istenebilir (5). Bugün Kürt halklarına karşı girişilen saldırıları değerlendirirken bu olası stratejik değişiklik ve etrafında talep edilecek rolleri de hesaba katmak gerekir.

Kürt kartı emperyalistler bakımından gerçekleşmesi olası bir stratejik değişiklik durumunda önemini nispeten yitirebilir. Emperyalistlere bel bağlamış, feodal artıkların, köksüz, fırsatçı yeni Kürt burjuvazisinin, aydınlanma hamlesi yarıda kalmış maraba çocuklarının hep birlikte sosyalist devrimci öğeleri etkisizleştirmiş olduğu Kürt siyasetinin bu olasılığı hesaba katmasını beklemiyorum tabii. (6)

NOTLAR

1-Bir devletin iç ve dış siyasetleri birbirlerinden soyutlanamaz, aralarında koşutluk ya da bağlantı vardır. Bunun en somut güncel örnekleri mesela ABD ve Türkiye’de görülebiliyor. Her ikisi de başka ülkere müdahale ederek oralarda şiddet uygulayan, uygulanmasına katkı yapan bu ülkeler kendi içlerinde de şiddeti politikaları haline getirdiler.

2- Bakınız geçmişte,  özellikle de  soğuk savaş yıllarında, Batı ve Doğu arasındaki, esas olarak Avrasya odaklı kavga sadece “ideolojik”  olarak izah ediliyordu. İki farklı sistemin kavgası, “demokrasi” ve “totalitaryanizm” arasındaki kavga olarak sunuluyor, birincisinin ikincisine galebe çalmasıyla dünyaya huzur geleceği vaz’ ediliyordu. Özellikle “yeni sol”, Trotkist referanslara da başvurarak, bu emperyalist propagandanın sözcülüğünü yapıyordu.

Epey bir zaman önce sosyalist sistem çöktü. Ancak dikkat edilirse, aynı çevreler tarafından Rusya ve Çin’e karşı aynı argümanlar, eski malum ideolojik içeriği bir yana bırakılarak, “barbar” imalı bir Asyalılık temi etrafında sürdürülüyor (19yy’da ve 1.D.Savaşı öncesinde ve esnasında yapıldığı gibi) . Sosyalist kabuktan sıyrılınca Rus düşmanlığı açığa çıkıyor. Trotkizmin bu “Rus ve Rusya düşmanlığı” boyutu hep ihmal edilmiştir. SSCB çöktükten sonra Trotkizmin tarihini de yeniden yazmak lazım.

Öte yandan, Brzezinski 90’lı yılların sonlarında bir mülakatında Rusya’da kendisini asıl ilgilendiren meselenin komünizm olmadığını, Rusya’nın tarihsel jeopolitik konumu olduğunu açıkça belirtmişti. Bilindiği gibi Churchill de, aynı minvalde,  2.Savaş’tan sonra yaptığı konuşmalardan birisinde (Yanlış hatırlamıyorsam  The Sinew of Peace ,1949 adlı kitabında yer alıyor), Nazi ideolojisiyle, fikriyle bir sorunu olmadığını, sorunun Almanya’nın, Britanya’nın jeopolitik çıkarları için tehdit oluşturması olduğunu söylemişti.

Tarihi yeniden yazmak derken  bir şey daha,  bize hemen hemen cumhuriyet döneminin başlarından beri SSCB’nin, TC ve onun coğrafyası olan “misakı milli” hudutları bakımından başlıca tehdidi oluşturduğu anlatılırdı. Cumhuriyet devrinin resmi tarihsel anlatısı açık ya da örtük bir şekilde bunu dile getirirdi. Hatta SSCB ile iyi ilişkiler sürdürülürken bile bu kaygu ifade edilirdi (Tanzimat’la birlikte Batı’ya yönelmekte Rusya korkusu önemli bir etken olmuştu. Aynı şekilde, 2.D.Savaşı sonrasında  “yayılmacı komünist Rusya” söylemi etrafında yaratılan korku Batı’ya entegrasyonun -açıkça söylenmese de- esas gerekçesi olmuştu. Sonucu itibarıyla, her iki “batılılaşma” hamlesi de aynı metodu izleyerek Türkiye’yi emperyalizmin yarı-sömürgesi haline getirmiş ya da bu hali konsolide etmek gibi bir işlev görmüştü. Eğer 1929 dünya bunalımı olmasaydı, muhtemelen Türkiye ikinci entegrasyon girişimini 1930’dan önce gerçekleştirecekti).

