Bunların hepsi kayyım ya da kayyım olmaya hazır zaten

Daha önce birçok kez değinmiştim. Bugün artık faşizme evrilmiş olan AKP rejiminin kuruluşu ve oturtulması salt AKP’nin iktidarı almasıyla olanaklı olamazdı. İktidar buraya farklı etaplarda değişen ittifaklarla ve tabii bu arada rakiplerini ya da olası rakiplerini evcilleştirerek veya çeşitli araçlarla etkisizleştirerek, sonuçta her zaman kendi iktidarına dahil ederek geldi.

Bunu yapabilmesini sağlayan en önemli etken, 2.D.Savaşı sonrasında başlamış olan Soğuk Savaş’ın sona ermesi, uluslararası siyasette oluşan boşluk, bunun yol verdiği dünya düzensizliğinin büyük bir savaşı tetikleyebilecek şekilde sürekli derinleşmekte olmasıdır.

Emperyalist hegemonya sisteminin giderek zayıflaması, soğuk savaşın sona ermesinden sonra elde ettiği (ekonomi-politik ve enformatik ) görece geniş hareket alanının sürekli daralmakta olması, kontrolünü kaybetmekte olmasıdır. Amiyane tabirle, önceden olduğu gibi, racon kesebilme kapasitesinin körelmesidir.

Hegemon ABD, artık eskisi gibi rakiplerini evcileştiremiyor. Bertaraf etmekte zorlanıyor. Kısacası, sistemine dahil edemiyor. Dünya düzenini önceden olduğu gibi kendi etrafında  ihya edemiyor.

Bu durumda, vaktiyle kendi koymuş olduğu yerleşik “liberal demokratik” kurum ve kuralları artık ayak bağı olarak görüyor. Sadece kendi içinde değil, uluslararası alanda da aynı ya da benzer kurum ve kuralları tanımıyor.

Dolayısıyla kendi çıkarlarına şu ya da bu düzeyde hizmet ettikleri ölçüde faşist veya giderek otoriterleşen rejimleri kolluyor. Soğuk savaş sırasında geçici ve “istisnaî” olanın, kalıcı ve kural olmasını teşvik ediyor.

Türkiye’deki faşist rejimin CHP’ye müdahale etmemesi olanaklı değildir. Zaten özellikle Baykal’ın teslim alınmasından sonra CHP hep rejimin denetimi altındaydı. Kılıçdaroğlu devrinde rejime dahil oldu. Bugün de parti içindeki hiziplerin hepsi rejimle bağlantılıdır.

Yumuşama çağrıları, başkaldırı tehditleri rejimin tepkisine göre ileri atılıp, geri çekiliyor. Parti rejimin meşruiyetine, dahası, kendi meşruiyetinin de rejimin tanımasıyla olanaklı olduğuna inanıyor. Bu oyun içinde CHP’nin asli rolü kitlelerin gazını almak, onların muhalif enerjisini kontrollü olarak sönümlendirmektir.

Son gelişmeler karşısında bazılarının neden şaşırdıklarını anlamakta güçlük çekiyorum. Hele Kılıçdaroğlu’nu ikna etmeye çalışmaları karşısında pes demekten başka bir şey demek elimden gelmiyor.

Kılıçdaroğlu CHP’nin başına bir AKP-Cemaat operasyonuyla atanmıştı. Muhalif kitleler nazarında inandırıcılığını yitirmiş olduğu için de görevden alınmıştı.

Partide seçimi kaybettikten sonra  Ankara’da onun için bir karargâh kuruldu. Rejim çıkarı için kullanabileceği her aracı elinin altında tutuyor. Zaten iktidar da budur. Böyle işler. Rakip ya da olası rakiplerinin eylemlerini yönlendirir. Edimleri üzerinde eyler.

Özcesi faşist AKP rejimi kendisinden bekleneni yapıyor. Sonuna kadar da yapacak. Ta ki, kitleler kendi inisiyatifleriyle sahaya inene kadar.

Bu inisiyatif sol devrimci bir programı ete kemiğe büründürme olanak ve kapasitesine kavuştuğunda da kurtuluşu gerçekleşecek.

Geçerken şunu da belirtmek isterim, bugün Kılıçdaroğlu’na yaptırılanı, pekala, şartlar farklı olsaydı,onun yerine atadıkları  Özel’e de yaptırabilirlerdi. Zaten Kılıçdaroğlu’nun 13 yılında sahnelenen oyunun önemli bir bileşeniydi.

Diğer kayyımların ve kayyım olarak atanma beklentisi içinde olanların konumu da farklı değil. Bahçeli, Akşener, İmamoğlu, içişleri bakanı olmak arzusuyla cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi parti parti dolaşan faşist Özdağ, Yavaş, Davutoğlu, Kürtçü Öcalan, Demirtaş ve daha birçoğu.

