Kürt hareketi yol ayrımındadır

Kürt hareketinin militan dinamiğini Taksim’de başlayıp bütün Türkiye’ye yayılan halk ayaklanmasında kararlı ve etkili bir şekilde yanımızda hissedemedik. Dün KCK’dan gelen bir açıklama üzerine, Beyoğlu’ndan başlattıkları  yürüyüşlerine tanık olduk.

Burada Kürt hareketiyle kast edilen PKK ve BDP ve onlara bağlantılı ya da bağıntılı örgütlerdir. Neden böyle olmuştur? Kürt hareketinin iki temel özelliği, tarihi boyunca tutarlı bir siyasal çizgisinin olmaması ve onunla alakalı olmak üzere hareketin öznel kompozisyonun köylü ve küçük burjuva karakteridir. Bu karakteristik yapısıyla Kürt hareketi, siyasal olarak, 1920’lerden itibaren oradan oraya savrulmuş, her zaman emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileriyle işbirliği olanaklarını öncelikleri arasına yerleştirmiştir.

PKK önderliği,  80’lerin ortasından 1990’lara kadar izlediği devrimci sol siyaseti, emperyalizmin bölgesel projelerini hesaba katarak, emperyalist yağmadan pay kapma gayesiyle terk etmiştir. Emperyalizmin hizmetindeki AKP hükümetiyle yakınlaşıp, işbirliği kararı alması, bu eğilimin ulaştığı tepe noktası olarak görülmelidir. PKK önderliği ve ondan icazet alan BDP, bu gerici işbirliğini en oportünist “sol ” belagatle ambalajlayarak devrimci Türkiye halklarına yutturma düşüncesindedir. Hiç şüphesiz bu işbirliği, Kürt halkını gerici AKP’nin emperyalist  politikalarıyla aynı frekansa çekip, gericileştirecek, Kürt hareketi içindeki ilerici, devrimci güçlerin yalıtılmasıyla sonuçlanacaktır.

Yaşanan 10 yıllık deneyimden sonra halen AKP hükümetinin “barışçı”, “demokratik” olduğunu ileri sürerek onunla işbirliğini olumlamak, doğrudan doğruya ilerici halkların aklıyla alay etmek anlamına gelmektir. Dahası, bu bir siyasal ihanettir.

Bugün süren halk ayaklanması karşısında, Kürt hareketinin ikircikli, oportünist tavrı, Kürt önderliğinin içine girmiş olduğu emperyalist, işbirlikçi gerici siyasal konumdan ayrı düşünülmemek gerekir. Elbette onlar da bütün oportünistlerin sıkça başvurdukları gibi, tavırlarını “sol” bir belagatle kamufle ederek savunmaya devam edecekler, anti-emperyalist, devrimci sol güçlerin eleştirilerini “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” mantığıyla bertaraf etmeye çalışacaklardır.

Halk hareketinin neredeyse onuncu gününe girmekte olduğu bir zamanda Kürt hareketi, sokakların kararlığını görmüş, gerici hükümetle kapalı kapılar ardında yapmış olduğu işbirliği antlaşmasına da halel getirmeyecek şekilde, kıyısından köşesinden de olsa bu halk hareketine kısmen dahil olma ihtiyacı duymuştur (Bütün Türkiye’de, yabancı ülkelerde,  her türlü faşist saldırıya karşın, direnç, dayanışma varken, henüz Kürdistan bölgesinde bilgimiz dahilinde olan, bu yönde bir hareket yoktur). Özcesi,  bir ayağı AKP gericiliğiyle işbirliğinde olduğu halde, ötekisinin de ona muhalif halk hareketinde bulunmasını istemiştir. Bu tipik oportünist küçük burjuva “köylü” siyasetidir. Kürt siyasal hareketi tarihi boyunca sık sık tezahür eden hastalıklı, samimiyetsiz tavrını, bu tarihimizin en büyük halk hareketi karşısında da göstermiştir.

Elbette Kürt devrimcileri, demokratları, söz konusu Kürt partilerinin ve önderliğinin bütün çarpıtmalarına, oportünizmine rağmen AKP gericiliği karşısında, halkımızın devrimci isyanından yana tavır alacaklardır. 31 Mayıs 2013’te ortaya çıkan irade, sadece mevcut siyasal-yönetsel kurumların yasallığını fiilen ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda, bütün siyasal konumların veya siyasetlerin meşruiyetlerini test edecekleri yegane merci haline gelmiştir. Ya bu irade tarafından önleri açılacak ya da tasfiye edileceklerdir.

Halk ayaklanması karşısında BDP’nin tavrı, bu partiyle AKP arasında siyaset tarzı bağlamında benzerlik bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Her ikisi de Türkiye halklarının geniş kesimlerini dışlayan, özel gündemleriyle sınırlı olan partilerdir. Her ikisi de ancak daraltılmış bir siyasal arena da  iktidar eylemeyi hedeflemektedirler.  Bu partilerin her ikisi de, demokrasiyi işlerine geldiği kadarıyla ve şekliyle  isterler. Ona tramvay muamelesi yaparlar. Her ikisi de Türkiye partisi olamazlar.

Kürt sorununun devrimci, demokratik çözümü ancak direnen halkın tuttuğu meydanlardan, sokaklardan çıkabilir. Ya bu nehirle buluşacaksınız, ya bu nehir tarafından bir tarafa süpürüleceksiniz. Hem orada, hem burada; biraz oradan biraz da buradan olmaz.

KAMİL PARK


İkinci Cumhuriyet yasadışıdır

Şunu önce devrimcilerin anlaması lazım. 31 Mayıs 2013 tarihi itibarıyla sadece hükümet değil, parlamento, TSK, adliye, polis, kısacası, yeni Türk devleti ya da 2.Cumhuriyet sokaklardaki halk iradesi tarafından fiilen tasfiye edilmiştir. Bugün meşruiyetin yegane kaynağı sokaklardaki devrimci halk iradesidir. Direnen halkın gayri meşruluğunu ilan ettiği eski rejimin unsuru içindeki dost öğelerden beklenti içinde olmak anlaşılırdır. Gelgelelim, bunun mücadele sürdükçe, her geçen gün gerçekleşmesi zor bir beklenti haline geleceği açıktır. 31 Mayıs itibarıyla, bu mevcut devletin devrim hakkını kullanan  halka karşı girişmiş olduğu bütün faaliyetler, kalkışmalar yasa dışıdır. Kamil Park


Halk hareketinin baş talebi hükümetin istifa etmesidir

Bugün Arınç’la görüşen Taksim Dayanışması heyetinin dile getirdiği talepler, halk hareketinin  kanı ve canı pahasına savunduğu, savunmakta olduğu “hükümet istifa” talebini içermiyor. Dahası, bu talepler ancak AKP hükümetinin istifasıyla gerçekleştirilebilir taleplerdir.  AKP ile pazarlık olmaz. Taksim Dayanışması yanlış yapıyor. Artık AKP’nin vaatlerine inanmak, eğer demokratik ve devrimci sol siyasetler adına yapılıyorsa,  doğrudan işbirlikçiliktir. İhanettir. AKP hiç bir şekilde inandırıcı değildir. AKP ile hiç bir antlaşma olmaz. AKP hükümetinin tek yapması gereken, derhal istifa etmektir. Taksim Dayanışması, muhtemelen iyi niyetle, ama despot hükümetle diyalog anlamına gelecek, onun meşruiyetini ihya etmekle sonuçlanabilecek bir yol izliyor. Yanlıştır! Devrimci mücadelede iyi niyetlilerin “iyi niyetleri”nin devrimci hareket bakımından nelere mal olabildiği deneyimler dolayısıyla bilinmektedir. Taksim Dayanışması’nın dile getirdiği haklı talepler, 31 Mayıs tarihi itibarıyla, ancak AKP’nin istifa etmesiyle yerine getirebilir. Halk direnişinin baş talebi hükümetin istifa etmesidir.   Esasen 31 Mayıs 2013 itibariyla, fiilen baskıcı devletin bütün kurumları yasa dışı konuma düşmüştür. Bu tarihten itibaren tek yasallık kaynağı sokaklarda direnen halkın iradesidir. Kamil Park

TEK YOL DEVRİM

BİRİNCİ ÇAĞRI:

Direniş komiteleri oluşturmak için Türkiye çapında çağrılar yapmak lazım. Zaten fiili olarak var olan hali koordineli bir organizasyon haline getirmek lazım. Yani bu hareketin önderliğe ihtiyacı var. Bu aşamaya gelinince süratle siyasal talepleri yükseltmek lazım. “Tayyip gitsin”, “hükümet istifa” tamam ama yeterli değil. Tekrar üç aşağı beş yukarı benzer bir parlamento kompozisyonunu ortaya çıkartacak erken seçim talebini derhal geri çevirmek, halk direniş komitelerinin doğrudan temsilcilerinden oluşacak bir kurucu meclis çağrısı yapmak lazım. Tayyip yine sıkışınca “seçim” diyeceğinin sinyallerini veriyor. Buna razı olmamak lazım. Bu kendiliğindenlik sonunda askeri bir müdahaleye de yol açabilir. Polisin direnci kırılırsa, ya da gücünün yetmeyeceği görülürse, asker devreye sokulur. Bir kısım AKP karşıtı muhaliflerin zaten buna teşne oldukları malum.

Bu gece Beşiktaş’ta yaşananlar, polisin kısa bir süre sonra Taksim’e tekrar yükleneceğinin işaretlerini veriyor. Bütün gruplara direniş komiteleri oluşturmaları, bunların temsilcilerinin yer alacakları bir üst koordinasyon komitesinin tek elden eylemleri yönlendirmesi, taleplerini net olarak belirlemesi çağrısı yapılmalıdır. Eğer bunu başaramazsak, önderlik oluşturamazsak, Tayyip’i göndeririz belki ama yerine neyin, kimlerin geleceği konusunda tehlikeli bir belirsizlik oluşur. Kitle muallakta kalmayı istemez. Öncü, devrimci durumun yaratılmasını beklemez; yaratılması için katkı yapar. Zaman kaybetmemek lazım.Tayyip’in yerine ne koyacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Ona manevra alanı bırakmamak lazım.

Çıkıp, “içki yasağını kaldırdım, Taksim’e kışla yok, AVM yok.Yaşam tarzlarına saygılı olacağız” diyerek zaman kazanmak isteyebilir. Yani bir anlamda, bugün DİSK’in dile getirdiği “ekonomist” taleplere büyük ölçüde razı olabilir. Tabii belli bir zaman geçince, daha fazlasıyla verdiğini geri alır. Bayrak Mitingleri’nin böyle bir sonucu olmuştur. Tayyip’in karşısına politika koymak lazım. Program koymak lazım. Mevcut itaatsizlik hali, direnen halkın kendi iktidarını kurmasının aracı olmalıdır. 27 Mayıs’ı tekrar ettirmemek lazım. Yani devrimi kaptırmamak lazım. Meydanda davul çalıp, nutuklar atmakla olmuyor. Ortak siyasal taleplerle ortaya çıkmamız lazım. Bu çapta sivil bir devrimci kalkışma tarihimizde ilk kez gerçekleşiyor. Halk Türkiye çapında bu kadar yaygın barikatlar oluşturma deneyimini ilk kez yaşıyor. Başaramazsak, neler olacağını çeşitli ülkelerin tarihi deneyimleri dolayısıyla biliyoruz. Yenilgiye uğratılmış büyük halk kalkışmaları ardından zifiri karanlık geliyor. Rehaveti, ataleti, tembelliği bir yana bırakmak lazım.Hiç bir devrim kitaplarda yazıldığı gibi olmaz. Her devrim kendi kitabını kendi meydanlarında yazar. Bu katıksız halk hareketinin örgütlenme seviyesini arttırarak daha yüksek bir seviyeye çıkarmak elzemdir. “Bunu kim yapacak” diye birbirimize bakmayalım. Hep birlikte yapacağız. Tıpkı barikatları hep birlikte kurduğumuz gibi. Kamil Park

İKİNCİ ÇAĞRI:

Fransız Devrimi dahil modern zamanların bütün devrimleri orta katmanların hareketi olarak başlamıştır. Buna kafayı takmak doğru değil. Rejime sokakta vurulan darbeler arttıkça toplumsal kabarmanın sosyolojik kompozisyonu çeşitlenir, tabanı genişler. Önemli olan siyasal önderliktir. Hiç bir devrimci kalkışma sosyolojik kompozisyonu itibarıyla, kendi başına sosyalist,proleter, burjuva, k.burjuva değildir. Bir devrimi burjuva veya proleter yapan siyasal önderliktir. O önderliğin siyasal taleplerinin bu çeşitli kitlelerin talepleri haline getirilmesiyle mümkün olabilir.