Biraz daha sonra “batılı dostlarımız” ın ve tabii NATO’nun “misakı milli” nin teminatı olduğu söylenmeye başlandı. Karşı çıkanlar “vatan haini” ilan edildi. Bu sava destek olması için “Stalin topraklarımızı istedi” yalanı sirküle edildi. Bugün SSCB yok, NATO ve “batılı dostlar” hâlâ orta yerdeler, ancak “misaki milli” vidalarından kurtulmuş vaziyette. Şimdi “misaki milli” cumhuriyetinin tarihinin yeniden yazılması lazım değil mi?

Buna göre şu açıktır: Eğer SSCB olmasaydı, TC o zaman olamayacaktı. Veyahut daha sınırlı, dar bir bölgede varlığını sürdürmesine izin verilecekti. Ekonomik olarak da yaşayamayacaktı. Sonra, mesela Hatay, Türkiye’ye dahil edilemeyecekti. TC kendisini uluslararası çapta  meşrulaştıran en temel hukuksal metin olan Lozan’ı kabul etmiş, daha öncesinde Türkiye’yle yapmış olduğu ikili antlaşmalarla Lozan’ın önünü açmış SSCB’yi düşman, Lozan’ı tanımayan ABD’yi başlıca dost haline getirince bugünkü sonucu hazırlamış oldu.

Bu faturayı sadece Tayyip’e çıkarmak hakaniyetle bağdaşmıyor. Tayyip de sonuç unutmayalım.  Nedenlerin sonuç; sonuçların neden haline gelebildiği diyalektiği ihmal etmeyelim. Başka bir yazıda Tanzimat’tan itibaren bugüne varışımızın nasıl gayet tutarlı bir gelişme seyri izlemiş olduğunu anlatacağım. Atatürk başta olmak üzere, siyasal figürleri iç ve dış sınıfsal bağlantılarından kopartarak ele aldığımız için çuvallıyoruz.

Sonra, “Türkiye neden feda edildi”, “burjuvazi neden cumhuriyetine ihanet etti”, “liberal aydınlar neden Türkiye’ye ihanet etti”, “TSK neden ihanet etti” , “TSK onurunu bu Şura’da kurtarmalıdır”, “Türkiye nasıl iç savaşın eşiğine getirildi” (Devrimci durum da zaten bir iç savaş halidir, iç savaş olmadan devrim olmaz, basit bir hükümet değişikliğiyle düzen değişmiyor. Devrimcinin görevi  iktidarı alabilmesine yol açacak surette bu şartları yaratmaktır ) gibi, proleter devrimci sol adına söylendiği ölçüde manasız, hatta absürd lakırdıların, bu konuda cilt cilt birbirlerini tekrar eden kitaplar neşretmenin bir nevi acılı arabesk muhabbeti mesabesinde değerlendirilmesi gerektiğini söylemek isterim. Vaktiyle YÖN ve MDD etrafında  burjuva devrimci demokratlardaan duyardık.  O ihanet ettiklerini söyledikleriniz kendi işlerini yapıyorlar. Hem de tutarlı olarak. Kendinizi devrimci sosyalist olarak görüyorsanız, siz de kendi işinizi yapacaksınız. Bu arada, ilk önce kariyerizmden vageçmeniz gerekecek. Dönüp dolaşıp aynı burjuva kürkçü dükkanından ulvi “sol” emeller adına ekmek çıkarmaya çalışarak  inandırıcı olamıyorsunuz.

Sorun olan “liberal aydın” değil (o düzenin aydını olarak işini yapıyor zaten), sorun, sol içinde nüfusuna oranla mebzul miktarda bulunan bu tür “şark kurnazı” , oportünist aydınlar.

