AKP rejiminin iki dönemi

AKP rejiminin ilk dönemi, ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte, emperyalist neo-liberal hegemonyasını dünya çapında gerçekleştirerek “tarihin sonu” nu getirmek için uygulamaya koyduğu genel saldırı stratejisi koşullarında oluşturuldu.

Bu, emperyalist hegemonik stratejiyle aynı hizaya gelmeyen veya gelmekte ayak sürüyen siyasal yapıların çeşitli biçimlerde tasfiye edildiği bir dönemdi. Bu dönemi AKP, NATO gladyosunun bir aracı haline getirilmiş Gülen Cemaati’yle koalisyon halinde geçirdi. Cemaat’in -ABD adına- kontrolü altındaydı.

ABD’de oğul Bush dönemi, yeni-muhafazakar tabir edilen entelektüel çevrenin desteğiyle fütursuz saldırılarını sürdürüyordu.

AKP de, Türkiye’deki, isabetli olmayan şekilde “liberal”, ya da “sol liberal” olarak etiketlenen, aslında “yeni-muhafazakâr” olan entelektüel çevrenin ve onların hizmetkârı oldukları işbirlikçi büyük sermaye sınıfının açık desteği ve Cemaat’in devletteki etkisi kullanılarak açılan yolda iktidarını sağlam temellere oturtma olanağı buldu.

Tabii devletten gelen destek sadece Cemaat’in çabasıyla gerçekleşmedi. Devlet içindeki bilindik asker ve sivil NATO’cu güçlerin tercihi de AKP’den yanaydı. “Bilindik” güçler çünkü, onlar özellikle 27 Mayıs darbesinden sonra sürekli yükseliş halinde oldular.

2007 yılında bütün bu güçlerin AKP’ye desteği fütursuz bir karakter kazandı. Giderek hukuksal formlar, kurumsal, kamusal davranış kuralları hiçe sayıldı. Fiili, komplocu, şaibeli siyasal davranışlar, yeni muhafazkâr entelektüellerin “demokrasi” ideolojisini parlattıkları koşullarda meşrulaştırıldı.

Sonrasında uluslararası alanda işler ABD’nin istediği gibi gitmedi. 1997 Asya krizinden sonra gelmesi beklenen büyük kriz 2008’de patladı. ABD ekonomisi havlu attı (Eğer SSCB tasiye edilmemiş olsaydı, muhtemelen bu kriz çok daha genel ölçekte, büyük ve yıkıcı dalgalarıyla 1997’den itibaren gerçekleşecek, belki de o sıralarda büyük bir savaşı tetikleyebilecekti).

Kriz, Türkiye gibi “gelişmekte olan ekonomiler” i emperyalist merkezden kaçan dolarlar dolayısıyla ihya etti. Aynı zamanda, dünya kapitalist ekonomisinin bu sıcak para hareketleri, ihraçları dolayısıyla tamamen jeo-politik bir karakter kazanmasına yol açtı.

ABD, AB ve Japonya emperyalist birleşik saldırı stratejisini yeniden gözden geçirmek ve yeni hegemonya sürecine daha “renkli”, daha kitlesel, demokratik bir görünüm kazandırmak için anlaştılar. Bir tür koalisyon olarak görülmesi gereken Obama ve H.Clinton yönetimi bu koşullarda işe başladı.

ABD’deki yeni yönetimin işaretiyle Davutoğlu dış işleri bakanı yapıldı. Türkiye’deki rejimin ayakbağı olarak gördüğü anayasal, diğer kurumsal engeller büyük ölçüde, devlet olanakları kullanılarak en şaibeli biçimlerde ortadan kaldırıldı. Gerekli tasfiyeler gerçekleştirildi.

Ancak, bütün bu “demokrasi” ideolojisi, coğrafyamızdaki demokratik görünümlü renkli kitlesel hareketler egemen ulusal siyasal yapıların tasfiyesine yol açarken, zaman içinde, giderek emperyalistler aleyhine bir bumeranga dönüşmeye başladı. Emperyalizm BOP coğrafyasında direnişlerle karşılaştı.

Mesela, Esad yönetimi Suriye’de, vaktiyle kemalist yönetimin Türkiye’de yapmış olduğu gibi, emperyalizmin bölgemizdeki planlarını alt üst etti.

Direniş, Tahrir Meydanı ve Gezi olayları dolayısıyla tahkim edilerek, genelleşme eğilimi göstermeye başlayınca, geri adım atma ihtiyacı Beyaz Saray yönetimindeki koalisyonu çözdü.

Bu arada, artan sıcak para girişleri ya da uygun ekonomik koşullar AKP’nin ya da Erdoğan’ın elini güçlendirmişti. İşbirlikçi büyük sermayenin daha da palazlanması yanında, AKP’nin kendi sermaye fraksiyonunu da oluşturmasına olanak verdi.