Devrimci kavga alanları, istenen kalıba göre hazır bir kitlenin arandığı değil, siyasal talepler ya da program etrafında kitlelerin dönüştürüldüğü, yaratıldığı alanlardır. Devrim alanları, ortak demokratik özlemlerle büyük bir halaya katılmış öznelere referans verir. Devrimci sol halay başı olmaya çalışmalıdır. Yaşadığımız günlerde bu büyük halayı, en net şekilde, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda tespit edilebiliyoruz. Hantal yapıların bu muazzam yaratıcılık faaliyeti karşısında yetersiz kalması kaçınılmazdır.

Örgütü eğilip bükülen bir alet gibi kullanmak gerekir. Ve tabii devrimcilik part-time değil, tam gün bir uğraştır. Alanları hiç bir şekilde bırakmamak gerekir. Mutlaka ana grupların temsilcilerinden oluşan direniş komiteleri oluşturarak, bunların koordinasyonunu temin etmek lazımdır. Modern tarihimizde bu kadar genişlik ve süreklilik göstermesi bakımından ilk olan bu sivil itaatsizlik hareketini ortak demokratik merkeziyetçi örgütlenmeyi bir üst aşamaya çıkartarak sağlam bir zemine oturtmak gerekir.

Hiç bir şekilde, “Erdoğan gitsin,Gül gelsin”, ya da “erken seçim” olsun taleplerine taviz vermemeliyiz. “Hükümet içinde çelişkiler var”, “Cemaat ve AKP arasında ihtilaf var” ya da “Ordu gelecek” türünden safsatalara taviz vermemek gerekir. Bu lakırdılar “eski düzeni” ihya adınadır. Gericiliğe hizmet ederler. Bunu kabul edemeyiz. Elbette hareket dayandıkça bunların safları çözülecektir. Ancak biz kendi işimize bakmalıyız. Direksiyonu ele alıp, önümüze bakmalıyız. Önce direniş komiteleri oluşacak, sonra modern zamanın hemen bütün devrimlerinde gördüğümüz gibi,iktidarı bu komiteler alacaktır. Ancak bu komitelerin oluşturacağı bir kurucu meclis ülkenin kaderini belirleyebilir. Bunu ilan etmek lazım. Zaman kaybediyoruz.

Eşitlik ve adalet istiyoruz. Bu hedeflerimize ulaşabilmek için de özgürlük talep ediyoruz. Bütün modern zaman devrimlerinin girizgahı burasıdır. Bu devrimci kalkışma, düzenin araçlarını kullanabilir ama onları idealize etmez. Alternatiflerini oluşturur. Bu söylediklerim şu ya da bu düzeyde fiilen bir gerçeklik halindedir.

Düzenin önerilerini (“erken seçim”, “ağaçları yeniden dikeceğiz” vb) ret edeceğiz. Kendi önerilerimizin kabul edilmesi için tavizsiz bastıracağız. Devrim alanları pazarlık alanları değildir. Kesin kararların uygulamaya konulduğu alanlardır. Devrimci çaba, var olan gerçekliği dönüştürme mücadelesidir. Yeni bir gerçeklik yaratma hareketidir. Hareket ortaya çıktığı andan itibaren karşısına çıkartılan her şey, her laf eskimiştir. Eskiye aittir. Medya devrim alanının kendisidir. Devrimin kullandığı her araç onun medyasıdır. Devrim kendi dilini yaratır. O dille kitlelerle iletişim kurmak önderliğin vasfına delalet eder. Safları, örgütlenme düzeyimizi ve kalitemizi yükselterek sıklaştırabiliriz. KAMİL PARK


Halk Direniş Komiteleri Oluşturalım

Mücadelenin şimdi içinde bulunduğu uğrak, çok somut, sonuç alıcı adımların atılmasını gerektiriyor. Elbette parti siyasal mücadelenin öncü aracıdır. Gelgelelim, kavga alanının kendi gerçekliğini ihmal ederek, onun ideal bir duruma göre şekil almasını beklemek yanlıştır. Önemli olan partinin halk hareketine, devrime önderlik edebilmesi, her şeyden önce bu olanağı ele geçirebilmesidir. Bu olanak, sadece parti örgütleri aracılığıyla değil, ama daha çok kitle örgütleri içinde parti kontrolü sağlamasıyla gerçekleştirebilir. Bolşevikler iktidarı işçi, asker, köylü sovyetlerindeki kontrolleri dolayısıyla alabildiler, sürdürebildiler. Parti iktidar için vardır. Bütün mesele halkı devrime taşırken,partiyi de o mücadele içinde iktidara taşımaktır.

Kavga alanları yaratıcı alanlardır. Parti bu yaratıcılığın aracı olmalıdır. Bunu yaparken kendi kendisini de pratik olarak yeniden yaratmalıdır. Ayaklanmış sokaklar fetişleri kırarlar. Parti kendisini bir fetiş haline getirmemelidir. Sokaklar halk hareketinden önceki legaliteyi aşmışlardır. Parti legaliteyi de fetiş haline getirmemelidir. Eğer sokaklar döğüşüyorsa, döğüşmeye zorlanıyorsa, partinin yapması gereken, herkesi partiye üye olmaya, katılmaya çağırmak değil, bizatihi döğüşenlerin arasına katılarak,  önderlik, iktidar mücadelesini kavganın içerisinden yapmasıdır. Direnen halkı işler tavsamadan, ya da büyük darbeler gelmeden direniş komiteleri oluşturmaya çağırması, bu komiteleri örgütlemesidir.
Öncü parti üye sayısı arttırılarak kitle partisi olmaz. Hatırlayacak olursak, daha 20’lerde Komintern, 5-6 bin kadar üyesi bulunan Çin Komünist Partisi’ni ( o sıralarda Çin’in nüfusu yaklaşık 400 milyon civarındaydı) kitle partisi olarak tanımlıyordu. Kitle partisi olmanın iki temel koşulu vardır: 1) Sıkı bir şekilde kitlelere bağlı olmak, kitle çizgisinden kopmamak, belli şartlar oluştuğunda kitleleri harekete geçirme ve yönlendirme kapasitesine sahip olmak; 2) Üye kalitesini yüksek tutmak; mücadelenin gerektirdiği görevleri en iyi şekilde yapabilme kapasitesine sahip üyelerden oluşmak.
Bir de tabii, devrim bir seçim çoğunluğu sorunu olarak görülemez. Burjuva diktatörlüğü şartlarında, insanlar devrim için değil, düzen için oylarlar. Devrim bir çok tarihsel vak’ada görüldüğü gibi,  bir seçim çoğunluğu marifetiyle yaratılmış “legalite” engelinin üstesinden gelmek için gerçekleştirilir. Bu bakımdan müesses  “milli irade” nin devrimci irade karşısında hiç bir meşruiyeti olamaz. Parmak hesabıyla devrim olmaz. Devrim, parmak hesabı yapan parmakların kırılmasıdır. Fransız Devrimi’nden sonra yapılan seçimleri royalistler kazanmışlardı. Rus Devrimi sonrasında 1918’de yapılan seçimleri SR’lar kazanmışlardı. Her iki sonuç da devrimin radikalleşmesinin önüne geçemedi. tersine, daha da radikalleşmesine yol açtı. Devrim bir oy çoğunluğu sorunu değil, aktivizm ve organizasyon sorunudur.
Türkiye çapında direniş komiteleri ( ya da dayanışma komiteleri) kurulması için çağrı yapmak lazım. Parti önderliği, iktidarı bu komitelere dahil olmaya çalışarak elde etmeye çalışmalıdır. Bütün kentlerde, yerelliklerde, iş yerlerinde bu direniş komiteleri eylemleri somut bir program etrafında yönlendirmelidir. “Hükümet istifa”, “eşitlik, adalet,özgürlük” “ekmek ve barış”, “iktidar direnen halka” gibi sloganlar altında tek vücut olmak için çağrı yapılmalıdır.Bu sloganlar aynı zamanda hareketin temel programıdır. Mesele sürekli programlar yapmak değil, az ve öz programları kararlılıkla uygulayabilmektir. Onları ete kemiğe büründürecek olan örgüttür. Böylece her kafadan bir ses çıkmasının önüne geçilebilecektir. Kavga sahalarında en gerçekçi, pratik ve demokratik örgüt, direnen halkın temsilcilerinden oluşan halk direniş komiteleridir. Direniş ya da dayanışma komiteleri öncü partiye alternatif örgütlenmeler değildir. Partinin kitleselleşmesinin araçlarıdır.
Bu örgütlerde önderliği kimin yapacağı demokratik bir sorundur. Ancak halk sokaklarda dayak yiyerek, dayak atarak, kısacası öğrenerek en doğru  konumu önerenlerin yanında olacaktır. Bu arada parti de öğrenecektir. Bu kavganın kaçınılmaz mantığıdır. Yoksa, hantallığa, bürokratik akla hizmet etmiş oluruz. Yakın zamanlardaki, Arap deneyimlerini, Yunanistan deneyimlerini hatırlayalım. Oralarda yapılan hataları görelim. Oralarda önderlik iddiasında bulunanlar yetersiz kaldılar. Barış zamanına özgü davranış şekillerinden, mantığından kurtulamadılar. Şimdi kavga zamanı, hareket örgütten halka, halktan örgüte doğrudur. Legal konumları kaybetmemeye gayret edelim, ama mevcut legalite içine de sıkışıp kalmayalım. Önemli olan direnen halkın nazarında legal olabilmektir. Vakit kaybetmeden direnen halkı, mümkün olan her yerde, işte, okulda,  mahallede direniş komiteleri içinde örgütlenmeye çağırmak lazımdır.

 

Tweetle

Hiç bir halk hareketi boşa gitmez

Daha önce 2007’de Cumhurbaşkanı olacak iken, Bayrak Mitingleri başlamış,Tayyip, korkarak geri adım atmıştı. Bu kez “padişah” olmak istiyor ve bir kez daha kitle hareketleri var. Şimdi Tayyip, devlet üzerindeki kontrolü itibarıyla, daha öz güvenli görünüyor. Güçlü olduğunu sanıyor. O zaman açık devrimci sol katılımın hemen hemen olmadığı Bayrak Mitingleri manipüle edilerek, Tayyip’i cumhurbaşkanı yapmama talebine eşitlenip, sonlandırılmış,Tayyip cumhurbaşkanı olamamış, ama umduğundan büyük işlere (!) imza atma olanağı bulmuştu.  Yani o zaman cumhurbaşkanlığını kaybetme karşılığında, daha büyük şeyler elde etmişti. Daha ilerde yapmayı düşündüklerini, erkenden yapma olanağı bulmuştu.

Eğer bu halk kalkışması, “devrim mi, sosyal patlama mı”,  içinde “orta sınıflar mı ağırlıklı yoksa işçi sınıfı mı” gibi meleklerin cinsiyeti hakkında yapılanları andıran tartışmalarla  heba edilirse, kısa bir soğutma döneminden sonra daha kuvvetli bir karşı saldırının geleceği açıktır. Hareketin taşıyıcısı olan öznelerle ilgili sınıfsal değerlendirmeyi acele etmeden, hareketin geçtiği, geçmekte olduğu uğrakları ihmal etmeden, ülkenin yer aldığı uluslararası emperyalist bağlamı da dikkate alarak yapmak gerekir.

Bu arada, saf bir toplumsal devrim veya toplumsal hareket olamayacağını, toplum kavramının tek bir sınıfa indirgenemeyeceği gerçeğinden hareketle öngörelim.  Her toplumsal hareket veya toplumsal devrim tanım itibarıyla, çeşitli taleplerle veya devrim talebiyle ortaya çıkan  farklı sınıflara referans verir.