Sovyetler zamanında “ilerici (burjuva) demokrat” diye bir kavram kullanılır, sosyalist solcu olmayan ama mevcut kapitalist düzen içinde burjuva devriminin en ilerici yanlarının uygulanmasından yana düzen aydınları bu sıfatla kategorize edilirdi. İyi de yapılırdı. Böylece sınırlar tanımlanmış olur, herkes yerini ve haddini bilirdi. Kiminle nereye kadar yürünebileceği kestirebilirdi. Şimdi bu tanımlama ortadan kalkınca “sosyalist solcu” sıfatı, tanım olarak onun dışında kalması gereken figürleri de ihtiva eder şekilde, daha kapsayıcı bir çerçeveye kavuşturuldu. Bunun sosyalist sol adına tahrip edici ideolojik sonuçları görülmektedir. Devrimci solun politik bir oyuncu olarak ağırlığını hissettirmesi, öncelikle kendi kavramları, tanımlamalarıyla konuşmasını öğrenmesiyle mümkün olabilir.

Bu son nokta çok önemli, sap ve saman birbirine karışmıştır. Bu hale son vermek gerekiyor. Sosyalist devrim şiarıyla yola çıkmış “halkın komünistleri”, “özgürlük,eşitlik,kardeşlik” çağrısı yapabiliyorlar. Herkesin ait olduğu sınıfsal kulvara gönderilmesi bakımından ideolojik  mücadele büyük bir önem kazanmıştır.

Neyse devam edelim. Biz biliyoruz ki emperyalist tarihçilik itibarsızlaştırma, “yeniden ihya” ve yanlışlama üzerine inşa edilir. Siyasi tarihçilik, özel olarak, sol tarih yazıcılığı da böyledir. Şimdilerde, cilt cilt eski Britanya İmparatorluğunu “yeniden ihya” etmeye yönelik çabalarıyla Niall Ferguson, Paul Kennedy tarihlerinin sirkülasyonunun dünya çapında hız kazanmış olmasını, Trotkizmin yeni “akademik” zırvalarını anlıyoruz. Özellikle bizde, Trotskiy’ nin adını anmadan “sürekli devrim” kavramıyla solda yeniden yer bulmaya çalışanları tanıyoruz. İyi bir siyasal sicile sahip olmadıklarını biliyoruz.

Yeni bir soğuk savaş başladı. Yine biliyoruz ki bu savaş sadece siyasal araçlarla değil, kültürel araçlarla da yürütülüyor. Farkındayız.

3- Watergate darbesinin belli başlı 4-5 nedeni sayılabilir. Birincisi, bir hegemonik güç haline gelmiş olan ABD için dünya para sistemi, Bretton Woods altında, çok başlılık anlamına geliyor. ABD’nin ekonomik manevra alanını daraltıyor. Onu kısıtlıyordu. özellikle Vietnam Savaşı mali olarak ABD’yi zorluyor. Dolar/altın denkliğini sık sık ihlal etmesine neden oluyordu. Başta Fransa olamak üzere Avrupa’daki diğer emperyalist ülkeler rahatsızlık duyuyorlardı. Yeni bir sisteme ihtiyaç vardı. İkincisi, Bretton Woods’un ani denebilecek şekilde ilgasından sonra süreç iyi yönetilemedi. Üçüncü bir neden, Vietnam Savaşı’nın kaybedilmesi, Paris Antlaşması’yla ABD’nin Kore ve Küba’dan sonra yeni bir yenilgi almış olmasıdır. Dördüncü bir neden, “petrol krizi” tabir edilen 20.yy’da, 1929’dan sonraki ikinci büyük krizin ortaya çıkmış olmasıdır. Petrol fiyatları yüzde 400 artmış idi. Bir başka neden Nixon’ın paranoyak eğilimlerinin ortaya çıkması, yeni bir anti-komünist McCarthyizm dalgasının devreye sokulmasıdır. Son olarak yukarıda da değindiğim gibi, Hindistan-Pakistan savaşında Hindistan’ın feda edilmiş olmasıdır.