Erdoğan’ın artık ortağa ve yeni-muhafazakâr ideologlara ihtiyacı yoktu. Zaten ABD’deki koalisyonun çözülmesi buradakinin de daha fazla sürdürülemeyeceğinin işaretiydi.

Erdoğan öncelenmemiş ölçüde geniş bir hareket alanına kavuştu. ABD, ama özellikle de işbirlikçi büyük sermaye sınıfı karşısında görece özerk bir hareket yeteneği elde etti.

ABD içinde koalisyondan düşmüş olsalar da hâlâ belli bir gücü ve etkiyi temsil eden yeni muhafazakâr oligarşi Türkiye’deki bu durumdan vazife çıkartarak, 15 Temmuz 2016’da, Cemaat aracıyla bir hamle yapmak istedi.

Bu Obama yönetimi için de bir oldu bitti idi. Arkasında durmadılar. Ancak, karşı da durmadılar.

Bu oldu bitti, Türk devleti içinde belli bir direnişle karşılaştı. Kadim Natocu bürokrasi, ne zamandır bu yeni-Natocu bürokrasiyle, özellikle de Kürt sorunu etrafında, didişmekteydi. Yeniler, eskilerin eşsiz katkılarıyla tasfiye edildiler.

Uluslararası sahada, ABD ve müttefiklerinin birleşik saldırı stratejisi yerini birleşik savunma ya da kazanılmışları koruma stratejisine bıraktı. Rusya, Çin ve İran palazlandılar.

Erdoğan kendisine önerilen yeni koalisyonu, başkanlık vizesini de cebine koyarak kabul etmek zorunda kaldı. AKP’nin yeni dönemi bu koşullarda başladı. Türk devleti içindeki bilindik eski Nato erkanından arta kalanlar ve daha önemlisi, onların siyasal fikriyatı başta MHP ve muhalif bir işlevsellik adına da CHP içinde temsil ediliyordu.

Ülkede yağmaya dayanan ekonominin erozyonu sürse de, Kürt-Hendek Savaşı üzerinden yürütülen milliyetçi, daha doğrusu Türk-İslamcı kampanya Erdoğan’ın siyasal konumunu konsolide etmek gibi bir rol oynadı.

Bu “eskiler” için NATO ile tek sorun, Nato’nun Kürt kartını Türkiye’nin başı üzerinde Demokles kılıcı gibi sallandırmak istemesiydi. Rusya ve İran bu bakımdan Türk devletinin kozları olmuştu. Türk devleti bölgede ABD’nin esas olarak kendisini muhatap olarak almasını talep ediyordu.

ABD bugüne kadar bu talebe olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermedi. Türk devleti de ABD’nin çıkarlarına halel getirecek eylemlerden bugüne kadar kaçındı.

Erdoğan’ın koalisyon ortağı olan “eski tüfek Natocu” zihniyet açısından iktidara tutunmanın tek meşru aracı Erdoğan’dır. Onunla ortaklığın sona ermesi ya da onun kaybetmesi kendilerinin de kaybetmesi, tasfiyesi anlamına geliyor. Bahçeli’nin konuşmalarından bu gerçeği okumak mümkün oluyor.

Bütün bu yeni süreç boyunca Kılıçdaroğlu CHP’sinin yerine getirmiş olduğu paratoner işlevini bu bağlamda değerlendirmek meşru oluyor.

Bugün Kılıçdaroğlu’nun hiç olmadığı kadar hırçınlaşmış olması, belki de, devletteki koalisyonun bir kanadını oluşturan güçler tarafından kendisine verilmiş olan sözlerin veya yapılmış vaatlerin yerine getirilmemiş olmasındandır. Bilmiyoruz.

Şurası artık nettir: Devlet, Tayyip Erdoğan’la devam etme kararı almıştır. Kendisine başkanlık seçimi kazandırılmıştır. Misyonlarını tamamladıkları düşünülen Kılıçdaroğlu ve Akşener gibi oyuncular tasfiye edilmişlerdir.

Bu tasfiyeler olmasaydı, Erdoğan muhtemelen belediye seçimlerini kazanacak, bu sayede, bu kez söz konusu yeni koalisyonu bozmaya kalkışabilecekti.

Rejimin eski-Natocu kanadı buna izin veremezdi. Erdoğan kendileri lehine bir tür siyasal “topal ördek” halinde kalmalıydı.

Öyle de oldu. Ancak, CHP beklentilerinin ötesinde bir başarı elde etti. Bundan dolayı evdeki hesabın bir kez daha çarşıya uymayacağı bir aşamaya geçildiğini iddia etmek de meşru oluyor.

Bu arada, siyasal öngörülerde bulunurken, kapitalist ekonominin, yeni-liberalizm koşullarında belirginleşen jeo-politik karakterini ihmal etmeyelim.