Bu halk hareketinin kendiliğindenliği, örgütsüzlüğümüzün had safhada olmasıyla doğrudan alakalıdır. Bununla beraber, birbirlerinden farklı akımların, farklı sınıf çıkarlarını temsil eden grupların, hatta çok farklı beklentilerin sözcüsü olan kalabalıkların bu kadar uyumlu ve kararlı bir şekilde  ortak hareket etmesi, devrimci bir bunalıma gebe olduğumuzun işareti olarak görülmelidir. Devrimci bir ortam vardır. Bu ortamın nasıl evrileceğiyse,  önderlik sorunudur. Bu ortamın yol açacağı depremlerle bir  “devrimci durum”  haline gelmesi mümkündür. Öncü veya öncüler olayları oraya doğru itmelidir.

Bir toplumsal olayın ama özellikle de halk hareketinin bir düzenin, yönetimin bütün zaaflarını gözler önüne serme yeteneğine sahip olabileceğini bilelim. Halk hareketini ileri itmekle bu zaafların düzen ve yönetenler katında yol açacağı gedikleri genişletme olanağı doğacaktır. Bakınız, daha ilk günlerden itibaren,  balonlaşmış olduğu herkesin malumu olan ekonomi nasıl S.O.S verdi. Bu saatten sonra kaybedilecek olanı değil, kazanılacak olanları düşünmek lazım. Çünkü bu hareket devrimci taleplerin realizasyonuyla sonuçlanmazsa, Taksim’den sökülen ağaçların geri dikilmesiyle, İstiklal’den kalkan masaların yerlerine geri konulmasıyla sonuçlanırsa, vay halimize…

Elbette halk hareketi, devrimci mücadeleler boşa gitmez. Bir süreliğine durdurulabilseler dahi ilk fırsatta kaldıkları yerden daha güçlü şekilde devam ederler. Bu manada düzen içi güçler tarafından çabuk manipüle edilmiş Bayrak Mitingleri ve şu an ki halk hareketi arasında kitlesel kaygular ve özlemler bakımından bir süreklilik olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Aynı tespiti hareketin, koşulları farklı olsa da, uluslararası düzeydeki halk hareketleriyle bağıntısı itibarıyla da yapmamız gerekir.

Bir çok halk hareketinin, öncekinin yol açtığı fay kırıkları üzerinde, çoğu durumda, öncekinin kullandığı araçları, metotları daha da  geliştirip, kullanarak ilerlediği görülür.  Bu bakımdan sürmekte olan halk hareketinin tarz, metot ve araçlarını gelecek olana devredebileceğini öngörmek lazım. Bunun çok sayıda tarihsel örneği var. Mesela, 1905 Rus Devrimi sırasında halk sınıfları “sovyet” kurullarını yaratmıştı. 1917 Ekim Devrimi iktidarın bu kurullara geçmesiyle gerçekleşmişti.

Durdurulmamak adına, hareketin olanaklarını gerçekleştirerek yeni mevziler kazanmak için azami çaba ve fedakarlık gerekmektedir. Hareketi mümkün olduğu kadar ileri itmemiz gerekmektedir. Ne kadar ileri itebilirsek,bir daha ki sefere o kadar ileri bir noktadan devam etme olanağına kavuşuruz.Öncelikle hareketi bir siyasal iktidar hedefine kavuşturmak gerekir. Siyasal iktidar sorunu, düzen içi güçlerin demokrasicilik, “barış”, “milli merkez”cilik oyunlarına alet edilemez.

Burjuvazi ve AKP hükümeti şunu iyi bilmelidir,  bu halk hareketi geri püskürtülse dahi, biraz ileride çok daha kalabalık ve çok daha radikal taleplerle, öncelenmemiş bir örgütlülük ve kararlıkla karşılarına çıkacaktır.

Son olarak, metropol İstanbul, ne 18.yy’ın Paris’i, ne 20 yy’ın St.Petersburg’udur. Kaldı ki, bütün modern devrimler kentlidir. Bir çok devrimde de, hatta iddiaları hilafına, hareket kentten kıra doğrudur. Kapitalizmin kentleri esas olarak orta ve alt sınıflar arasındaki sınırı belirlemenin hayli güç olduğu  mekanlardır.

Zamanımızın metropollerinde, orta sınıflarla, alt sınıflar arasındaki geçişlilik, hareketlilik son derece dinamiktir. Söz konusu katmanlar arasındaki mesafe hemen hemen ortadan kalkmıştır.  Kapitalist metropoller, özellikle de sistemin çeperlerinde, orta katman ve alt katman arasındaki sınırların son derecede muğlaklaştığı, kültürel olarak zengin bir heterojenlik arz eden mekanlara referans verirler.  Neo-liberal vahşi kapitalizm şartlarında, sistemin merkezleri de dahil olmak üzere, bu mekanlarda yaygın ve genel bir proleterleşme, yoksunlaşma ve yoksullaşma, en azından yaygın bir sosyal güvensizlik ortamı vardır. Söz konusu katmanlarla, sermaye sınıfı arasındaki mesafe dramatik olarak açılmıştır. Her toplumsal patlamanın altında fokurdayan sınıfsal etkenler çıplak gözle dahi görülebilir haldedir.  Yani hava bu mekanlarda kurşun gibi ağırdır. Öyleyse, devrim solunan havadadır.

 

 

 


Kürt ulusal sorunu “müzakere” ile değil, devrimle çözülür

Sadece fizik bilimi değil, tarihsel toplum bilimi de aynı nedenlerin, aynı sonuçları doğurabildiğini teyit ediyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, burjuva karaktere sahip 2.Meşrutiyet hareketi, savaş sonrasındaki, burjuva cumhuriyetçi hareketinin önünü açmıştı. 2.Meşrutiyet devrimi, Cumhuriyet devrimiyle tamamlanan iki aşamalı bir burjuva demokratik devrimin ilk etabı olarak görülmelidir. Bu bakımdan meşrutiyetin yarıda kalan hamlesini, kaçınılmaz olarak, daha radikal bir çerçevede,  Cumhuriyet devrimi tamamlamıştı.

Cumhuriyet devriminin bu radikalleşmesi, onun uluslararası düzeyde,   mevcut emperyalist;  ve ulusal düzeyde, mevcut feodal-emperyal siyasal düzenin ideolojik etkilerini ve sınıfsal temsilcilerini anlamlı ölçüde sırtından atmış olmasının ya da temsilcisi olduğu burjuva önderliğine tabi kılmış olmasının payı büyüktür. Yani burjuva cumhuriyet hareketi, uluslararası bağlamıyla mevcut emperyal siyasal yapıyla köprüleri atmıştı.

Burjuva cumhuriyetçileri, uluslararası bağlam söz konusu olduğunda, Rus Devrimiyle somutlaşan anti-emperyalist, anti-kolonyalist yükselişi iyi okumuş, onunla bağlaşarak, Rus Devrimi’nin kırdığı emperyalist zincirin  halkasına tutunmayı başarmışlardı.  Elbette bütün bunları yapmalarında, burjuva Türk milliyetçiliğinin önder kadrolarının sosyolojik olarak şehirli ve hatta kısmen global bir karaktere sahip olmaları önemli bir etken olmuştu. Bu sosyolojik karakter sayesindedir ki,  burjuva laik-milliyetçi siyasal ideolojiyle donanmaları nispeten güç olmamıştı.

Savaş sonrasında, feodal-emperyal Osmanlı devlet düzeninin çözülmesiyle birlikte bu yapıya entegre Kürdistan bölgesinin de siyasal dokusu sarsıldı. Başını Kürt feodal aşiret ve beylerinin çektikleri birbirlerinden kopuk yerel siyasal hareketler ortaya çıktı. Feodal bir Kürt milliyetçiliği siyasal talepleriyle sahne aldı. Bu feodal Kürt milliyetçiliğinin burjuva demokratik Türk milliyetçiliğiyle çatışmaya girmesi kaçınılmazdı.

Bu çatışmada,  genel olarak birbirlerinden soyutlanmış, feodal koşullar dolayısıyla bölünmüş, siyasal bir birlik oluşturma kapasitesi bulunmayan ve esas olarak gerici toplumsal-siyasal taleplere sahip  Kürt hareketinin, ilerici, demokratik talepler etrafında siyasal birliğini sağlamış, sivil ve askeri bürokrasisiyle paralel bir devlet oluşturmuş, uluslararası düzeyde, anti-emperyalist ve ilerici güçlerle dayanışma halinde olan laik Türk burjuva devrimci hareketi karşısında öncelikle emperyalist güçlerden destek almaya çalışmış, kendi çıkarlarıyla, söz konusu güçlerin çıkarları arasında ittifak girişimlerinde bulunmuştu.

Netice olarak, özü itibarıyla feodal Kürt “milli” siyasal hareketi, burjuva Türk milli siyasal hareketi karşısında gerilemek zorunda kalmıştı. Kürt ulusal hareketi, o zaman, dünya koşullarını iyi okuyamamıştı. Bu yetersizliğin en önemli nedeni, Kürtlerin maddi-toplumsal hayat şartlarının, Kürt önderliğinin ufkunu sınırlamış olmasıydı.

Gerici yapısı ve talepleriyle Kürt hareketi, her düzeyde gericiliği teşvik eden ve onu kendi sömürgeci çıkarları için  besleyen  emperyalizmle işbirliği yoluna gitmişti. Emperyalizm, devrimci Sovyetler proletarya hareketi, sömürge ve yarı-sömürgelerdeki bağımsızlıkçı devrimci demokratik direnişler karşısında gerileyince, Kürt hareketinin de gardı düşmüştü.

EMPERYALİZM VE İSLAMCILIK 1

Şunu görmek lazım. Gerek M.Kardeşler ve gerekse Vahabi islamcılığının esas siyasal hedefi ulusal seküler egemenlik yapıları ya da organizasyonlarıdır. Filistin sorunu ya da İsrail sorunu tribünlere karşı bir gösteridir. Ya da isterseniz, “van minüt” mastürbasyonudur diyelim.

Türkiye’de anti-semitik eğilimlerine yenik düşen kimi entelektüeller, Ortadoğu’da ve tabii Türkiye’de de gericiliğin, faşizan hareketlerin yükselişiyle İsrail’in ortaya çıkışı arasında bağlantı kuruyorlar. İslamcılar da aynı faktörü seküler-ulusal egemenlik yapılarının yükselişindeki rolüyle ilişkilendiriyorlar.

İkinciler asıl gerçeği gizlemek çabasındalar. Birinciler ise ikincilerin tezgahına geliyorlar. Bir bumerang halini alabilecek (Çünkü her zaman anti-semitizm, anti-komünizmle el ele yürütülmüştür. Hatta bugünkü siyonist anti-semitizm de aynısını yapmıyor mu?) anti-semitist mecralara sapıyorlar. Tıpkı islamcı sahtekârlığın yaptığı gibi, bölgede, ülkemizde olup biten her şeyi İsrail etrafında açıklamaya çalışıyorlar.

Böylece emperyalizm olgusu gözardı ediliyor. Bugünkü İsrail’i emperyalistlerin yaratmış olduğunu unutturmaya çalışıyorlar. Bir şeyi daha, İsrail’den önce ortaya çıkan ve bugünkü İsrail’in oluşumunda da pozitif rol oynayan emperyalizmin hizmetindeki bir gericilik odağı olarak S.Arabistan’ı.

Başkan F.Roosevelt, Yalta Konferansı öncesinde meşhur Landis raporunu okuduktan sonra (Landis ABD’li senatördü, Ortadoğu konusunda adıyla anılan bir rapor hazırlayıp, başkana sunmuştu) o güne kadar genellikle Birleşik Britanya Krallığı tarafından yürütülen Arap diplomasisinin, doğrudan ABD’nin kontrolüne alınmasına karar verdi.