4- ABD’nin BOP coğrafyasındaki operasyonları, rakip gördüğü ülkelerin ekonomik çıkarlarına saldırı boyutu da içeriyor tabii. Ancak rakip ülkeler kadar hatta bazı vak’alarda onlarınkinden daha fazla olarak dost ülkelerin ekonomi-politiği olumsuz olarak etkilendi. Mesela ham petrol fiyatlarının düşürülmesi, İran ve Rusya gibi tedarikçi ülkelerin ekonomisini olumsuz etkiledi. Bu arada, en çok Çin gibi büyük tüketicilerin işine yaradı. Çin de ABD için iki büyük stratejik hedef ülkeden birisi. Yalnız, ham petrol fiyatlarındaki düşüş, ABD operasyonlarının en önemli bölgesel destekçisi, finansörü olan petrol monarşilerinin ekonomisini de olumsuz olarak etkiliyor. Vekalet savaşının cihatçı “paralı askerleri”, kullandıkları silahlar bu monarşilerden gelen parayla temin ediliyor. Büyük meblağlar gerekiyor. Ancak bu monarşilerin gelirleri sürekli azalıyor. Savaş da uzadıkça uzuyor. Sonra Yemen’de olduğu gibi rakip güçler harekete geçiyor. Zaten rejimleri pamuk ipliğine bağlı bu ülkelerdeki tedirginlik artıyor. Savaşın kazanılmama olasılığı güçlenince cihatçı sürüleriyle ilgili kaygular bu ülkelerde ve Avrupa’daki ülkeler arasında artıyor. Tabii Avrupa’ya doğru önüne geçilemeyen göç, oradaki müttefikler arasında huzursuzluğu arttırıyor. Yalnız bir ay içinde yüz binden fazla insan yasadışı yollardan Avrupa’ya göç etmiş. Arkası da var. Devam ediyor. Cihatçıların bir kısmının halen Avrupa’da bulunan ülkelerine dönmüş ya da dönmekte olduğu söyleniyor.

5- Rusya’nın tarihsel jeo-politik öncelikleri 2.D.Savaşı sonrasında yeniden şekillendi. Kesin biçimini aldı. Bugün de Rusya yönetimi hemen hemen aynı öncelikleri kararlılıkla savunuyor. Kırım olayı da bunun en son açık işaretidir. Rusya’nın iki tane yaşamsal önem atfettiği önceliği var.  Birincisi, Karadeniz, kıtasına hapsolmamak emperyal iddiasını sürdürebilmek için sıcak denizlere çıkması lazım. Sivastopol ve Odessa Rusya için büyük önem taşıyor. Ancak Sivastopol’u kontrol eden Odessa’yı da kontrol eder. Bugün Sivastopol Rusya’ya geri dönmüştür. İkincisi, tarihte Rusya bir çok kez, karadan Polonya,İsveç,Fransa,Almanya tarafından kuşatılmıştır. Büyük yıkımlar olmuştur. Bunun tekrarını önlemek adına Rusya karasal olarak etrafında bir “güvenlik kordonu” (“cordon sanitaire”) teşkil etmek ister. NATO’nun kara hudutları etrafında konuşlanması Rusya’nın kaygularını ve dolayısıyla hassasiyetini arttırıyor.

Somut durumun somut analizi tarihsel bir analizdir. Geçmişi ve bugünü, geçmişten bugüne, bugünden geçmişe bakarak kat eder.  Geçmiş ve bugün arasındaki bağlantıyı yeniden kurar.  Mesela Almanya ne zaman birliğini kursa, belini doğrultsa, bedelini Rusya öder. Almanya’nın birliği, Rusya’nın birliğinin bozulması pahasına olur. Bunu bugün bir kez daha net olarak tespit edebiliyoruz. Bugün bir şeyi daha somut olarak tespit edebiliyoruz: Rusya’nın saldırıya maruz kalması, “misakı milli”nin de saldırıya uğraması anlamına gelmektedir.