Elbette, bu süreç sosyalist solu da olumsuz şekilde etkiledi. Sosyalist iktidar hedefinin “cumhuriyetçilik”, “kemalizm”, “yön” hatta “İttihatçılık” gibi siyasal hedefler veya melez siyasal programlar lehine geri çekilmesi, yeni bir MDDcilik olarak görülmek gerekir. Kabul edilemez.

İttifaklar olmadan devrimci sosyalist mücadele olmaz. Doğru. Ancak ittifakın maliyeti siyasal kimlikten, program ve hedeften taviz vermek olacaksa, bunun adı oportünizm olur.

Siyasal hattı kemalizmde, ittihatçı vurgularıyla onun yöncü versiyonunda kurmaya çalışmak bizi geçmişin yanlışlarını yinelemeye götürür. Kitleleri işçi sınıfı sosyalizminden gayri doğru bir çıkış olmadığına sabırla ikna etmek gerekiyor.

Geniş kitlelerin bu rejimden kurtulma talebi vardır. Öncü bu talebe siyaseten tercüman olduğu ölçüde işlevini yerine getirir. Mesele, kitlenin her talebinin peşine takılmak değil, bu özsel kurtuluş talebinin nasıl dile getirilebileceği ve nasıl uygulanabileceği konusunda kitleye rehberlik edebilmektir. Öncü kitleden kopamaz ama onun içinde yitip gidemez de. Öncünün kitleye vereceği yön, “Atatürk cumhuriyeti”, “kemalizm”, “orducu sosyalizm” değil, işçi sınıfı sosyalizmidir. Hattın kurulması gereken yer burasıdır. Hattı bunun gerisinde kalan bir noktada kurmak yanlıştır.

 

Trump istediklerini yapabilecek mi? 1

Trump, ABD hegemonyasının sönme sürecinin ivme kazandığı koşullarda, yeni bir oyun kurması için sahaya sürüldü. Trump’ın kurmaya çalıştığı oyun bilinmedik, aykırı bir oyun değil. Kendi mantığı içinde de tutarsız olduğu söylenemez.

Şimdi, özellikle ekonomik olarak meydan okuyan bir Çin var. Bu meydan okumanın ne denli ciddi bir anlamının olduğunu göstermek için basit bir kıyaslamayla başlayalım. Bundan yirmi beş yıl önce ABD, en önemli 64 teknolojinin 60’ının geliştirilmesinde ve üretilmesinde dünya lideriydi. Bugün Çin, bunlardan 57’sinin geliştirilip, üretilmesinde dünya lideri. Geri kalanlarında da, önümüzdeki on yıl içinde,  liderliği elde etmesi kaçınılmaz görülüyor.

Bu koşullarda ABD, bir yandan, bir tür merkantilist bir anlayışla elindeki kaynakları savurmadan,  global ticaretin kurallarını kendi lehine çevirerek, korumacı bir ekonomik anlayışı savunacak; diğer yandan, adeta kolonyalist bir anlayışla dışa doğru genişleyecek, dünyadaki stratejik hammade, maden ve enerji kaynakları üzerinde imtiyazlar elde edecek, yanı sıra mal ve hizmetlerin, dolar olarak sermayenin global düzeyde hareketini kontrol edecek. Ticaret yolları denetimi altında olacak.

Buraya kadar Amerikan yönetici sınıfı içinde kayda değer bir ayrışma ya da itiraz yoktur. Görüş ayrılıkları, bunun hangi önceliklerle, hangi şekillerde, hangi araçlarla, hangi politik taktik ve ittifaklarla gerçekleştireceğiyle ilgili farklı yaklaşımlardan kaynaklanıyor.  Yoksa, bütün taraflar hegemonyanın gerilediği, güncellenmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. Çin’in başlıca tehdit olduğu konusunda da aralarında fikir ayrılığı yoktur.

Genel olarak Demokratlar ve ana akım Cumhuriyetçiler  sönüşün önüne geçilmesinin 2.Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan soğuk savaş düzeninde izlenen, ABD’nin SSCB’yi alt etmesini de sağlamış olan yöntem ve araçların, tabii bu arada,  ABD tarafından kurulmuş olan ittifaklar düzeninin de, sürdürülmesiyle olanaklı olabileceğini iddia ediyorlar.

Trump’ın temsil ettiği kanat ise Amerika’nın tek başına veya mevcut uydularıyla birlikte gidişatı tersine çeviremeyeceğini, Rusya, Çin ve İran’la aynı anda baş edemeyeceğini iddia ediyor. Yapılması gerekenin bu üç ülke arasındaki bağlaşmayı konsolide etmek yerine bunları ayrıştıracak, birbirlerinden izole edecek bir yol izlemek olduğunu öne sürüyor. Bu görüşün 1970’li yılların hemen başında uygulamaya konulan Nixon-Kissinger doktrininin SSCB ve ÇHC’ni birbirlerine karşı kullanarak her ikisini de etkisizleştirme ya da yalıtma stratejisinden esinlenmiş olduğu açık.