Sonrasında, Quincy adını taşıyan bir savaş gemisiyle ülkesine dönmeden önce S.Arabistan’ı ziyaret etti. Orada iki ülke adı anılan gemide Quincy Paktı olarak anılan bir antlaşmayı imzaladılar. Bu antlaşmanın üç temel maddesinin olduğu söylenebilir: 1) ABD, Suudi Krallığı’nın istikrarını temin etmek adına, askeri olanları da dahil olmak üzere, her türlü önlemi alacak. Bu krallığa dışarıdan yöneltilebilecek bir saldırı durumunda, Krallığı koruyacaktı. Daha da önemlisi, S.Arabistan’ın güvenliği bakımından büyük öneme haiz, Arap yarımadasının istikrarını temin edecekti. 2) Bu hizmet karşılığında da, S.Arabistan petrol satışında her zaman ABD’yi kayıracak, ona “makul” fiyatlarla petrol satacaktı. Daha önemlisi, S.Arabistan petrolden kazandığı paraları dolar olarak ABD bankalarında, ABD şirketlerine öncelik tanıyan ihalelerde kullanarak değerlendirecekti. S.Arabistan’ın güvenliği için gerek duyacağı silahları da ABD firmalarından temin edecekti (Bugün itibarıyla yaklaşık 350 milyar dolar gibi bir Suudi parasının ABD ekonomisinde dolaşımda olduğunu hatırlatalım). 3) ABD, S.Arabistan’ın iç işlerine müdahale etmeyecek. Siyasal rejimine, teolojiko-politik ideolojisine saygılı olacaktı (Yani Batılıların sevdiği bir ifadeyle, Krallık’ın “insan hakları ihlalleri” ne ses çıkartmayacaktı. Bu yüzden bugüne kadar Batı ve özellikle ABD medyası, S.Arabistan rejiminin barbarlıkları karşısında sessiz kalmışlardır).Bu antlaşma biraz sonra kurulacak İsrail’in doğumunda ebe işlevi görmüştür dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. S.Arabistan’ın güvenliği bir müddet sonra İsrail’in güvenliğinden ayrı düşünülemeyecek hale gelir.

Nasır, Kral Faruk’u darbeyle devirdi. İktidar oldu. Süveyş Sorunu ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa askeri müdahaleye karar verdi. O yıllarda kendisini Avrupa’dan göreli olarak özerk bir hegemonik bir güç haline getirmek isteyen ABD, BM’de askeri müdahale önerisine karşı çıktı. ABD, Mısır’ın ve onun etkisiyle Ortadoğu’da tabanı genişleyen ulusal-seküler hareketlerin SSCB’nin kontrolüne girmesinden çekiniyordu. Hegemonik bir güç olmak anlamında yeni yükselen emperyal devletlerin, tarih içinde,gerileyen emperyal güçlere nazaran daha rasyonel hareket ettikleri görülecektir.

Nitekim, Nasır darbesi ve erken döneminde Nasır yönetimi, gerek ABD’nin o zaman bölgedeki en büyük petrol konsorsiyumu Gulf Oil (seksenlerde Standart Oil ile birleşip Chevron adı altında perakende satış istasyonları açmışlardır) ve gerekse Kennedy yönetimi tarafından büyük destek ve himaye görmüştür. Hatta Arap milliyetçiliğin ilk cisimleşmesi olduğunu söyleyebileceğimiz (Mısır ve Suriye’nin birlikte kurdukları) Birleşik Arap Cumhuriyeti yine Kennedy yönetimi tarafından desteklenmişti. Nasır ve Kennedy arasındaki düzenli sayılabilecek mektup trafiğini hatırlatmak isterim. Kennedy, ABD’nin emperyal programını sürdürürken Avrupa’nın sömürgeci politikalarının mirasçısı gibi bir görüntü vermemesi gerektiğini düşünüyordu. Tabii bütün bu süreç işlerken S.Arabistan sürekli olarak ABD nezdinde girişimlerde bulunarak, Quincy Paktı’nı hatırlatıyor. ABD’nin antlaşmaya sadık kalmasını istiyordu. ABD’yi sürekli olarak Nasır rejimine karşı kışkırtıyordu.

1962 yılında K.Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında bir iç savaş çıktı. Tabii S.Arabistan ve Ürdün kralcıları, Mısır cumhuriyetçileri destekliyordu. İç savaş Mısır’ın Yemen’e asker göndermesine neden oldu. Ancak 1971’e kadar Yemen sorunu çözüm bulamadı. Mısır ve arkaik monarşiler arasında çekişme alanına dönüştü. Bu çerçevede, 1967 İsrail-Mısır savaşı S.Arabistan’ın lehine olmuştur. Mısır bu yenilgi sonrasında Yemen’deki 68 bin askerini de çekmek zorunda kalmıştır. Tabii bütün bu süreç yol açtığı bir başka sonuç da, Ortadoğu’nun seküler ve ulusalcı hareket ve organizasyonları nezdinde SSCB’nin itibarının artmış olmasıdır. S.Arabistan bu gerçeği de kendi adına iyi kullanmıştır.

ABD’de Johnson iktidar olduğunda, Kennedy yönetimi sırasındaki Ortadoğu politikası da değişmiştir. Bu değişimin ilk işaretlerinden bir tanesi, Mısır’ın Aswan barajı inşaatına desteğini talep ettiği ABD yönetimin bu teklifi ret etmesi olmuştur. Bu ret, Mısır’ı Sovyetler’e biraz daha yaklaştırmıştır.

Johnson yönetiminden itibaren Nasır’ın netleşen politikası, Ortadoğu’da Batılı güçlerin ekonomik etkisini kırabilmek için Arap petrolleri üzerindeki Batılı denetimi ve onların Arap dünyasındaki işbirlikçilerini ortadan kaldırmak olmuştur. Bu doğrultuda, arkaik Arap rejimlerinden destek bulan Arap gericiliğinin kalelerini, bölgedeki emperyalist üsleri yıkarak seküler,ulusal Arap birliğini tesis etmek gerekiyordu. Dikkat ediniz, Filistin Sorunu 1967’ye kadar Arap milliyetçilerinin somut bir politika olarak hedefinde değildir. İsraillilerle sorunlar henüz karşılıklı temaslarla, diyalogla aşılmaya çalışılıyordu. Öncelikli hedef Arap gericiliği ve onun merkez üssü S.Arabistan idi. Bu stratejinin ne kadar isabetli olduğu bugün dahi görülmektedir.

Ne olduysa, yanlış bir hamleyle Nasır’ın İsrail’le 6 gün savaşını başlatmasıyla oldu. Bu yenilgi ve gerileme sonrası, S.Arabistan’ın büyük parasal desteği ve Batı emperyalizminin şemsiyesi altında Quincy Pakt’ından itibaren palazlanmaya başlayan İslamcıların eli güçlendi. Yenilgiden “Batı’dan ithal” seküler-ulusalcı modeli sorumlu tuttular. Kendilerini ilk kez bu savaş sonrasında ulusalcılar karşısında güçlü bir siyasal alternatif olarak sundular. Hayal kırıklığı içinde moralleri bozulmuş aydınların, kitlelerin desteğini aldılar. Bu kez İslamcılar, bu ulusal seküler, Batıcı rejimlerden kurtulmadan Filistin Sorunu’nun aşılamayacağını vaz’ ediyorlardı.

Emperyalist ülkelerin himayesi ve islamcı siyasal meşruiyetin bayrağı altında, bölgedeki seküler-ulusalcı yapıların altı 70’lerden itibaren oyulmaya başlandı. Elbette bunun Türkiye için de imaları olacaktı. Dikkat ediniz bugün Ortadoğu’da islamcı hiç bir rejim, özellikle iktidar olanaklarına kavuşmuş olanlar, Filistin Sorunu’nu gündemlerine almıyorlar. Sadece kuru sıkı bir “van minüt” atışı bağlamında şovlarla meseleyi geçiştiriyorlar. Asıl hedeflerinde ulusal-seküler cumhuriyetçi yapılar olduğu net olarak görülüyor. İşte bu politik konum hem Ortadoğu gericiliğinin kalesi S.Arabistan’ın hem de İsrail’in işine geliyor. Gerek S.Arabistan ve gerekse İsrail var olmak için birbirlerine muhtaçlar.

İhvan ya da M.Kardeşler olarak bilinen örgüt 1928 yılında, her ikiside 1906 doğumlu ve her ikisi de öğretmen olan Hasan El-Benna ve Seyid Kutb tarafından kuruldu (Geçerken, bu kuruluşta Türkiye’de yükselen Kemalist harekete yönelik tepkisel bir boyutun olduğunu da hatırlatalım). Esas olarak, din ve siyasetin, medeni hukuk ve şeriat hükümlerinin tevhidci bir anlayışla birleştirilmesini istiyorlardı. Bu ayrımların Batı icadı olduğunu ileri sürüyorlardı. Hayatın bütün alanlarının İslami prensipler çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öneriyorlardı.

Benna’nın 1948’deki ölümünden sonra Seyit Kutb daha radikal bir çizgiyi benimsedi. İslami prensiplere dayanmayan Arap rejimlerine karşı savaşmanın dini bir görev olduğunu ileri sürüyordu. Bu hareket   S.Arabistan tarafından desteklenmişti. Özellikle de Seyit Kutbçu çizgisiyle.

Nitekim Kutb yönetimindeki İhvan, S.Arabistan’ın yönlendirmesi ve desteğiyle 1954’te silahlı bir kol oluşturmuştur. Bu örgüt giderek diğer Arap ve Batı ülkelerinde de kollar açmaya başladı. Diğer müslüman ülkelerindeki dinci gruplarla temasa geçti. İlk hedefin Nasır yönetimi (ve dikkat ediniz) Suriye olduğu her fırsatta ilan edilmekteydi. Bu iki ülkede örgütlenmeye büyük ağırlık verildi. Buna karşı bir hamle olarak,  Nasır İhvan hareketine karşı büyük bir saldırı başlatı. Kutb yakalanarak idam edildi. Kısacası, emperyalizm karşısında tavır alan bağımsızlıkçı,  ulusal-seküler Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır ve Suriye) İhvan hareketinin ana hedefi haline geldi.

Tabii sonrasında emperyalizm çağında, seküler ulusalcı burjuva cumhuriyetlerini, sosyalizme dönüştürmeyen ya da dönüştüremeyen ve böylece toplumsal temellerini eşitlikçi bir anlayışla sağlamlaştırmayan bütün rejimlerin başına gelen Mısır’ın da başına geldi. Bugün bütün Ortadoğu Cumhuriyetlerinin başına gelmekte olduğunu da spektaküler örnekleriyle yaşıyoruz, görüyoruz.

Temel bir mantık kuralıdır, aynı nedenler aynı sonuçları doğururlar.Öyleyse, bugün bu emperyalist-islamcı saldırı karşısında geçmişteki yanlışları yinelememek gerekir. Çürüyen kapitalizmin krizi, tanım itibarıyla gerici politik içeriğe sahip emperyalizmin en saldırgan ve en arkaik görünümlerini bir kez daha somut olarak kusmasına neden oldu. Bu durumda onu sosyalizmden başka bir toplumsal-siyasal projeyle alt etmek olanaklı değildir. “Burjuva-demokratik” ya da  daha kurnazca demeyeceksek, daha “inceltilmiş” ifadesiyle “milli demokratik devrim” ler (“kapitalist olmayan yol” da denebilir)  sosyalizme dönüşme yolunda başarılı olamıyorlar. Rus feodal otokrasisine karşı yapılan ikinci burjuva demokratik devrim, Lenin önderliğindeki bolşeviklerin ancak hemen müdahalesiyle, sekiz ayda sosyalist devrimle dönüştürülmüştü. Bunu görmek ve göstermek lazım.


Çin Komünist Partisi’nin 18.Ulusal Kongresi: Yeni Büyüme Stratejisi ve Siyasal İmaları

Türkiye’de, ABD seçim kampanyaları sırasında, sol kamuoyunun dikkatinden kaçan önemli bir Cumhuriyetçi ve Demokrat ortak prodüksiyonu kampanya vardı. Gerek Romney ve gerekse Obama, ABD’deki ekonomik krizden Çin’i sorumlu tutuyorlardı. Her ikisi de, yanlış hatırlamıyorsam, Ekim ayında, Hofstra Üniversitesi’ndeydi, bir soru üzerine, ABD’deki ekonomik düşüşten, işsizlikten Çin’i sorumlu tutmuşlardı. Devam ederek, Çin’in ABD’deki yatırımlarının ülkenin ulusal güvenliği için tehdit oluşturduğunu iddia etmişlerdi. Çin’le ticaretin ABD’nin ekonomik bağımsızlığını yok etmekte olduğunu vurgulamışlardı. Bir kaç gün sonra bir kamuoyu araştırma şirketinin Amerikalılarla yaptığı bir ankette de, ABD yurttaşlarının yaklaşık yüzde 70’nin başkanın ve rakibinin görüşlerine katıldıkları sonucu çıkmıştı.