Öte yandan, Türkiye’nin şimdiki soğuk savaşta da öncekinde olduğu gibi davranacağı anlaşılmaktadır. Zaten TC devletinin iç ve dış politikasındaki süreklilik Tayyip döneminde kırılmamıştır. Günümüzün şartlarından kaynaklanan bir takım değişikliklerle ve yer yer üslup farkıyla devam etmektedir. Öncekilerin “komünist Rus” düşmanlığının yerini salt “Rus” düşmanlığı almıştır. Türkiye, 2.Savaş öncesinde hâlâ SSCB ile iyi ilişkilere sahipti. Daha Hitler  SSCB’ye saldırmadan İnönü yönetimi SSCB’ye karşı aynı sonradan dahil olacağı Batı bloku ülkeleri gibi, Nazi Almanya’sı yanında saf tutmuş, hatta Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın da dahil olduğu bir plan hazırlayarak Nazi yönetimine sunmuştu. Buna göre, Türkiye, (muhtemelen Doğu Trakya’da Türkiye’ye verilecek topraklar karşılığında) Kırım Tatarlarını Sovyet yönetimine karşı, Naziler lehine ayartacaktı. Kırım Tatarlarının sonradan bir önlem olarak Kırım’dan tahliye edilmelerinde Türkiye’nin dahli vardır. Von Papen’le  iki kez görüşen Türk askeri heyetinde, emekli Nuri Paşa (Killigil), General Hüsnü Emir Erkilet ve emekli General Ali Fuat Erden vardı. Heyet Hitler’le de özel karargahında 1941 ve 1942’de görüşmeler yapmıştı. O günkü şartların Tayyibi olan İnönü bu görüşmelerin resmi bir hüviyetinin olmadığını ancak savaşın seyri Almanya aleyhine döndüğünde, 1944’de açıklayacaktı. “Turancılık davası” da rüzgarın SSCB lehine dönmesiyle başlamıştı. Biraz daha sonra SSCB’nin Türkiye’den toprak talep ettiği yalanı uydurularak “yavuz hırsız” rolü üstlenilecekti.

6- Türkiye’de devrimci sosyalist güçlerin bugün zayıf konumda olduğu söylenirken buna Kürt devrimcilerini de dahil etmek gerekir. Kürt siyaseti içinde onlar da hayli zayıflar. Yine, sol liberalizm eleştirilirken Kürt siyasetinin onun en önemli taşıyıcısı olduğu gerçeği ihmal edilmemelidir. Aynı AKP’nin liberalleri, yetmez ama evetçi “solcular” ı kullanmış olması gibi, Kürt siyaseti de  onları kullanmıştır.  AKP’den farklı olarak, halen de kullanmaya devam etmektedir. Yine Kürt siyaseti, aynı AKP gibi, islamcıları, Alevileri de etki alanına dahil etme çabası içerisindedir. Yani bu bakımdan AKP’nin metotlarını izlemektedir. Tabii diğer düzen partilerinin durumu da üç aşağı beş yukarı farklı değil. Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Demirtaş, Öcalan, Perinçek, Tayyip’in düşme ihtimalinden dahi ürküyorlar. İzledikleri siyasetle adamı düzenin çimentosu haline getirdiler.

Sonra da “Tayyip neden düşmüyor ki” diye soruluyor. Bıraksalar adam düşecek ama muhalif geçinenler ona tutunmaktan vazgeçmedikleri için adam da ayakta duruyor. Düşmüyor.  Ayakta kalabilmeleri için Tayyip’in ayakta kalması gerektiğini biliyorlar. Ona tutunma ihtiyacı duyuyorlar. Düşmesini de istemiyorlar. Hepsinin birlikte dayandıkları iç ve dış emperyalist sınıf da buna rıza göstermiyor (ABD’de neo-con klik Tayyip’i çok kullanışlı buluyor. Bu açıktır. Bu klik için Orta Doğu ABD çıkarları bakımından en stratejik bölgedir. Bölgedeki petrol monarşileri, İsrail ve Türkiye bu kliğin en önemli dayanaklarıdır ) Biz burjuva partileri derken genel eğilim olarak sadece AKP’yi gördüğümüz için kavrayışımız eksik kalıyor.