ABD’nin Rusya ile birlikte Çin ve İran’a karşı ittifak kurma çabası içinde olduğu net olarak görülebiliyor. ABD ve Rusya böyle bir bağlaşma sürecinin ilk işaretini  Suriye’de vermişlerdi. İran da, muhtemelen Rusya’nın da telkinleriyle, Suriye, Yemen ve Hizbullah’ın feda edilmesiyle,  ABD’nin radarından bir süreliğine de olsa çıkacağını düşünüyordu. Yanı sıra İran, Rusya’ya daha fazla yanaşarak, Rusya ile bağlaşmak isteyen ABD karşısında elini güçlendireceğini varsayıyordu.

Bu bağlamda İran’ın sorunu, çarpık kapitalist bir ülke olmanın yol açtığı öngörüsüzlükle, genel olarak emperyalizm, özel olarak da ABD söz konusu olduğunda resmin büyüğünü görme kapasitesine sahip olmamasıdır. Yani ABD için sorun basitçe İran’ın  nükleer kapasite geliştirmesi değildir. O sadece vesiledir.

Elbette, bütün bu gelişmelerin, bu arada, genel bir emperyalist savaş olasılığının da giderek artmasının altta yatan nedeni, kapitalizmin, başta ABD olmak üzere, ana kapitalist ülkelerin doğrudan ekonomik, politik ve ideolojik aygıtlarını kat eden krizidir.

Aklımızda tutalım, sadece  hedef alan devletler değil,  hedef alınan başlıca ülkelerin hepsi kapitalisttir. Hedef alınanlar, kapitalizme değil, şu ya da bu düzeyde mevcut emperyalist hegemonya sistemine başkaldıranlardır.

1960’ların son yıllarından itibaren dünya kapitalizmi giderek ağırlaşan bir stagnasyon sürecine girmişti. Bu sürecin ağırlaşmasına katkı yapan en önemli etkenler, sosyalist dünya sisteminin varlığı ve dünya çapında  yaygınlaşan devrimci kurtuluş mücadeleleriydi. Sermayenin bugünkü yapısal krizinin en erken kökenlerini söz konusu süreçte aramak gerekir.

Kapitalizmin 1973’de patlak veren tarihsel olarak üçüncü büyük krizi, merkez kapitalist ülkeler de dahil olmak üzere kapitalist sistemi, genel olarak,  sürekli ağırlaşan ekonomik stagnasyon koşulları içinde,  ekonomik çöküş  tehlikesine maruz bıraktı.

Bu durumun aşılması için merkez kapitalist ülkeler, zaten 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren kademeli olarak başlatmış oldukları sanayisizleşme politikasını da teşvik ederek toplumsal maliyeti  kapitalist devletler için yüksek olan reel ekonomik faaliyetlerini azaltarak, finansallaşmaya abandılar.

Diğer yandan da, bir çoğu karmaşık ama ağırlıklı olarak küçük burjuva öğeleri ihtiva eden sınıf ittifaklarına dayalı olarak kotarılmış sol devrimci rejimleri kendi içlerinde ve birbirleriyle ilişkilerinde istikrarsızlaşma stratejisi izlediler. Büyük politik, ideolojik kampanyalar başlattılar. “Kültürel marksizm”, “maoculuk”, “trotskizm”, “üçüncü dünyacılık”, “Avrupa komünizmi”, “Batı Marksizmi”, “gramscicilik”, guevaracılık” vb gibi, hepsinin ortak paydası -reel olarak- anti-sovyetizm olan akımları işçi sınıfı marksizm-leninizmine karşı desteklediler (1). Ekonomik rüşvetleri devreye soktular. Küçük burjuva önderliklerin zaaflarını iyi okudular. Oraya yüklendiler.

19.yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalizmin modern tarihine baktığımız zaman, sistemin  kaçınılmaz olarak içinde yaşadığı aşırı üretim ve azalan kâr oranları döngüsünün somut bir ifadesi olan stagnasyon sürecinden kurtulmak için finansal araçları kullandığını, elzem olan finansal küreselleşme koşullarını sağlamaya çalıştığını biliyoruz. Birinci emperyalist savaşının nedeni, kriz koşullarındaki sermayenin bu küreselleşme ihtiyacıdır.