Bunun üzerine resmi Çin medyası, ABD siyasetçilerini ucuz politikacılık yöntemlerine başvurarak ABD halkını Çin’e düşmanlaştırmaya çalıştıklarını iddia etmişlerdi. Çin ile ABD arasındaki ilişkilerde asıl mağdurun, kısıtlamalara ve yasaklara tabi tutulan Çin firmaları olduğunun altı çizilmişti.

Çin’in epeyce bir zamandan beri ABD’yi korumacı ekonomik anlayışı dolayısıyla eleştirdiği bilinmektedir. Çin, ABD’nin bir yandan dünya ülkelerine serbest piyasacı politikalar uygulamaları için çağrı ve baskı yaparken, kendisinin korumacı ekonomi politikaları izlemekte olmasını büyük bir çelişki olarak yorumlamıştı. En son, Obama yönetimin Çin’e yüksek teknoloji ihracını yasaklayan kararları bu korumacılık tartışmasını yeniden alevlendirmişti. Tartışmalar sürerken iki ülke birbirlerini yeni soğuk savaşın “truva atı” olmakla suçlamışlardı.

Bu tartışmalarda Çin tarafı, Çin ekonomisinin ya da GSMH’nın yüzde 30’undan fazlasının ihracata dayanırken, bu oranın ABD için yüzde 15’lerde olduğunu söylüyor. Bu durumda, büyümek için ihracata muhtaç ülkenin Çin olduğu belirtiliyordu.

ABD EMPERYALİZMİ KIŞKIRTIYOR

Tabii bu görünürdeki ekonomik tartışmaların siyasal boyutlarının olduğu, olacağı gözden kaçırılmamalıdır. Obama yönetiminin, Hindistan ve Çin’i karşı karşıya getirmek için yürüttüğü kışkırtıcı siyasal faaliyetler de biliniyor. En son, Eylül ayında Çin’in yaptığı ilk uçak gemisinin faaliyete geçmesiyle, ABD bunu, Hindistan’a karşı tehdit olarak yorumlamıştı. Son dört yılda, Hindistan’ın sürekli silahlandığını, ABD’nin bu ülkeye silah satışında önemli bir paya sahip olduğunu görüyoruz. Halbuki daha Çin bu uçak gemisine sahip olmadan çok önce Hindistan’ın İngiltere’den alıp modernize ettiği bir uçak gemisine sahip olduğu biliniyor. Tabii her iki ülke de Hindistan’ı çok önemli bir potansiyel dış pazar olarak görüyorlar. Bunun farkında olan Hindistan, dış işleri bakanı aracılığıyla, geçen ay, ülkesinin ilişkilerinde her ikiyi ülkeyi de gözeteceğini söylemişti.

Bariz şekilde Uzak Doğu’da, Çin Hindi’nde, Rusya’da ciddi bir askeri hazırlık olduğunu görüyoruz. Rus ordusunun da kendisini modernize etmek için yedi yüz milyar dolarlık bir bütçe hazırlamış olduğu ne zamandır söyleniyor.

“ÇİN’E ÖZGÜ SOSYALİZM” YA DA SÜREKLİ REVİZYONİZM

Bilindiği gibi Deng devrinden itibaren ÇKP Ulusal Kongreleri, “Mao Zedung Düşüncesi” revizyonunu revize eden “Deng Xiaoping Teorisi” yle partinin siyasal çizgisinin, sürekli gözden geçirildiği, adeta “sürekli revizyonizm” programlarının kararlaştırıldığı platformlara dönüşmüştür.

1982’deki Deng çizgisini mantıksal doğrultusunda geliştirmek adına ÇKP politbürosundaki konumunu 1987’de güçlendiren Jiang Zemin, başkan olduktan sonra revizyonizm yolunda bir hamle daha yapmış, malum Konfiçyüsçü retoriği çağrıştırır şekilde, Üç Önemli Temsili Fikir “açılımı”nı parti programına ve sonrasında da Çin anayasasına dahil ettirtmişti. Buna göre, 1)ileri toplumsal üretici güçlerin yaratılması (esnek -piyasacı- ekonomik büyüme), 2) ileri kültürel kazanımların yaratılması (kültürel ve ideolojik yenilenme) ve 3) çoğunluğun çıkarlarını gözeten politik uzlaşmanın yaratılması (“ileri demokrasi”, ya da isterseniz, “bütün halkın devleti” anlayışı) hedefleri partinin önüne koyuluyordu.

ÇKP’nin 17.Ulusal Kongresi’nde, şimdi görevini devretmesi beklenen başkan Hu Jintao revizyonu derinleştirmek adına, Bilimsel Gelişme Kavramı anlayışını hakim parti çizgisi haline getirmiş, buna göre çağdaş dünya şartlarının gerektirdiği ekonomik -teknokratik aklın Çin yönetiminin bütün alanlarına uygulanması istenmiştir. Onun döneminde Çin, kapitalist dünyayla entegrasyon adına büyük adımlar atmıştır. Jintao, Çin’in ekonomik gelişmesi bakımından, barış içinde karşılıklı çıkarları gözeten uluslararası bir ortama muhtaç olduğunu her fısatta dile getirmiştir. Aynı zamanda da, azınlıklar sorunu ve parti içi muhalefet karşısında çok sert önlemler almıştır.

Bir parantez açacak olursak, çağdaş Çin’in oluşumunda Sovyetler Birliği etkisinin, daha çok olumsuz görünümleriyle, çok açık olduğunu tespit etmek gerekiyor. Elbette henüz bir komünist belagatten vazgeçilmemiştir. Hu Jintao halen “Çin’e özgü bir sosyalizm” pratiği içerisinde olunduğunu söylemekte, sosyalizmin Çin’de nihayet ilk evresine girmiş olduğuna işaret etmektedir. Tarihsel bir perspektiften ve kıyaslamalı olarak bakıldığında Çin’in, SBKP’nin 20.Kongresi’den sonra 1958’den itibaren  teorik ve politik özellikleri itibarıyla, SBKP’nin revizyonistleşme rotasını takip etmiş olduğu veyahut SSCB’deki gelişmelerden olumsuz olarak etkilenmiş olduğu  söylenebilir.

Tekrar ÇKP’nin 18.Ulusal Kongre’sine dönecek olursak, başkan Hu Jintao kongreye sunduğu raporunda, çok önemli noktalara işaret etmiştir. Birincisi, Çin artık iç pazarına ağırlık verecektir. Başkan konuşmasında, iç pazarı genişletmek, iç talebi patlatmak gerektiğini ifade etti. Hatta Çin plancılarının bireysel potansiyel talep yaratma konusunda da çalışmalar yapması gerektiğini söyledi. Çin’in kapitalizmin kriziyle öne çıkardığı kamucu politikalarından (yani Keynesçilikten) taviz vermeyeceğini belirtti. Hatta Çin parti toplantılarında ilk kez olmak üzere, kişi başına düşen milli gelir payını on yıl içinde ikiye katlamanın hedeflendiğini söyledi. Böylece ilk kez Çin’de ekonomik gelişme bağlamında, kişi başına ulusal gelir kriterine ve hedefine değinilmiş oldu.

Bu karar çok önemli. Demek ki Çin, ihracata dayalı kalkınma stratejisine nazaran iç pazara dayalı kalkınma stratejisine ağırlık verecektir. Bunu sağlamak için de içeride, ücretleri arttırarak, halkın satın alma gücünü arttıracaktır. Yine ilk kez, en yetkili ağızdan, bugüne kadar izlenmiş olan büyüme stratejisinin, zengin ve fakir arasındaki mesafeyi uçurum düzeyine getirmiş olduğunun itiraf edildiğini görüyoruz. Elbette bu konuya değinilmesi, iç pazara dönüşü meşrulaştırmak içindir. Hem kırsal hem de kentsel kesimdeki çalışanları sürdürebilir bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma çağrısını da bu yeni strateji çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bununla beraber, bütün bu önlemlerin, uygulandıkları takdirde,  Çin’in dış ticaretteki rekabet kabiliyetini bir ölçüde azaltacağı da aşikardır.

Burada çok önemli bir noktaya değinmek lazım. Çin yönetiminin iç pazarcı önlemleri aslında Çin’in düşük ücretlere dayalı kalkınma stratejisinin sınırlarına ulaşmış olduğunun da ilanı olarak görülmelidir. Çin bu noktaya 2006-2007 yıllarında ulaşmıştır. Bu tarihle, kapitalizmin son büyük bunalımının patlak verdiği tarih arasında bir örtüşme olması ilginçtir.

Bilindiği gibi, 2007’deki 17.Ulusal Kongre’de de iç pazarı teşvik etmek ve toplumsal eşitsizlikleri gidermek adına önlemler alınması kararlaştırılmıştı. İç talebi genişletmek yönünde sınırlı bir uygulama son iki üç yılda yapılmıştı. Büyük kentlerde ücretlerde bir miktar artışa gidilmişti. Aradan geçen zaman içinde özellikle büyük kentlerde çalışan emekçilerin ücretlerindeki bu artışın yaklaşık yüzde 15 civarında olduğu istatistiklere yansımıştı.

O zaman bazı “eski tüfek Maocular”  bu kararlardan etkilenmiş, Çin’in kapitalistleşmeyeceği yolunda iddialar geliştirmişlerdi. Oysa, Çin kapitalist emperyal bir güç olma yolunda kararlı adımlar atmayı sürdürmektedir. Üstelik   neo-liberal   araçları görece kontrollü bir şekilde kullanmaktan vazgeçmeden. Çin’de, özellikle büyük kentlerdeki emekçilerin ücretlerinde nispi bir artış olsa da, kırsal alanlardan kentlere gelen masif göç, kayıt dışı bir emek sömürüsünün en vahşi formlarda sürdürülmesine olanak veriyor. Çalışan emekçiler üzerinde  baskı yaratan muazzam bir “yedek emekçi ordusu” nun varlığı,  Çin’deki yerli ve yabancı sermaye kuruluşlarına ücretleri belli bir seviyede tutmak veya düşürmek adına eşsiz olanaklar sunuyor.

Çin’de bugün uygulanan devlet kapitalizmi çerçevesinde, tek tek (hatta ellerinde muazzam sermaye birikimine sahip) burjuvalar ortaya çıkmış olsa da, ekonomik-siyasal-ideolojik bir bütünlük teşkil etmesi anlamında, bir sınıfsal yapı olarak burjuvazi  (henüz) oluşmamıştır. Yani burjuvazisi olmayan bir kapitalizm pratiğinden söz ediyorum. Girişimci faaliyetleri esas olarak devlet memuru figürler yürütmektedir. Devlet ya da bürokrasi, geleceğin burjuvazisi adına vekaleten kapitalizmi geliştirmektedir. Bizim erken devletçilik deneyimimizi hatırlatan bir tür “vesayet kapitalizmi” nden söz edebiliriz.

Tabii asıl benzerlik Sovyet NEP dönemiyle.  Mao sonrası dönemin, özellikle de Deng programının NEP programıyla anlamlı benzerliklerinin olduğu açıktır. Bugün ulaşılan noktada aralarındaki farklar şudur:  Bir kere Sovyet NEP’i, çok ağır ve çok daha kötü şartlarda devreye sokulmuştu. Savaş, ardından iç savaş ve emperyalist işgal Rusya’da büyük maddi yıkımlara yol açmıştı. Halk açlıkla karşı karşıya idi.

Bu şartlarda Sovyet NEP’i,, sosyalist kuruculuk öncesinde, bireysel kapitalist teşebbüsü önlemek ve üretim araçlarını devlet elinde toplamak, pre-kapitalist ekonomik sektörleri tasfiye etmek gayesiyle geçici bir aşama olarak öngörülmüştü. Sosyalist kuruluş öncesinde sınıf mücadelesinde taktik bir evre olarak kurgulanmıştı. Söz konusu politika proletarya diktatörlüğü şartlarında uygulanmıştı. Devlet kapitalizminden sosyalist ekonomiye geçilecekti. Nitekim öyle de oldu.

Oysa Çin’de uygulanan NEP bizatihi sosyalizm olarak sunuluyor. “Pazar sosyalizmi” deniliyor. Devlet kapitalizmi halen güçlü ama bireysel teşebbüsün de giderek mevzi kazanmakta olduğu görülüyor. Ellilerden seksenlere kadar bizde de görüldüğü gibi, esas olarak, devletten özel sektöre kaynak sağlamak amacına yönelik karma ekonomik model, bireysel teşebbüsün önünü açacak şekilde uygulanıyor. Buna göre, Sovyet Rusya’daki uygulama devrimci; Çin’deki karşı devrimcidir.

