SEÇİMLER ÜZERİNE 2

Seçim sonuçlarının analiz edenlerin dikkat çektikleri bir konu da, halk kitlelerinin neo-liberal parasalcı ekonomik politikaların gereği olarak borç, kredi, taksit sarmalı içine sokulmuş olduğu gerçeğidir. Parasalcı ekonominin motoru borçlandırmadır. Özellikle son otuz küsur yılda, global ölçekte, sıcak para akışındaki artış hemen hemen yüzde 25 düzeyindedir. Global GSMH içinde finansal varlıkların payı dört misli artmıştır. Global ölçekte, finansal varlıkların değeri 1980’de 10-12 trilyon civarındayken, 2008’de patlayan kriz öncesinde, bu varlıkların değeri 200 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu finansal sermayenin borç, kredi vererek beslendiği malumdur. Artık iktisadi durumun analizinde kullanılan  kriterler içinde  “fert başına borçluluk” ölçütü,  “fert başına gelir” ölçütüne nazaran daha büyük bir önem kazanmıştır. Nitekim, ABD’de kriz patlak verdiğinde, ülke fertlerinin her 100 dolarlık gelire karşılık 129 dolar borçları olduğu tespit edilmişti.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu vak’a bireylerin siyasal davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Borç sarmalındaki bireyin istikrar arayacağı aşikardır. Ancak bu iktisadi koşulların sürdürülmesi, tıpkı ABD’de, Yunanistan’da ve başka yerlerde olduğu gibi, mümkün değildir. Krediler, verilmiş borçlar geri dönmezse, ödenmezse, sistemin işlemesi mümkün olamaz. Yakın bir zamanda, en çok kredi dağıtılmış alanların başında gelen konut sektöründen başlayacak bir krizin ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

Kredi, taksit sistemi, dar gelirli yurttaşları istikrar arayışı içine sokarken , bununla bağlantılı olarak onların kendileriyle ilgili sınıfsal öz algılarını da manipüle ediyor. Bu bakımdan maddi olanaklara kavuşmak, yaşam kalitelerini arttırmak  anlamında modernleşmek arzusundaki gelenekçi halk kesimleri arasında yanlış bir  “orta sınıf” bilinci oluşuyor. Cüzdanında üç beş adet kredi kartı bulunan kişi, kendisini orta gelir grubuna dahil olarak tahayyül edebiliyor. Böylece düzene bağlanma ihtiyacı duyuyor. Elimde bilimsel araştırma sonuçları bulunmuyor, ancak sokakta yaptığım gözlemler, bu “orta sınıflaşma” kuruntusunun en az kentli modern halk kesimleri kadar, geleneksel halk sınıfları arasında da yaygın olduğunu gösteriyor. Söz konusu kesimlerin tüketim davranışları, modern kesimlerin benzer davranışlarını model almaktadır.

Parasalcı kapitalizm girdiği her yerde balonlar yaratır. Bu balonlaşma sadece iktisadi bir vak’a değil, aynı zamanda, bireylerin konumlarıyla ilgili öz algılarına dahi müdahale eden, onu çarpıtan bir işleyişe sahiptir. Ekonomik temeli patlayıp, çökünce, sosyal sonuçlarının, siyaseti etkileyecek sosyal-psikolojik sonuçlarının  olacağı aşikardır. ABD’de, Yunanistan’da, İtalya’da ve başka yerlerde sonuçlar halen dramatik bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Sistem, başlangıçta verdiklerini, misliyle geri almaktadır : “Sana 100 dolar veriyorum, bana 129 dolar geri ödemen gerekiyor”. Borç sarmalı içerisine sokulmuş insanın siyasal ufku daralır. Gericileşir. Çoğu durumda, kendisini egemenlerin elinde bir rehin olarak görür. Kriz patlak verdiğinde, bunların otomatik olarak sola meyledecekleri beklentisinin de, genel olarak, kuruntudan öte bir anlamının olmadığı dünyada yaşanmakta olan vak’alar dolayısıyla gözlemlenebilmektedir. Yani, amiyane tabirle, denize düşen yılana sarılabilmektedir. Bugün halen geniş halk kesimleri tarafından Berlusconi’lerin, Papandreu’ların, Timoşenko’ların, Tayyip’lerin yani müsebbiplerin kurtarıcı olarak görüldüğü ortadadır.

Parasalcı ekonominin bir başka sosyal sonucu,  rant, yağma ve kumarhane ekonomisinin başat hale gelmesi, reel ekonominin, tarım ve sanayinin  gerilemesiyle, kentlere yığılan ve safları giderek artan fazla iş gücü işlevi gören  nüfustur. Bu nüfus içinde faşist diktatörlüğe, ırkçı, gerici diktatörlüklere taban teşkil edecek, kendilerini bekledikleri bir karizmatik liderle özdeşleştimeye hazır “kalabalık” ın oluştuğu açıkça görülmektedir. Rant ve kumarhane ekonomisi hem burjuva sınıf içinde hem de halk sınıfları içinde lumpenleşme eğilimlerini güçlendirmektedir. İşbirlikçi yapısının da katkısıyla burjuvazi  bu eğilime teşnedir. Bununla birlikte, bu lumpenleşme  vak’ası sadece ülkemiz için geçerli değildir. Benzer durumdaki ülkelerde ve hatta  Batı’da da, şu ya bu derecede, canlı bir olgudur.

Yaygın kredi sistemi, bir çok bireyi, kendi işini kurma hayalini gerçekleştirmeye sevk etmiştir. Ülkede esnaflaşma ve esnaf iflası dikkate değer bir olgudur. Esnaflaşma eğilimi, AKP’nin siyasal tabanını konsolide etmektedir. Gelgelelim bu kesim, ekonomik durgunluk ve buna ilaveten büyük sermayenin rekabeti karşısında gayet kırılgandır. Artan iflaslar bunun göstergesidir. Bu kesimler, ekonomik baskılar altında daha otoriter siyasal arayışlar içerisine giriyorlar.

Türkiye’de işçi sınıfı ağırlıklı olarak küçük işletmelerde yoğunlaşmıştır. Sanayinin, KİT’lerin çeşitli şekillerde tasfiyesi, sendikal yapılanmayı sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da zayıflatmış, sendikalarda, emekten yana siyasal programlarla bağlantılandırılmamış ekonomist yaklaşımları konsolide etmiştir. Yedek işçi ordusu saflarının sürekli genişlemesi (Aslında bu global bir sorundur. Emperyalistler üçüncü dünya iş gücünü kendi ülke emekçilerine karşı yedek iş gücü şantajı adına kullanmaktadırlar. Bunu sadece kendi ülkelerindeki göçmen nüfusla değil, Çin, Hindistan, Vietnam, Tayland,Pakistan, Bangladeş, Endonezya gibi ülkelerdeki reel ve yedek iş gücü sayesinde de yapıyorlar.) Taşeron uygulamaları, sosyal güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, siyasal kayırmacılık, yandaşlık, cemaatçilik, şantaj, işini kaybetme korkusu gibi etkenler de ülkemiz işçi sınıfının bütünsel sınıfsal öz algısını çarpıtmıştır. İşçi sınıfı içinde gerici siyasal davranışlar ihmal edilemeyecek bir düzeydedir. Bu arada işbirlikçi sendikacılık da öncelenmemiş ölçüde vak’adır.