Seksenli yılların ortalarına doğru finansallaşma ya da aynı anlama gelmek üzere küreselleşme süreci devreye sokuldu. Bu sürecin ilk somut siyasal sonuçları arasında SSCB’nin çöküşünü,  paradoksal olarak Büyük Kültür Devrimi’nin bir sonucu gibi görülmesi gereken, kapitalist restorasyon yolunda Çin Halk Cumhuriyeti’nin önünün açılması ve tabii erken egzersizleriyle birlikte BOP hamlesini sayabiliriz.

Hatırlayalım, o zaman rakipler, olası rakipler elimine edilmiş veya yalıtılmışlardı. Emperyalistlerin önünde geniş bir hareket alanı vardı. Büyük savaş olasılığı ihmal edilecek derecede düşüktü. “Tarihin sonu” ideolojisi de bu koşullarda devreye sokulmuştu.

Ancak, kapitalizmin emperyalist bloğu bu süreçte sona gelindiğini 2008’deki büyük krizde net olarak gördü. Küreselleşme ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla bir bütün olarak çöktü.

Çin ve ekonomik olarak onun etrafında şekillenen BRICS’in meydan okumasına emperyalist bloğun ekonomik ve ideolojik araçlarla yanıt vermesi artık olanaklı görünmüyor. Sürecin emperyalist blokta kayda değer çatlaklar yarattığına da tanık olmaktayız.

ABD’nin resmi stratejisti Brzezinski vaktiyle, mealen, “ABD’nin zamanı yok, 2026’ya kadar vakti var. Ya o zamana kadar sönme sürecini geri çevirecek ya da  geçmiş olsun” demişti.

İşte Trump tam da bu şartlarda, ağırlıklı olarak alt orta sınıfların oy desteğiyle tekrar iktidar oldu. Birinci iktidar döneminde yapılması olanaklı olmayan “projeler” ini bu kez uygulamaya koymaya çalışıyor.

Evet, gerçekten de Trump Amerika’nın zamanının tükenmekte olduğu koşullarda, sosyalist önderlikten yoksun geniş ve demografik olarak  karmaşık  alt katmanların ( Bir süre önce, ‘görülmemiş eşistsizlik” başlığı altında WSJ’da bir istatistik gördüm, Amerika halkının yarısının servetinin önde gelen üç finans-teknolojik oligarkın servetinden daha az olduğu kaydediliyordu) mevcut düzene sessiz başkaldırısını istismar ederek, demagojik  MAGA söylemi veya ideolojisiyle yola çıktı.

Trump’ın iktidarı almasını sağlayan bir başka etken de, tabii, kapitalist dünyada genel olarak liberal devlet formunun erozyonunun derinleşmesi, faşizan önlemlerin, kurumsallaşmaya başlamış olmasıydı. Bu çerçevede mesela, yeni-McCarthycilik Trump’la başlamadı. Demokratlar döneminde tohumları atıldı. Trump bu süreci daha ileri noktalara taşıdı. Taşıyor. İdeolojik iddiaların tersine, anayasal “demokratik” devlet biçimlerinin reel olarak, fiilen devre dışı bırakılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bütün bunlar, Amerika’da, Trump’tan önce başladı.

Elbette Trump bulunduğu noktaya finans-kapitalist oligarşinin, özellikle de, onun en gözü kara, en terörist kanadı olan teknolojik finans sermayesini temsil eden Silikon Vadisi’nin tekno-faşistlerinin desteğiyle getirildi.

Bugün gelinen noktada, özellikle de, “gümrük tarifeleri”, “barış, savaşsız dünya” başlıklarıyla parlatılan  demagojik MAGA söyleminin cilalarının beklenenden erken  döküldüğünü söylemek gerekiyor.

NOTLAR:

1)  Daha önceki yazılarda değinmiştim. Amerikan ve Avrupa sermayeleri “Sovyet Marksizm”ini yeren bir çok sol, marksist faaliyete, bu çerçevede, yayınlara, konferanslara, örgütlere parasal destek sağlamıştır. Mesela, Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nin tümünün İngilizce ilk eleştirel basımı doğrudan  Amerikan hükümetinin parasal desteğiyle, 1986’da ABD’ye göç eden, kendisini Gramscici marksist olarak sunan Maltalı akademisyen Joseph Buttigieg’e  tercüme ettirilerek Columbia Üniversitesi tarafından yapılmıştır. Kitabın ikinci baskısı yine ABD hükümeti desteğiyle 2007’de yapılmıştır. Kitabın ilk İtalyanca ve 1972’deki İngilizce çevirilerine de Banca Commerciale Italiana destek olmuştu.

Bu arada, Amerika’ya göç etmiş Buttigieg ailesinin ikinci jenerasyonundan oğul Peter Buttigieg de Biden hükümetinde Ulaştırma Bakanı idi. Kabinenin belki de en neo-konservatif üyesiydi. İkinci ve üçüncü  jenerasyonlarda bu tür gerilemelere sık rastlanıyor.