Sovyet NEP’iyle başka bir önemli fark da tarımsal alanda görülüyor. Sovyet NEP’i sonrasında tarımsal kollektivizasyon öngörülmüş ve gerçekleştirilmişti. Oysa Çin NEP’inden önce gerçekleştirilmiş olan kollektivizasyon, Deng’in NEP ile birlikte tasfiye edildi. Düşük emek maliyetine dayanan Çin ekonomik büyüme stratejisinin gereksindiği “yedek işçi ordusu” nu oluşturmak adına tarımsal kollektifler tasfiye edildi. Anlaşılıyor ki şu haliyle Çin NEP’i ÇKP tarafından, kapitalizmin kalıcı olarak tesisi yolunda bir aşama olarak görülmektedir.

Çin’de, Kültür Devrimi’nden sorumlu tutulan “dörtlü çete”nin iktidardan tasfiyesiyle birlikte, özellikle Hua Guofeng ve Deng Şiaoping yanlılarının hükümet darbesiyle iktidarı ele almaları sonucunda, 1976’dan itibaren başlatılan NEP, 1958 Büyük İleri Atılım programının başarısızlığından sonra altmışların hemen başında bir kaç yıl süren ve büyük ölçüde Sovyet NEP’ini örnek alan ve Kültür Devrimi’nin başlatılmasıyla ara verilen ilk Çin NEP’inin devamı olarak da görülebilir. Hatta ilk NEP’in kuramcıları olan Chen Yun, Liu Shaoqi ve Şue Muqiao gibi figürlerin (Çin’in Bukharin’leri, Rykov’ları da denebilir)  fikir ve kuramları Mao-sonrası NEPçilerinin, tabii Deng’in de referansları oldular.

Yani Çin’de ikincisi için çıkış noktası işlevi görmüş olduğunu söyleyebileceğimiz daha erken bir NEP deneyimi yaşanmıştı. Mao-sonrası ikinci deneyim, sınıf savaşımının sona erdiği kabulünden hareketle proletarya diktatörlüğünün rafa kaldırıldığı koşullarda, açık bir revizyonizm olarak görülmek gerekir. İlk NEP deneyimi, 1958 Büyük İleri Atılımı’ndan sonra sınıf savaşımını tekrar öncelikli hale getiren, sosyalizmi kurmayı hedefleyen Kültür Devrimi’yle aşılmak istenmişti. Sosyalizm perspektifi olmayan, karşı-devrimci bir NEP’le sonuçlandı.

Tekrar Kongre’nin olası sonuçları üzerinde duracak olursak,  Çin hem ABD ve AB gibi çok önemli dış pazarlarındaki ekonomik krizin derinleşme eğilimini sürdürmesini hem de kendisine karşı alınacak ekonomik-politik önlemleri düşünerek, şimdiden hamlesini yapıyor. Hazırlanıyor. Bugün Çin yönetimi, ABD tarafından fiilen ilan edilmiş olan yeni bir soğuk savaşta, eski soğuk savaşta SSCB’nin bulunduğu konumu, içerik olarak olmasa da şeklen, temsil ettiğini görüyor. Yani “baş düşman” dır. Tabii Başkanlık seçimini kazanması kuvvetle muhtemel olan ikinci döneminde Obama’nın, “containment”  politikasına öncelik vereceğinin de farkındadır. Global finans tekellerinin kuklası olan Obama’nın ikinci dönemindeki en önemli görevi, Çin’in yükselişini durdurmaya çalışmak olacaktır.

Gelgelelim, ABD’li stratejler bir şeyi hesaplamamış görünüyorlar. Çin’i birlikte kuşatmayı düşündükleri ülkelerin bir çoğunda kayda değer bir Çinli nüfus var. Ve bu nüfus şu ya da bu derecede Çin’le ekonomik bir entegrasyon içerisindedir. Yine bu nüfusun Çin’in izlediği ekonomik politikalarla bir sorunu yoktur. Çin’in komünist ideallerden reel olarak vazgeçmiş olduğunu gayet net olarak görmektedirler.

Zaten eğer Çin tarihine bakılacak olursa, Çin imparatorluklarının çöktükten sonra yeniden güçlü imparatorluklar halinde restore edilebilmeleri, Çin’in hem kendi içinde ve hem de etrafındaki ülkelerdeki nüfus içinde etnik(Çinli) olarak homojen ve anayurda ekonomik ve kültürel olarak bağlı bir insan malzemesine sahip olmasıyla izah edilmektedir. Bu insanların ataları imparatorluklar devrinde, mesela eski Roma’da olduğu gibi,  nüfusun çoğunluğuna etnik olarak yabancı bir hegemonik azınlığın yönetimi altında değillerdi.  Nitekim, eski Roma imparatorluğu çöküşten sonra bu yüzden tarih sahnesinden kaybolmuştur. Yine Avrasya coğrafyasından yükselmiş Moğol imparatorluğu da kültürel olarak domine ettiği coğrafyaya üstünlük sağlayacak durumda olmadığı, tersine fethedilene asimile olduğu, onun üstün kültürünün etkisine girdiği, hatta onun dilini, dinini, siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimlerini sahiplendiği için  bölünüp parçalara ayrıldıktan sonra -eski Roma gibi- bir daha belini doğrultamamıştır. Yitip gitmiştir. Oysa üstün Çin kültürü dün olduğu gibi halen etnik olarak Çinli olmayan bölge nüfusu üzerinde dahi etkilidir. Bunlar tarih kitaplarında yazılı.

Başkan Jintao, Çin’in geleceği bakımından çok önemli iç ve dış stratejik fırsatları değerlendirmesi gereken bir periyota girmekte olduğunun altını çiziyor. Çin’in denizlerdeki çıkarlarını ve “hakları”nı koruyabilmek için denizciliğe çok önem vermesini, bu alandaki çabalarını katlaması gerektiğini belirtiyor. Çin’in denizlerde haklarını koruyacak bir deniz gücüne sahip olmasının elzem olduğuna vurgu yapıyor. Bu önemlidir. Geçmişte sino-sovyet cephe, denizleri ihmal etmişti. Tarihsel referansları olan imparatorluklar, devletler gibi, askeri anlamda, esas olarak bir kara gücü olarak örgütlenmişlerdi. Eski soğuk savaşı ABD’nin kazanmış olmasında denizlerdeki hakimiyetinin de rolü olduğunu belirtmek isterim.

Bilindiği gibi, Japonya ile yaşanan adalar sorunu dolayısıyla hemen Kongre öncesine kadar, ÇKP tarafından teşvik edildiğinde kuşku bulunmayan, Japonya’yı protesto eden büyük sokak gösterileri yapılmıştı. Çin yönetimi halkın haklı kaygularını takdir ettiklerini söylemişlerdi.Kongre’de, Japonya karşısında geri adım atılmayacağı ama barışçı çözüm arayışlarının da sürdürüleceği ifade edildi.

Obama’nın ikinci döneminde dikkatlerimizi artık daha çok Ortadoğu’dan Uzak Doğu’ya,Çin Hindi’ne çevirmemiz gerekecek. ABD yönetimin bu dönemde, en başından beri özellikle Obama’ya destek vermiş olan finans tekellerinin, dolar lobisinin Çin rekabeti karşısında ABD’nin sürekli gerilediği yönündeki uyarılarını dikkate alarak, Orta, Doğu ve Güneydoğu Asya ‘ya daha fazla yoğunlaşacağı beklenmelidir.

Ortadoğu hakkında da bir kaç şey söyleyerek bitirelim. Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı başarısız olmuştur. En azından şimdilik böyle. Esnek ABD dış politikası, Suriye’nin güneyinde yer alan bölgedeki varlığını tahkim edecektir. Elbette Suriye’deki düşük yoğunluklu savaşı veya terörist saldırıları desteklemeye devam edecektir. Ancak merkezi,doğu ve güneydoğu Asya’nın öncelikli yeri dolayısıyla dikkatini oraya daha fazla verecektir. Rusya ve Çin ile daha dolaysız şekillerde karşı karşıya gelecektir. Bir global savaş riskinin daha da  artacağı  konjonktüre girmekteyiz.

Tabii Suriye’deki geri çekilme her şeyden önce Suriye adına büyük bir başarıdır. Sonra İran ve Rus diplomasinin görkemli bir gövde gösterisi olmuştur. Bunun da kaydedilmesi gerekir. Yine bu gerilemenin bölge adına bir takım sonuçlar doğuracağı açıktır. Gelgelelim bunları ihtiyatlı hareket ederek geçiçi sonuçlar olarak değerlendirmekte yarar vardır. Unutmayalım, ABD diplomasisi esnektir, çok seçeneklidir. Birinci sonuç, İran’ın vurulmasının rafa kaldırılmış olmasıdır. İkincisi, Barzani projesinin hasara uğramasıdır. Barzani, meşru Irak yönetimi karşısında geri çekilme ihtiyacı duyacaktır. Elbette, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta gerilimler didişmeler sona ermeyecektir. Çatışmalar şimdilik düşük yoğunluklu bir seyir izleyecektir.

ABD’nin zaten güçlü olduğu Ortadoğu’nun batısındaki ya da güneybatısındaki konumunu konsolide etmesi demek, İsrail’in ihyası demektir. Bunu unutmayalım. Bu çerçevede, Türkiye ve İsrail tekrar “eski dostlar” ı oynayacaklardır. Artık Türk başbakanın “van minüt” mastürbasyonu yaptırma imtiyazı elinden alınacaktır. Buna mukabil elbette koskoca Türkiye başbakanı da boş duracak değildir, içeride dinciliği ve milliyetçiliği körüklemekle iktifa edecektir. Her tepeye ve her meydana bir cami, her eve bir mescit  kampanyalarına girişecektir. Bunu yaparken, muhtemelen kendisini “bahtsız bedevi” haline getiren dış bakanını da kızağa çekecektir.

Emperyalizm ve SSCB 1

Emperyalistler, “demokrasi, insan hakları” şiarı altında ilerici rejimlere müdahaleden vazgeçmezler. Emperyalizme boyun eğmeyen rejimleri “totaliter” ilan ederler. Kendilerine karşı anti-emperyalist ilerici güçlerin kazandıkları zaferleri zaferden saymazlar. Onlar aleyhine gelişmiş, gelişen her şey, tanım itibarıyla, kötüdür. “Anti-demokratik”, “gayri-insani”dir. “Özgürlükler”e, “hür dünya”ya karşıdır. Örnekse, Rus Devrimi böyledir. Türkiye’nin bağımsızlık savaşı da öyle. En son olarak, Naziler karşısında SSCB’nin elde ettiği zaferin aslında önemli bir başarı olmadığını, kendileri olmasaydı, Hitler’in yenilemeyeceğini iddia etmektedirler. Doğrusu, emperyalizm, ya da emperyalistler olmasaydı, Hitler de olmayacaktı. On milyonlarca insan hayatını yitirmemiş olacaktı. 2.Savaş’ta yalnız SSCB’nin kayıpları 27 milyona yakındır. Sadece Leningrad ve havalisinde 10 milyona yakın insan emperyalist Naziler tarafından yok edilmiştir.

Rus Devrimi’nden sonra 1918’de İngiltere’nin öncülüğünde ve şemsiyesi altından 14 ülke Rusya’yı işgal etmek için yüz binden fazla askerini bu ülkeye gönderdi (yalnız Yunanistan 25 bin civarında asker göndermişti). İç Savaş, aslında aynı zamanda, bir “dış” savaştı. Rusya’nın kuzeyi, kuzeybatısı, güneyi, Ukrayna, Sibirya işgal edildi. Kızıl Ordu’nun ilerlemesi karşısında 1922’de işgal orduları geri çekilme kararı aldılar. Sadece Japonya Sakhalin’deki işgalini 1925’e kadar devam ettirdi. Emperyalistler Sovyet Rusya’yı askeri olarak yenemeyeceklerini anlayınca, bu kez içeriden yıkmaya çalıştılar. MI6 ajanı Reilly’nin anılarında var. Her fırsatı kullandılar. Lenin’in ölümüyle birlikte başlayan “sürekli devrim” ve “tek ülkede sosyalizm” tartışmasını birincisi lehine körüklediler. Stalin’in ilk büyük başarısı, “tek ülkede sosyalizm” politikasını hakim kılmak olmuştur. “Sürekli devrimciler”in tasfiyesiyle, emperyalizme bir darbe daha vurulmuş, emperyalizm geriletilmiş oldu.