Tweetle

Bir kez daha IŞİD hakkında

Ne zaman Rusya Suriye sorunuyla ilgili olarak diplomatik hamleler yapsa, emperyalistler Suriye’de ve onunla  ilişkili bölgede şiddeti tırmandırıyorlar. ABD’nin zamanı yok. Reel korkular, kaygular devreye girmedikçe (mesela İran’la nükleer konusunda olduğu gibi) diplomasi lafını dahi duymak istemiyor. Bugün Suriye’de artan cihatçı şiddetini,  onu kollamaya yönelik Türk ve ABD müdahalelerini bu bakımdan değerlendirmek gerekir. “Güvenli bölge” palavrası, IŞİD ve benzeri cihatçılar için güvenli bölgeler yaratmak anlamına geliyor. Bunu görmek lazım. Suriye ordusunun ve Suriye barış güçlerinin şartları lehlerine çevirmelerine izin verilmek istenmiyor.

Eğer emperyalistler için sorun IŞİD olsaydı, bir iki haftada kolları kanatları derhal kırılırdı. Tersine, ABD ve müttefikleri IŞİD (ya da El Kaide) konseptini daha da geliştirmeyi ve ona Avrasya coğrafyasında görev vermeyi planlıyorlar.

Bazı stratejistler IŞİD’i Timurlenk’in yüksek hareket kabiliyetiyle bir dönem Asya’yı, Avrupa’yı tehdit eden bir güç haline gelmiş ordularıyla kıyaslıyorlar.  IŞİD’i kullananlar sahip olduğu mekanize  hareket kabiliyetini arttırarak onu doğrudan Rusya coğrafyasına salmayı planlıyorlar. Rusya’nın bunun farkında olduğu açıktır. Hatta Rusya’yı son günlerde harekete geçiren en önemli saik bence budur.

Rusya, Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destekten şikayetçidir. Nitekim, geçen hafta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “sınır” operasyonları başlatıldığında, Rusya’daki Türk büyükelçi Rus hükümeti tarafından sert bir şekilde uyarıldı. Türkiye’ye yönelik üstü örtülü tehditler içeren uyarılar Erdoğan’a iletilmek üzere elçiye sunuldu(1)

Öte yandan, Suruç katliamı sonrasında Türkiye’nin, Suriye’ye karşı tek başına “oldu bitti” lere girmemesi konusunda bizzat Afrika’da bulunan Obama tarafından telefonla sıkı bir şekilde uyarıldığı biliniyor. Nitekim,  İncirlik Antlaşması bu sıkı uyarılar sonrasında imzalanmıştır. Kimi kaynaklar Obama’nın telefon görüşmesi sırasında Erdoğan’ı Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına kadar gidebilecek gelişmeleri tetiklememesi için uyardığını belirtiyorlar. Bu arada, yeni genel kurmay başkanın da  NATO’nun vereceği her emre amade olacağı bilinmelidir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu noktada geçerken, Suruç katliamının emperyalistler ve Türkiye için yaratmış olduğu işlevsel siyasal sonuçlara dikkat çekmek isterim.  Bunu “iç güçler” in mi yoksa “dış güçler”in mi yapmış olduğuna dair tartışmanın bu şartlarda bir anlamı yoktur. Bu her iki gücün epeydir  iç içe geçmiş olduklarını bir kez daha belirtmek isterim. Elde edilmek istenen siyasal sonuçlara odaklanmanın daha anlamlı bir iş olacağını düşünüyorum.

Şimdi konuya ilgi duyan herkes IŞİD’in ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, S.Arabistan, Israil, Katar demek olduğunu biliyor. Ancak sanki böyle değilmiş gibi davranılıyor, akıl yürütülüyor. Önce bu tespitin konulması gerekir. Aksi halde konuyla ilgili hiç bir analizin, önerinin manası olmayacaktır. Sözde IŞİD karşıtı koalisyonun ABD tarafından kurulmasından sonra IŞİD daha organize bir hale gelmiş, sahasını hem genişletmiş hem emperyalist isterler doğrultusunda sınırlar belirlemiş, şiddetinin dozunu arttırmıştır.

Bu arada, Erdoğan ailesinin IŞİD sayesinde temin ettiği ekonomik çıkarlara ve onunla olan ekonomik ilişkisine dikkat çekmeyen bir analiz de Türkiye IŞİD ilişkilerini kavramak bakımından eksik kalacaktır. Erdoğan, ailesinin ekonomik çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında tutarlı bir ilişkinin olması gerektiğinin farkındadır.