Tabii emperyalistler vazgeçmediler. Bu kez Nazi Almanyası’nın sırtı sıvazlandı. Önceleri Hitler bu oyuna o kadar çabuk gelmeyecekmiş gibi bir izlenim vermişti. Savaş öncesi, hemen herkes onun öncelikle Bolşevik Rusya’ya saldırmasını bekliyordu. 1940’da tarihsel rakibi Fransa’nın üzerine yürüdü. Bir yandan da, sıranın İngiltere’de olduğu ilan ediliyordu. Rusya’nın, “en zayıf düşman” olarak en sona bırakılacağı anlaşılıyordu. SSCB ile yapılan Münih Antlaşması bu inancı pekiştirdi. Artık kimse SSCB’ye 1943’den, Britanya’dan önce, saldırılmasına ihtimal verilmiyordu. Artık N. Almanyası’ nın Fransa ve İngiltere’nin işini bitirmeye öncelik vereceği sanılıyordu. Hatta Alman generaller arasında dahi böyle bir kanaat olduğunu anılardan öğreniyoruz. Bu arada Churchill, Almanya’ya karşı ABD’de nezdinde bir ittifak arayışına giriyor. Hatta o sıralarda, ABD başkanı Roosevelt’e “size yalvarıyorum” şeklinde ifadelerin bulunduğu ikna mektupları yazıyordu.

SSCB akıllıca bir hamle yaparak Münih Antlaşması’yla zaman kazanıyor. Bu durum Hitler’i bir an önce SSCB’ye saldırtmak isteyen Britanya’yı iyice huzursuz ediyordu. Bu sıralarda, Sovyetler’e bu antlaşmayla ilgili olarak ideolojik saldırılar, Trotsky’nin katkılarıyla yoğunlaşıyordu. Ancak dikkat ediniz, en güçlü emperyalist güç ve onun o zaman yedeği sayılacak ABD Nazilere müdahale etmiyorlar. Edemiyorlar. İngiltere’nin ve Churchill’in öfkesinin nedeni, Almanya’nın doğrudan Bolşeviklerin ülkesine saldırmayıp, kendilerini hedeflemiş olmasından kaynaklanıyordu. Oysa Hitler’den istenen ve beklenen komünistleri Avrupa’dan atmasıydı.

Nitekim Churchill, savaş sonrası konuşmalarında (bkz. W.Churchill: Sinews of Peace, 1948), Nazi fikriyatıyla bir sorunu olmadığını, ancak onun siyasal-askeri heveslerinden rahatsızlık duyduğunu açık olarak belirtmiştir. Şimdi bakınız, Birinci Dünya Savaşı’nın temel ekonomik nedenlerinden birisi, meta ve sermayenin, global olarak, serbestçe dolaşamamasıdır. Yani mesela, Fransa’da üretilen bir mal ya da Fransız sermayesi, diyelim, Almanya’ya, İngiltere’ye, farklı emperyalist ülkelerin kontrolündeki  pazarlara  giremiyordu. Veyahut rahat giremiyordu, sınırlamalara maruz kalıyordu. Yani bugün kapitalist globalizasyon olarak adlandırılan ihtiyacın barışçıl yollardan karşılanması mümkün olamıyordu (bugün de olamadığı görülüyor).  Savaş bu sorunu tam olarak çözemedi. Üstelik SSCB’nin ortaya çıkmasıyla, kapitalist emperyalizmin hareket alanı iyice daralma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Buna savaşın mağdurunu oynayan Almanya’nın rövanşist eğilimlerini de ilave ediniz.

Bununla birlikte, Almanya’da iktidar olan Naziler de diğer Batı Avrupa ülkeleri ve ABD gibi, globalleşmeden yanaydılar. Onlar da SSCB’yi bu globalleşme önünde en büyük bir engel olarak görüyorlardı. Daha Naziler iktidar olmadan önce, Alman Merkez Bankası, Reichsbank’ın başkanı Hjalmar Schacht, Hitler’le yazışmalarında, finans sermayesinin global ölçekte serbest dolaşımının zaruretinden söz ediyordu. Hitler de aynı fikirdeydi. Nitekim, Nazilerin ilk ekonomi bakanı Schacht olmuştur. Eğer onun ekonomi politikaları olmasaydı, Naziler Weimar devrinin ekonomik kaosundan çıkamaz, iktidarlarını muhtemelen sürdüremezlerdi.

Fakat Nazi Almanyası, Fransa’yı işgalinden bir yıl sonra ani sayılabilecek bir kararla yönünü SSCB’ye çevirdi. Herhalde bu ani kararda, Nazilerin komünizme allerjileri, akıl dışı düşmanlıkları ve ondan duydukları korku etkili olmuştur. Netice olarak, İngiltere rahat bir nefes almış oldu. Ama bu rahatlama uzun sürmeyecekti. Temmuz-Ağustos 1943’de Kursk Savaşı’nda Kızıl Ordu, Kursk çıkıntısını kıskaca alarak, kendilerini geri püskürtmek isteyen Nazi planını bozarak, Almanya’nın Doğu Cephesi’ni kesin olarak çökertti. Nazi sürülerini önüne katıp Batı’ya doğru kovalamaya başladı.

Churchill alelacele yeni bir diplomatik hamle ile 1943 Ağustosunda, yani Naziler için sonun başladığı ayda, Kanada’da 1. Quebec Konferansı’nı topladı. Kanada, İngilltere ve ABD başbakanları ve başkanı bir araya gelip gizli bir görüşme yaptılar. Churchill savaşa
Türkiye’nin de dahil edilerek Akdeniz’de, İtalya’da yeni bir cephe açılmasını talep ediyordu. N.Almanyasının zımni ve fiili müttefiki Türkiye ve ABD bu görüşe sıcak bakmadılar. Türkiye daha Nazilerin sonunun geldiğine ikna olmamıştı. Almanya aleyhine erken ve yanlış bir adım atmak istemiyordu. Müttefikler sonunda, ABD’nin diplomatik inisiyatifiyle, Fransa’da bir cephe açılmasına karar verdiler. Bu konferansın önemli gizli kararlarından birisi de, ne pahasına olursa olsun, atom bombasının geliştirilmesi ve gerektiğinde patlatılması olmuştur.

Peki neden böyle bir cephe açılmasına ihtiyaç 1943 yılının Ağustosunda duyulmuştu? Neden 3 yıl beklenildi? Yanıt açık, müttefiklerin asıl gayesi, Sovyetlerin Avrupa’da ilerlemesini durdurmaktı. Sorun ta başından beri, Naziler değil, Bolşeviklerdi. Avrupa’nın sosyalist devrimlerle fethedilmesinin önüne geçilmeliydi. kendilerinin askeri olarak 1918-22 yılları arasında yapamadıklarını, Nazi Almanyası’nın yapmasını beklemişlerdi.

1944 Ağustos’unda Kızıl Ordu Varşova’ya yaklaşırken, Churchill’in “Fırtına Operasyonu” planına göre işgal altındaki Polonya’nın, Nazilere direnmeyen, ihtiyat kuvvetleri Sovyetlere karşı direnecek, gerilla taktikleri de kullanarak, Kızıl Ordu’yu Varşova’ya sokmayacaktı. Güya bir yandan da, görüntüyü kurtarmak adına olsa gerek, Nazi bakiyelerini temizleyeceklerdi. Plan yürümedi.

Churchill bu kez 1.Quebec Konferansı kararlarının mantığıyla tutarlı bir başka plan yaptı: Meşhur “The Operation Unthinkable” (“Öngörülemeyen Harekat”). Buna göre, ABD ve Britanya’nın Avrupa’daki birlikleri, yanlarına yaklaşık yüz bin kişilik Nazi ihtiyat ordusuyla, Polonya ihtiyatlarını da alıp, 1 Temmuz 1945’te Avrupa’da Sovyetlerin kontrolünde bulunan kentlere, Dresden’den başlamak üzere ani saldırlar düzenleyecek, Kızıl Ordu’nun Avrupayı terk etmesini, SCCB’nin 1939 öncesindeki sınırlarına çekilmesini temin edeceklerdi. Bir yandan da SSCB atom bombasıyla tehdit ediliyordu. ABD riskin büyüklüğünü düşünerek, Britanya’nın planını uygulamaktan son anda vazgeçmişti. Bir kez daha emperyalistlerin Kızıl Ordu’yu yenemeyecekleri anlaşılmıştı. Bu şartlarda, tekrar SSCB’ye içinden müdahale etmek gerekiyordu. İşte bu amaçla CIA, iyi tanımlanmış uluslararası görevleriyle, yükselen global hegemonik bir gücün ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette, bağımsız bir istihbarat örgütü olarak savaşın hemen sonrasında, Allen Dulles’ın yönetimi altında, yeniden yapılandırıldı.

Savaş sonrasında, özellikle 50’li yıllarda, Avrupa’da, Asya ve Afrika’da birbiri ardına bir çok anti-kolonyalist, ilerici ülkenin ortaya çıkmasına paralel olarak, SSCB’de de sınıf savaşının yoğunlaştığını görüyoruz. Emperyalistler bunu kullanacaklardı. Soğuk Savaş içerisinde, geçmişte daha çok Britanya’nın askeri istihbarat örgütü MI6 (Military Intelligence, Section 6)’nın bir alt birimi gibi işlev gören CIA, ilk sivil başkanı Allen Dulles’in ( ABD dış bakanı John Foster Dulles’in kardeşi) döneminde rüştünü kanıtladı. Ağabey ve kardeş soğuk savaş dünyasının siyasal olarak şekillenmesinde,CIA’yi de kullanarak, çok önemli roller oynadılar. O zaman esas olarak Avrupa’nın güvenliğini önüne koyan Kuzey Atlantik İttifakı NATO kuruldu. Peşi sıra onu Ortadoğu ve G.Asya’da destekleyecek, sırasıyla CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü) Türkiye, İran,Irak ve Pakistan’ın katılımıyla; Manila Konferansı sonrasında da 8 G.Asya ülkesinin katılımıyla SEATO kuruldu. Eisenhower doktrini de bu sıralarda geliştirildi. Artık NATO ve uzantıları “iç düşman” faktörü üzerinde yoğunlaşacaklar. İlerici, sosyalist, anti-emperyalist bütün hareketleri daha kaynağında ortadan kaldıracaklardı. ABD’de de bu doğrultuda McCarthycilik devreye girmişti. Bu arada geçerken, Allen Dulles’in J.F.Kennedy’nin öldürülmesiyle ilgili olarak kurulan komisyonda ifade vermiş olduğunu, suikasti katil Oswald’ın kendi başına planlamış olduğuna inandığını, münferit bir hadise olduğunu söylemiş olduğunu hatırlatalım.

Stalin 1 Mart 1953’de çalışma odasında yerde hareketsiz yatar halde bulundu. Olay, aynı gecenin erken saatlerinde benim “dörtlü çete” tabir ettiğim politbüronun 4 üyesiyle, Malenkov, Beria, Bulganin ve Hruşçov, gayet neşeli bir yemek yedikten ve misafirleri ayrıldıktan sonra çalışma odasında cereyan etmişti. Ancak ısrarla tıbbi yardım istenmesine engel olundu. “Dörtlü çete”ye haber verildi. Stalin’in o zaman Moskova’nın sayfiyesi olarak kabul edilen Kuntsevo’daki konutuna tekrar geri dönen dörtlü, bazı güvenlik elemanlarının doktor çağırma taleplerini ret ettiler. Stalin’e uzun saatler boyunca tıbbi müdahalede bulunulmadı. Bütün bu süre zarfında Stalin’in vücut ve beyin işlevlerinin devam etmiş olduğu sonradan doktorlar tarafından kaydedilmiştir. Yani zamanında müdahale edilebilmiş olsaydı, Stalin hayatını kaybetmeyebilirdi. Stalin’in öleceğinden emin olan çete onun başında ölünceye kadar, hiç bir müdahale yapılmasına izin vermeksizin beklemişti.

Molotov kendisiyle yapılmış uzun röportajda bunun bir cinayet olduğunu, planlayanın da Beria olduğunu belirtir. Beria’nın bunu kendisine ima etmiş olduğunu söyler. Bir gece öncesinde erkek kardeşiyle birlikte babasının sofrasında yer alan Stalin’in kızı Svetlana, Beria’nın babasının ölümünden ne kadar mutluluk duymuş olduğunu anılarında aktarır. Bu arada, Stalin’in muhtemel zehirlenmesinin, sık içtiği maden suyuna karıştırılmış bir kimyasal maddeden kaynaklanmış olabileceği iddia edilir. Çünkü yerdeyken masasında içilmiş boş bir maden suyu şişesi olduğu tutanaklara geçirilmiştir. Bununla beraber bu boş şişenin sonradan inceleme yapmak için bulunamadığı, kaybolduğu da belirtilmiştir.

Dörtlü çetenin iktidarı almasından hemen sonra Beria aniden tutuklanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Stalin’in yerine geçici başkanlığa atanan kıdemli Malenkov, Hruşçov’la girdiği mücadelede saf dışı edilerek emekliye sevk edilmiştir. İkisi arasındaki mücadelede iki arada yalpalayan Bulganin de Hruşçov yönetiminde bir süre görev aldıktan sonra 1958’de kızağa çekilmiştir. Böylece Hruşçov çetenin diğer üç üyesini saf dışı bırakmıştır.

Aslında 1952 yılının Aralık ayında, Stalin ve bu dört kişinin de aralarında bulunduğu politbüro üyeleri imzaya açılmış olan P.K.Ponomarenko’nun başbakanlığını imzalarıyla onaylamışlardı. Stalin ölmeseydi, Ponomarenko muhtemelen başbakan olacak, onun etrafında Merkez Komitesi ve Politbüro gençleştirilerek, yenilenecekti. Esasen bu karar 1952’de, 19.Kongre’de alınmıştı. Zaten ne olduysa, bu kongrenin söz konusu kararından sonra olmuştur demek yanlış olmaz. Biz komünistler genel olarak 20.Kongre’ye odaklandığımız için 19.Kongre’yi ihmal etmişizdir. Oysa 20.nin şifreleri 19. dadır.

Ancak Stalin’in ölümünden sonra Ponomarenko ile ilgili resmi karar rafa kaldırıldı. Yok sayıldı. Ponomarenko’ya bir süreliğine Kültür Bakanlığı görevi verildi. Sonra politbürodan çıkartıldı. Moskova’dan uzaklaştırılarak, bir Belorus olarak, Kazakistan Komünist Partisi’nin başına atandı. Son olarak da, büyük elçilik görevlerinde bulundu. Bu dörtlü çetenin üyelerinden Hruşçov’un da daha sonra tasfiye edildiğini biliyoruz. Bence bu son tasfiye işlemini yapanlar, bu dörtlü çetenin Stalin’in ölümü sırasında oynadıkları rolü gayet iyi bilmekteydiler. Hruşçov’un tasfiyesinde bu gerçek en önemli amil olmuştur diye düşünüyorum. Tabii fonda yer alan ve uluslararası boyutları olan sınıf mücadelesini de ihmal etmeyelim.

Moskova’da bütün bu işler olurken orada bulunan Amerikalı diplomat, elçi, dış politika danışmanı, soğuk savaşın en önemli teorisyeni George F.Kennan’ın faaliyetlerine yakından bakmak gerekiyor. Kennan savaş sonrasında, Stalin’in sınıf mücadelesi kavramından hareketle emperyalist dünyayı düşmanlaştırıp, marksizm-leninizmi meşrulaştırarak, Sovyet tarzı rejimleri yaymak istediğini belirten makaleler yazıp, “genişleyen komünist tehlike” karşısında, ABD hükümetine, alınması gereken önlemleri içeren “uzun telgraflar” çekiyordu. SSCB’nin barış çağrılarına aldanılmaması, onun kesinlikle genişleme eğiliminde olduğunu belirtiyordu. Bu şartlarda,mealen, SSCB ile “barış içinde bir arada yaşamak” ın olanaklı olmadığını, bu politikanın bir komünist tuzağı olduğunu dile getiriyordu.

Bu genişleme eğilimi karşısında, SSCB’nin sağlam kurumlar ve örgütler aracılığıyla bulunduğu alanda kuşatılarak,genişlemesine mani olunmasını (“containment”) öneriyordu. Soğuk savaşın dayanağı olan “Truman Doktrini” nin oluşturulmasında, sonradan Marshall Programı ile Batı Avrupa ülkelerinin sağlamlaştırılmasında Kennan’ın bu tezinin en önemli esin kaynağı olmuş olduğunu öne sürmek yanlış olmaz. Hatta bu politikaların oluşturulup, uygulanmasında bilfiil çalışmıştır. Tabii Kennan’ın yukarıdaki önerisiyle birlikte geliştirdiği bir başka önerisi de, SSCB’nin ve sosyalist dünyanın içeriden, olası görüş ayrılıkları körüklenerek zayıflatılmasıydı. Örnekse Kennan, Belgrad büyük elçiliği yaptığı sırada, Tito yönetimi ve SSCB arasında ortaya çıkan yaklaşım farklılıklarını gayet bilinçli ve organize bir şekilde körüklemişti. Kennan’ın politik önerileri resmi ABD politikası halinde Stalin’in ölümünden sonra çok uygun bir uygulama alanı buldu. Allen Dulles, Kennan’ı iyi kavramıştı.

Şimdi tekrar Stalin’in ölümünden sonra olanlara dönelim. Ölümünden sonra Stalin’e karşı izlenen bir planlı tavrın, Stalin’in 19.Kongre’de politbüronun ve merkez komitesinin yaşlı, kemikleşmiş üyelerinin artık değişmesi gerektiğini söylemesiyle ilişkili olabileceğini, Hruşçov’un 20.Kongre’nin gizli oturumunda yapmış olduğu ünlü konuşmasından (özellikle de son bölümlerinden) net olarak çıkartabiliyoruz. Aslında, Hruşçov,mealen, Stalin’i kast ederek, “yav bu adam iyi bir adamdı, ama ne olduysa, ömrünün son günlerinde, parti ve yönetim kadrolarında yenilenme, gençleştirme diye yanlış bir düşünceye kapıldı. Yaşamış olsaydı, az kalsın partiyi ve ülkeyi bir takım “acemilere” bırakacaktı. Allahtan ölüm tam zamanında yetişti. Kolay mıydı öyle, Hruşçov gibi, deneyimli kadroların yetişmesi” demek istiyordu. Stalin’in aslında kendisini de kapsayacak şekilde uygulamak istediği parti kadrolarını gençleştirme ya da yenileme politikasının partideki kıdemlileri hayli rahatsız etmiş olduğu anlaşılıyor.

Stalin daha 19.Kongre öncesi üzerindeki yükü hafifletmek istediğini bir çok platformda dile getiriyor, ilk önce bu dört kişinin de aralarında bulunduğu kıdemli tayfa onun bu düşüncesine itiraz ediyorlar. Vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Muhtemelen Stalin bu adamların komünistlikleri hakkında da şüphe duyuyordu. Bu adamların restorasyoncu eğilimlerinin farkındaydı. 19.Kongre sonrasında Ponomarenko’yu başbakan yaparak kadrolarda değişimi başlatma girişimi, söz konusu kemikleşmiş kadrolar arasında paniği arttırmış olmalıdır. Hatta savaş sonrası Parti’de, aralarında gelecek vaat eden komünist yöneticilerin de bulunduğu bir çok yetenekli, bilgili kişinin tasfiye edilmiş olmasında,bu kıdemlilerin henüz açığa çıkartılmamış bir rol oynamış olabileceklerini dahi düşünüyorum.

Şimdi, Stalin Mart 1953’de ölüyor ya da öldürülüyor. En azından ölümünde çok ağır bir tıbbi ihmal olduğu kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Mayıs ayında, İran’daki ilerici Mussadık rejimi, CIA’nin “Ajax operasyonu” ile devriliyor. 1954’de Guatemala’daki ilerici Kuzman yönetimi yine benzer bir CIA faaliyetiyle düşürülüyor. 1956’da ilerici Nasır yönetimi Mısır’da iktidar oluyor. “Süveyş krizi” baş gösteriyor. Mısır, İngiltere,Fransa ve İsrail’le savaşıyor. 1957’de Suriye’de ilerici bir yönetim iktidara gelince, “Suriye krizi” başlıyor. Suriye’ye “taşeron” Türkiye aracılığıyla müdahale planlanıyor. G.Asya’da Fransa, ABD’nin açık desteğiyle işgalini konsolide ediyor. 1959’da Küba’da ABD’nin “pek ihtimal vermediği” bir devrim gerçekleşiyor. Bütün bu gelişmeler ve krizler esnasında Sovyetlerin kararlı ve atak bir anti-emperyalist duruş göstermediğini görüyoruz. Nitekim anılarında Hruşçov bu krizler sırasında, o zaman hâlâ savunma bakanlığı görevi ifa etmekte olan Bulganin’e yaptırttığı tehdit içeren açıklamaların tamamen blöf olduğunu itiraf ediyor. Bu krizler esnasında emperyalistlerin izlediği politika SSCB’yi en azından pasifize etmektir. Yani Kennan’ın kuşatma politikası tutmuştur. Bu politikanın tutmasında, SBKP’nin sınıf savaşımı doktrinini fiilen terk etmiş olması en önemli amil olmuştur. Ekim Devrimi’nin restorasyonu detant politikasıyla uygulamaya konmuştur.

Detant politikasıyla SSCB yönetimi,ideolojik olarak savunsa da, somut pratik anlamda, sınıf savaşımından vazgeçmiş oluyor. Bütün uluslararası ilişkilerini, dünya devrimci, sosyalist hareketleriyle olan ilişkilerini bu yeni savunmacı anlayış çerçevesinde gözden geçiriyor. “Sosyalist devrim” hedefi yerine toplumsal cepheleşmeleri öngören, “toplumsal ilerleme” ya da “demokratik devrim” hedefi ikame ediliyor. Sonradan “Avrupa komünizmi” revizyonizminin üzerinde doğacağı zemin böylece hazırlanmış oluyor. SSCB’de bu yeni politik çizgiye karşı çıkanlar zaman zaman “bonapartizm”le suçlanmışlardı. Oysa bu “tarihsel blok” ya da “tarihsel uzlaşma” anlayışı bizatihi bonapartistti. Sınıf savaşımını, tarafları bir hizada tutarak dondurma gayesi taşıyordu.SBKP’nin tasfiyesiyle sonuçlanan politik-ideolojik stagnasyon bu sınıf uzlaşmacılığı çizgisi üzerinde yükselir.

Kısacası, lafzen 19.Kongre’de işaretleri verilen restorasyonun, siyasal program olarak uygulaması Hruşçof’la başlar. Brejnev devrinde restorasyonın hızı kesilmiş ancak son verilmemiştir. Bir tür mehter yürüyüşü temposunda, gelişmesi için koşullar yaratılmıştır. Brejnev dönemi, restorasyonu mantıksal sonucu olan karşı-devrime vardıracak Gorbaçov dönemi öncesindeki “ara rejim” dir. 1950’lilerin başında uygulamaya konulan restoratif önlemler, sonradan Çin’i de ihtiva edecek şekilde sosyalist ya da “ilerici” dünyanın çöküşünün habercisi olarak görülmelidir.

Stalin, devrimlerin, genel bir eğilim olarak, restorasyonlardan geçerek, karşı-devrimlerin yolunu açtığını gayet iyi biliyordu. Bu eğilimi teşvik eden başlıca etken sınıflar arasındaki mücadeleydi. Sosyalist aşama devam ettikçe, kabarma ve gerileme periyotlarıyla, sınıf savaşlarının da süreceğini biliyordu. Bu mücadelenin proletaryanın çıkarları doğrultusunda sürdürülmesiyle olası bir karşı-devrimden kaçınılabileceğine inanıyordu. Ancak mücadelenin sadece bir “iç” sorun değil, aynı zamanda “uluslararası” mücadeleyi gerektiren bir “dış” sorun olduğunu, emperyalizmin özünde sınıf mücadelesinin bulunduğu gerçeğini, zaferle çıktığı savaş sonrasında, ihmal etmişti. Veyahut geri adım atma ihtiyacı duymuştu. 19.Kongre’nin “detant” çağrısını başka türlü yorumlamak olanaklı görünmüyor.