Bu sözde IŞİD karşıtı koalisyonun başına ABD adına atanan kişi önde gelen bir neocon olan general John Allen’dir. IŞİD’in bütün organize faaliyetleri onun tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’yi “güvenli bölgeler” konusunda teşvik eden de Allen’dır.

Esasen Obama, Allen’ı bu göreve Pentagon’un büyük baskısına karşı koyamayarak atamıştı. Suriye ve Irak’taki bir çok gelişmede bu generalin dayandığı iktidar kliklerinin (dış bakan Kerry de bu kliklere dahildir) Obama’yı bypass etmeleri söz konusudur. Mesela son gelişmeler Obama’nın Afrika gezisine rast getirilmiştir. Bu Iran’la varılan nükleer antlaşmaya karşı bir hamle olarak da görülebilir.

Yani hep söylediğim gibi ABD yönetimi yekpare bir yapı değildir. Ancak farklı içerikleriyle, öncelikleriyle  bu yapının tümü emperyalisttir, saldırgandır. Bunda hiç bir tereddüdün olmaması gerekir.

Rusya’nın son hamlesi, öncekilerine göre daha geniş bir Esad’lı koalisyonu öngörmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda Suriye sorunu etrafında kağıtların bir kez daha yeniden karılması söz konusu olacaktır. Böyle bir karılma oyuncular arasında ve içinde de yeni kopuşları, saflaşmaları getirebilecektir. Mesela Suriye Kürt hareketi Esad’a yakınlaşarak anti-Amerikan bir çizgide konumlanabilir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin Türkiye’deki de dahil, genel olarak Kürt hareketi için önemli sonuçları olur. Anlamlı ayrışmalar gündeme gelebilir. Sonuçta Kürt siyasetine tutunmuş Türk sol siyasetleri bir kez daha hiza alırlar. Zaten şimdiden bunun işaretlerini tespit edebiliyoruz.

Kürt siyaseti, PKK izlediği çizgiyle adeta kendi kendisini içine hapsettiği bir labirent örmüştür. Gerilla savaşı tehditiyle desteklenen “barış süreci” nin bugün geldiği noktada PKK’nin (daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi) askeri hareket kabiliyeti gayet sınırlıdır. Teröre başvurması kendi coğrafyasında dahi meşruiyet alanını daraltacak sonuçlar doğuracak, legal Kürt siyasetinin kazanmış olduğu mevzilerin yitirilmesine veya zayıflamasına neden olabilecektir. Karşılıklı olarak milliyetçiliklerin yükselmesine katkı yapacaktır.

Artık “barış süreci” nden sonra silahlı mücadele başlatmak kolay olmayacaktır. PKK, ama en çok da Kandil kanadı, bu sürece dahil olarak, zaten ta baştan beri var olan siyasetsizlik, programsızlık sorununu daha da takviye etmiş, hareket üzerinde ilerici bir vizyonu bulunmayan işbirlikçi burjuva siyasal etkilerin ağırlığının artmasına neden olmuştur. “Esir önderlik” şartlarında Kürt siyaseti zaten arızalı olan siyasal cevvaliyetini tamamen yitirmiştir. Oyun kuruculuğu, beyin görevini emperyalistlere vererek kendi kendisini depolitize etmiştir. Bunun askeri kanat üzerinde de olumsuz etkilerinin olmaması mümkün değildir.  Bugün Kürt siyasetinden yükselerek Türk sol çevrelerini de etkisi altına alan (son örneği HTKP’dir) oportünizmi bu açıdan da okumak meşrudur.

NOTLAR:

(1) Yazıyı yazdıktan bir gün sonra bazı medya organlarında Rusya’nın Türkiye’ye karşı sert bir tepki vermemiş olduğuna dair Rus hükümeti kaynaklı açıklamalar yer aldı. Ancak aynı gün aynı kaynaklarda gerek Rusya başbakanının ve gerekse Rus dış bakanlığı çevrelerinin Türkiye’nin IŞİD ve Suriye konusundaki davranışlarıyla ilgili olarak dile getirdikleri sert eleştiriler de yer buldu.

Tweetle